Feyz: Zamanımızda insanlara nasıl bir rol model sunulduğu ve bunun pratik hayata geçirilme noktasında problemler olmadan, doğru anlaşılması önemli.. Günümüzde rol model olarak Peygamberimizi anlatırken O'nu doğru anlamak ve anlatmak için sizce neler yapılabilir?
Metin Karabaşoğlu: Birincisi şu; bizler genelde baktığımızda hani ateizm kelimesi bizi çok rahatsız eder, buna karşı teizm kelimesini duysak, o da ateizmin tersi gibi gelir, o da bir yaratıcının varlığına inanmak; bu bize çok tatlı ve sıcak gelir. Ama Batıda da Pascal gibi düşünürler, teizmin ateizm kadar tehlikeli olduğunu hatta daha tehlikeli olduğunu söylemişlerdir. Çünkü birinde dine açık bir hücum var, diğerinde ise dine hücum ettiğini fark etmiyorsunuz bile. O da şu; modern dünya hümanizm ideolojisi üzerine kurulmuş durumda ve hümanizmin bir ateist düşünürleri var, bir de teist düşünürleri var. Bir kısmı bir yaratıcının varlığını inkâr ederken bir kısmı bir yaratıcının varlığını kabul ediyor ama ister ateist olsun ister teist olsun; hümanistlerin ortaklaştıkları bir nokta var o da semavî dini reddetmeleri vahyi reddetmeleri ve bir peygamberin önderliğini reddetmeleri. Bu anlamda bakarsak; bütün olarak dünya da bugün "Belki bir yaratıcı yok." diyen insan sayısı "Bir yaratıcı var" diyen insan sayısından çok daha azdır. Ama yaşanan hayatlara baktığınızda bir yaratıcı yokmuş gibi, bir yaratıcı insanı burada bir gaye ile vazifelendirmemiş gibi yaşandığını görüyoruz. Niye böyle yaşanıyor? Çünkü kritik nokta burada, bir vahyin yol göstericiliği ve bir peygamberin rehberliğidir. Kritik nokta nübüvvettir. O yüzden zaten "Muhammeden Resulallah"sız "La İlahe İllallah" tamamlanmış olmuyor.
O yüzden zaten işte bir kere sadece 7. asırda Arabistan adlı bir yarım adada yaşayan insanların değil, sonraki bütün çağlardaki hangi coğrafyada yaşıyor olursa olsun bütün insanların Peygamberidir Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve hepimize rol model olacak, hepimize örneklik teşkil edecek -ki Kur'ân'ı en güzel örnek teşkil edecek bir hayat yaşamıştır- dolayısıyla biz de bugün bu zamanın şartlarında gene onun hayatına bakıp onun hayatına göre kendi hayatımızı tarif etme durumundayız. Şimdi diyorlar ki "asırlar değişti, şu oldu, bu oldu çok başkalaştı her şey" hâlbuki insan fıtratında hiçbir değişme olmadı. Miladi 6. asırda veya milattan önce 16. asırda insan fıtrat olarak hangi temel özellikleri taşıyor idiyse, bugün de aynı temel özellikleri taşıyor. Bu anlamda değişen bir şey yok, değişen şeyler teferruattadır işte. Mesela elle yemek yok, kaşıkla yemek, çatalla yemek var. Ama neticede eskidende insanlar yemek yerlerdi şimdide yemek yiyorlar. Eskiden insanlar toplum hayatında yaşamak ve hepsi farklı alanlarda emek sarf edip bu emeklerini alış veriş yoluyla paylaşmak durumundaydılar. Şimdi artık böyle bir şeye gerek yok, her insan tek başına diğerlerinden izole olarak yaşayabilir diyemiyoruz.Temelde aynı fıtratla ve aynı temel ihtiyaçlarla yaşamaya insanlar devam ediyor, farklılık metotlardadır, teferruattadır. Ama öz aynı kalıyor, aynı akla sahibiz, aynı kalbe sahibiz, aynı nefse sahibiz…
Dolayısıyla Hz. Peygamberi (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) -haşa- Arabistan'a ve miladi 6. ve 7. yüzyıla hapsetmek, bu mânâda modern zihniyetin müminlere de kurmaya çalıştığı bir tuzaktır. Bir hümanistik tuzaktır. Burada bir kere kritik bir nokta olarak bunu söylemek isterim; biz hayatımızın merkezine "Muhammeden Resulullah"ı koyma durumundayız. Öyle ki "La İlahe İllallah"ı da hakikaten hayatımıza ikame edebilmemiz, "Muhammeden Resulullah"ı hayatımıza hakiki mânâsıyla ikame edebilmemizle mümkün. Ki bu sebeple zaten "bir gün nasıl yaşanır, nasıl yaşanmalıdır?" sorusunun cevabı olarak 21. yüzyılda Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir günü üzerine bir odaklanma sağlama ihtiyacı hissettik. Şimdi Hz. Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) örnekliği bugün nasıl gerçekleşir dersek; her zaman ve zeminde bu örnekliğin yol göstericisi olacak simalar, isimler olmuştur. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kendisinden sonra başka bir peygamber gelmeyeceğini açıkça beyan buyurmuştur. Ondan önce zaten Kur'ân, Hz. Peygamberi (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) peygamberlerin sonuncusu, hâtimî diye tarif etmekle, bizzat Kur'ân, Cenab-ı Hak Kur'ân'ıyla bunu beyan etmiştir. Ama buna karşılık Hz. Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bilinen meşhur fakat önemi yeterince kavranmıyor diye düşündüğüm hadisini hatırlamamız gerekiyor. "Ümmetimin âlimleri Beni İsrail'in peygamberleri gibidir." Nasıl Beni İsrail'in peygamberleri Hz. Musa'ya gelen emanetin vahyin zaman içerisinde beni İsrail tarafından aşındırılması tağyir edilmesi, tahrip edilmesine karşı tekrar mirasın özüne onları yöneltmişlerse, demekki çağlar içerisinde Müslümanların yaşayabileceği, Müslüman toplumların yaşayabileceği törpülenme aşınmalara karşı nebevi miras, Peygamberimizin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) elçisi olduğu Kur'ân ve örnek olarak yaşadığı hayatla bize sunduğu o emanetteki aşınmalar veya zaman içerisinde o dediğimiz teferruattaki, metotlardaki bir takım farklılıklara o nebevi aslın, nebevi özün nasıl uyarlanacağı noktasında da ümmetin âlimleri, arifleri bir anlamda peygamber mirasının taşıyıcıları olarak önümüzde duruyor. Bu hiç bir zaman -bu anlamda bakarsak 1400 küsür yıldan bahsediyoruz- 1400 yıl içerisinde ümmet hiçbir zaman âlimsiz, velisiz, arifsiz de kalmamıştır zaten. Mevlânâları da vardır, Gazâlîleri de vardır, Eşarîleri de vardır, Yûnusları da vardır, Abdülkâdir Geylânîleri de vardır; o mânâyı taşıyan, temsil eden muhakkak vardır.
Feyz: Şimdi bir de zihinsel olarak algılamada bazı sorunlar var. Asr-ı saadete baktığımızda sadece kültürel boyutta olayı değerlendiren, kültürel boyutta günümüze taşınmasını sünnet olduğunu vaaz eden, nasihat eden insanları düşündüğümüzde, bunda algılamada bir sorun var mı?
Metin Karabaşoğlu: Algılamada bir sorun olduğu kesin.
Feyz: Bu kadar kolay mıydı ben de namaz kılabilirdim ibadetleri yapabilirdim, günahlardan kurtulmak bu kadar kolay mıydı gibi, yani baktığımız zaman biraz daha tırnak içerisinde yani kültürel boyutta sünnetin günümüzde yaşanması gerektiğini düşünen veyahut da vadeden insanlar işi biraz daha zorlaştırmıyorlar mı?
Metin Karabaşoğlu: İşin bu tarafında karşımıza çıkan birkaç tablo var. Birincisi şunu söyleyeyim. Mesela Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bazı şeyleri yapmış bazı şeyleri yapmamıştır ama kendisinin yapmadığı bazı şeyleri sahabelerinin yapmasına izin vermiştir. Mesela içinde soğan ve sarımsak olan yemeği yememiş, ama sahabelerini yemekten men etmemiştir. Keza bazı mahlûkatın etlerini kendisi yememiş, ama sahabelerine "ne emrederim ne men ederim" mânâsında söz söylemiştir. İkincisi sünnetin tabiri nisbi anlamda farz ve vacip durumda olan yani müminler için uyulması zorunlu olan kısmı var. Bir diğeri uyulduğunda muhakkak ki sevap kazanılacak olan ama reddetmeksizin, inkâr etmeksizin uyulamadığında bir günaha duçar olunmayacak olan ama belki sevabtan mahrum olunacak tarafı var. Yani burada ben bidat tarifinin genişleterek sünnet yolunu çok dar bir patikaya dönüştürme durumunda olduğunu -bu sadece bu zaman içerisinde değil- her zaman için böyle ilimlerin ortaya çıkabildiğini görüyorum.
