Mutlu Olabilmek Elimizde

Amaç mutluluksa mutlu olmak elimizde. İnanan bir insan olarak mutlu olmak o kadar kolay ki... Bütün dışlamalardan tenzih ederek söylüyorum; sokakta dolaşan herhangi bir insan olmadığımızın farkında olmakla başlamalı herşey. Sıradan olmadığımızı, bir nesne, bir meta, sadece "birşey" olmadığımızı farketmek; kelimelerin bizi hapsettiği yerlerden kurtulup gönlü, ruhu, içi dopdolu bir canlı olduğumuzu hakikaten hissetmek...

Hüznün, neşenin, yerine göre gelgitlerin insanı olurken, hayat bizi örselerken dahi bunu farketmek çok önemli. Buna bir bakıma "kendimize dokunmak" diyelim. Herşeyden bir haz almaya çalışan gayesiz insanların -haz almak tek başına gaye olamaz- dünyasında, başımızı iki elimizin arasına alıp, "ben kimim, neyim, nereden geldim, nereye gidiyorum." sorularıyla bir kez olsun kendimize dokunmak, kendi "ben"imizi kendi gerçeğimizle sarsmak, sallamak, uyarmak, uyandırmak... İnsanla ilgili "bilgi kirliliğini" aşıp, bir kez olsun kendimize vakit ayırmak... Hayatın debdebe, hengame ve kaosları arasında, anlam dünyamızı koruyarak, bir kez olsun kendimize "Dur!" demek, "nereye gidiyorsun?" sorusunu düşünerek cevaplamak, tabir yerindeyse "kendimizle hemhal olmak", "başbaşa kalmak", kendimizi "geçici" dünya gaileleriyle üzmemek, "dünyalık" olan herşeyin "neş'esine kendimizi kaptırmamak"; biraz sonra ya da sonunda, elimizden kayıp gidecek şeyler için "gönlümüzün tüm enerjisini" sıradışı bir kullanımla ona hasretmemek...

Beklentilerimizi mutlaka ama mutlaka bir ucunda manevi tarafı olan bir yere yaslamak ve ona yaslanmak; herşeyin manevi bir karşılığı, yorumu, tarzı, estetiği, derinliği, hikmeti, gayesi oduğunu düşünmek... Hiç kolay değil ama, mutlaka yaradanı her daim akılda, şuurda tutmak; bunu akletmek ve kendi içimizde ve dışımızda bunun mücadelesini vermek... O'nsuz yaşanmayacağını, yaşanamayacağını bilmek... Tüm bunlar, kökü ruhumuzun her tarafına işlemiş olan hakikati unutmamakla mümkün. Aksi halde köksüz ağaç olmanın mümkün olmadığını görmek gerekiyor artık.

Ahiret düşüncesinin mutlak gerçek, yaşadığımız hayatın ise bize bahşedilen bir gerçeklik oluşu, artık koca kainatta bizim için özel bir mekan olarak oluşturulduğu gayet açık olan yeryüzünde kesinlikle kısa bir zaman dilimini birlikte paylaştığımız canlılar olduğumuzu öyle açık bir şekilde haykırıyor ki, bu sesi duymak için özel bir çaba bile gerekmediği o kadar açık ki; tüm organlarımız, duygularımız, hüzünlerimiz, dışımızdaki alem, her an bunun oluş, varoluş ve duruşunun tezahürleriyle dolu. Artık yeni bir şehadete gerek kalmayacak kadar açık bu.

Bugün varoluş açısından nerede durduğumuzu anlamak hiç de zor olmamasına rağmen insanlık, adeta kendi beynini yiyen ucubeler durumuna indirgemiştir kendini. Oysa insanlığın da aynı maceraya dahil olduğu dinler tarihi açısından bakıldığında peygamberler aracılığıyla, üstelik de asla tekrarı olmayacak son bir peygamber aracılığıyla uyarılmış, yönlendirilmiş olan insana düşen görev, bu tavrın her yönüyle ne denli büyük bir şefkatin eseri olduğunu farketmek olmalıdır. Çünkü Peygamberler insanlığın manevi hafızasıdır. Geçmiş o seçilmiş yüce simalar sayesinde anlam bulur. Bugün insanlığın en büyük sorunu her biri bin yıllık bir zaman dilimine ışık tutan, sonuncusu ise yaşlı dünyanın ahir ömrüne kadar hilafsız devam edecek olan o yüce sese, ilahi hitaba kulaklarını tıkayarak sağırlaştığı için hikmetten uzaklaşan ve ağzından hikmete dair tek kelamı bile çıkaramaz hale gelen, sadece gördüğüne inandığı için kendi mümkün dairesinde görebildiği hayatı anlamlandırmak durumunda kalan fakat otistikler gibi, kendi gerçeğine dokunmayınca iletişim kuramayan marazlı durumuna düşmüş olmasıdır. Anasız, babasız, kardeşsiz büyüyen bir çocuk, ilahi bir yardım eli değmemişse, ne kadar mutlu olabilir ki...