Bu zamanda da var, geçmişte de böyle örnekler olmuş ki işi hariciliğe kadar varan -ki Hz. Ali gibi Hz. Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) damadı olmuş ve onun "Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır." iltifatına mazhar olmuş bir güzide sahabenin ölümüne kastedecek kadar- kendi anlayışlarını merkeze alarak geniş sünnet yolunu daraltan bir çizgiye girenler olduğunu görürüz ki hemen bu noktada Bediüzzaman Said Nursî'nin "Sünnet-i Seniyye" isimli bi risalesi vardır. "Sünnet-i Seniyye Risalesi" diye sonra "Minhâcü's Sünne" ismini koymuştur o risale için, bana çok anlamlı gelir yani "minhâc" geniş yol demek…
Fakat biz o geniş yolu kendi yorumumuzla daraltıyoruz. Öyle ki ancak bizim yürüdüğümüz şekilde yürüyenler sünnet yolunda oluyorlar, bizim yürüdüğümüz şekilde yürümeyenler o yolun dışında oluyorlar, bidat yolunda oluyorlar. Bidat ise dalalet oluyor, dalalet ise insanı cehenneme götürüyor, böylece zincirleme reaksiyonla bir peygamber sözünü de kendi nefis ve ene merkezli, ben merkezli yorumumuzla öyle bir duruma geliniyor ki bir peygamber hakikatli "müminlere uyan bir peygamber" sözünü de bir anlamda suiistimal ederek meseleyi daraltıp içinden çıkılmaz ve içine girilmez hale getirebiliyoruz. Böyle bir risk var… Bunun böyle de olacağına veya böyle insanların da çıkacağını da Hz. Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sözlerinde görüyoruz, bu noktada müminleri uyarmış… Ama genel mânâda baktığımızda -ki bu tarz yaklaşımların- marjinal kaldığını da görebiliyoruz. Ümmetin ana çizgisinde âlimlerin ve velilerin bize sunduğu ve hayatlarıyla gösterdikleri büyük caddeye baktığımızda, orada Sünnet-i Seniyye'nin bir geniş cadde olarak korunduğunu, içinde farklı şeritlerin var olduğu bir geniş cadde olarak sunulduğunu görüyoruz. O bakımdan ben hani o daraltıcı yaklaşımlara, yorumlara da çok da takılmamak gerektiğini düşünüyorum.
Feyz: Evrensel bir mesaj olarak, Hz. Peygamber'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem); "Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim" mesajı bugün sizce Müslümanlarda ne kadar karşılık buluyor?
Metin Karabaşoğlu: Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "Ahlâk dinin kabıdır." buyuruyor. Bu anlamda ben bu zamanın müminleri olarak bizim kabımızın kırık değilse de çatlak olduğunu görmemiz gerektiğini düşünüyorum ve bugün yeryüzünde 1 milyarın üstünde Müslüman var ise buna karşılık İslâm'ın sesi duyulması gereken şekilde duyulmuyorsa bunda bizlerin Müslümanlar olarak İslâmi ahlâkı, o Kur'ân ahlâkını, o Peygamberi ahlâkı, hayatlarımızda layıkıyla yansıtamıyor oluşumuzun rolü olduğunu düşünüyorum. Burada gene Hz. Peygambere (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) farz ibadetlerden sonra ibadetlerin en faziletlisi sorulduğunda, "güzel ahlâktır" der, "sonra" der sahabe, Hz.Peygamber "güzel ahlâktır" der, sahabe "sonra" der, "güzel ahlâktır"der. Yine "sonra" dendiğinde de güzel ahlâkı tarif eder. Hani "güzel ahlâk da, gücün yettiği halde bağışlayıcı olabilmendir." der. Ki Hz. Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Mekke'nin fethinde sergilediği bağışlayıcılık bunun bir zirve örneğidir.
Peki işte biz bu günün müminleri bakalım, daha önce de bir sorunun içerisinde ifade etmiştim, o denge hali Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve sahabelerindeki denge; ne ezik ne de öfke ve hınçla dolu, o denge o iç huzur hali ve o iç huzurun içini dolduran merhamet, şefkat, affedicilik ve bunun bir tezahürü olarak ki, gösterilmesi sadaka hükmünde olan tebessüm, bunlar hayatlarımızda ne kadar var? Bu mânâda hani ahlâkımız, amelimize ne kadar arkadaşlık ediyor Bugünün müminlerinin şöyle bir kendi iç dünyalarına çekildiklerinde akşamın bir vakti diyelim ki televizyon karşısında uyuklamak yerine yatsı namazından sonra şöyle bir on dakika kendi hallerine kalıp düşünmeleri gereken, sormaları gereken bir sorudur bu. "Ahlâkımız amelimize ne kadar eşlik ediyor, ne kadar arkadaşlık ediyor ve biz İslâmi ahlâkı layıkıyla, gereğince temsil edebilme noktasında ne durumdayız?"
Bu soruyu sorabilsek sadece bu bile bizi çok ileri bir ufka ulaştırır.