Geçmişi ve geleceği olmayan bir canlı, ne kadar insan kalabilir ki... İşte bütün bu yükün altından, büyük bir şefkatin eseri olan hafifleticilerle kalkılabilir. Buradan bakıldığında insanın yükü hakikaten ağırdır. Tüm bu ağırlığın üzerine günümüzde, sınırsız tüketim arzusu, zevkçilikle asla sonu gelmeyecek bir tatmin ihtiyacı, insanı insanlıktan çıkartan duygu fakirlikleri ve küntlükler eklendiğinde, hakikaten çekilmesi mümkün olmayan yükler insanoğlunun o cılız sırtına yüklenmiş görünmektedir.

Mutlu olmak aslında umutlu olmaktır. Mutluluk anlık zevklere indirgenirse insanın mutsuz zamanları hiç şüphesiz daha fazla olacaktır. Mutluluğun birşeyi beklemek ya da bir yerde olmak nevinden kıstasları dahi, insanda zevklere kıyasla daha tatminkar bir huzur sağlamakta. Mutluluğu sadece bir an için sureten kendini iyi hissetmeye indirgersek, mutluluk yine mutsuzluğu davet etmekte. İnsanın belki bunların hepsine ihtiyacı var ama en iyisi tüm bunlardan bağımsız bir huzur halini mutluluğun mihveri yapmaktır. Huzur ise beş duyuya yani zevklere değil, kalbe bağlı bir haldir, durumdur. Aklın huzuru dahi kalbin huzuruna bağlıdır. Nitekim teslimiyet ve tevekkül halleri, zihinsel yoğunluk ve sıkıntıları bir anda izale edebilecek ilginç bir etki ve güce ulaştırır insanı. Eğer sadece bedenî iyilik halini esas alsak, bazen ölürken dahi insanın mutlu olabileceğini nasıl gözardı edeceğiz. Herşeyin üzerimizde emanet olduğu şu dünyada son emaneti de bırakıp gidivermek, manevi bir haz değildir de nedir Allah aşkına... İnsanın mutluluğu bu kadar zor bir hal olmasa gerek. Bugün çikolatanın dahi insanı zevken mutlu ettiğini hepimiz biliriz. Bunları söylerken amacım, hayata niyet olarak mutlu olmanın hiç de zor olmadığına kendini inandırmış insanlar olarak baktığımızda, mutsuzluğun dahi çok geçici bir şey olduğunu, bir tünele girip çıkmaktan farklı olmadığını görmemizi sağlamaktan ibarettir. Herşeyden ihtiyacın kadar edinmek, ihtiyacın kadar almak hakikaten güzel bir ölçü. Mesela sanki insana cenneti vermişler gibi sevinmek, dünyalık neş'eler için fazla gelmez mi? Ya da dünyalık bir meseleye sanki cehenneme düşmüş gibi üzülmek, çok gereksiz bir duygu ayıbı değil midir? Demekki önemli olan, içinde yaşadığımız imtihan dünyasında, karşımıza çıkan olaylara manevi gayeler açısından ve bir anlam dairesi içinde bakabilmektir. Bu da ancak, hayata hakettiği değeri, gayeci bir bakış açısıyla, ne bir eksik ne bir fazla olarak bakmayı becerebilmekle mümkündür. Yani gaye insanı olmakla...

Peki, gaye insanı olmak ne demektir? Bugün bu kavramın içini doldurmak, zamanı en güzel şekilde değerlendirmeyi beraberinde getirmektedir. Zaman ne ile doldurulur sorusu ise, zamana bağlı olarak, bize verilen mühletin niye verildiğini bilmekle mümkündür. Bu sorular önümüze adeta bir anlam sarmalı, anlamlar yumağı, içiçe hikmetlerden oluşan bir hayat tasavvurunun bilgisini vermekte. Yani hayata biçilen gaye, varlığın varlık sebebi, hayatın müstesna öznesi olan insana Yaratıcının müstesna bir rol vermesinden kaynaklanıyor. O halde gayeyi verenle kurulacak sıcak ve doğru ilişki ki buna muhabbbet diyoruz; insanı, her daim mutlu kılacak hayata dair ipuçlarını, gizemli bir biçimde insanın tam da kucağına koyuvermekte. Buradan da anlaşılıyor ki, "bulanlar, aslında arayanlardır." Aramadan bulunmaz, arayarak bulunan şey ise, çok kıymetlidir. Birşeyi kıymetli kılan ise, hakikat planında emek sarfedilerek ele geçen, ele geçtiğinde de kıymeti bilinendir.

Öyleyse, bize verilen hayatın kıymetini bilmek ve en güzel şekilde değerlendirmek, "mutlu olmanın" anahtarıdır diyebiliriz.

Yazımızı bitirirken Niyazi Mısri Hz.'nin o güzel beyitiyle bitirelim ki, aşk olsun:

"Allah'tan gayrı nesne yok, gözsüzlere püryan imiş..."