Aslında Musibetler Lütuf Ve Armağandır... / Şenel İlhan Beyefendi’nin Sohbetinden

“Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155)
“Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” (Nisa, 4/79)
“Birinizin başına bir musibet/acı bir şey geldiği zaman, ‘Biz Allah’a aitiz ve biz O’na döneceğiz. Allah’ım! Başıma gelen musibetin/acının mükâfatını senden bekliyorum, bundan dolayı bana ecir ihsan et, benim için onu daha hayırlısıyla değiştir.’ desin.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 17-18; Müslim, Cenâiz, 3)
“Batan bir diken bile olsa başına gelen her musibet/acı, Müslüman’ın günahlarına kefaret olur.” (Müslim, Birr, 49; Muvatta’, Ayn, 3)
Yukarıda zikrettiğimiz ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler bir müminin başına gelen bela ve musibetleri nasıl yorumlaması ve nasıl değerlendirmesi gerektiği konusunda çok önemli ipuçları vermektedir. Bu ayet-i kerimeler ve hadis-i şeriflerden açıkça anlaşılmaktadır ki imtihan ve eğitim için gelmiş olduğumuz dünya hayatında işlerimizin hep yolunda gitmesi, başımıza hiçbir sıkıntı, hastalık, zorluk, bela ve musibet gelmemesi dünyaya gönderiliş amacımıza aykırıdır. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler çerçevesinde musibetleri değerlendiren İslam âlimleri, başa gelen her musibetin biri insana bakan, diğeri Allah’ın merhametine bakan iki yönü olduğunu ifade etmişler ve insana bakan yönüyle her musibet, ilahî adaletin bir tecellisi olarak, bir cezadır veya günahlara kefarettir, Allah’ın rahmetine bakan yönüyle ise her musibet, ilahî bir lütuftur, bir inayet cilvesidir, demişlerdir. Evet bu bir hakikattir ki musibetlerin arkasında, aklıselim sahibi insanların görebileceği veya bulabileceği çok büyük faydalar, ilahi hakikatler ve hikmetler gizlidir.
Musibetlerin bir faydası da şudur: İşlenen günahların cezası, sonsuz ahiret hayatına kıyasla çok kısa olan bu dünya hayatında karşılık bulur. Böylece ağır cezaların olduğu ahiret mahkemesine bırakılmaz. Bu şekilde Allah, kullarını hafif bir ceza ile bağışlar. Musibetlerin bir diğer yönü ise insanların kıymet ve değerlerini ortaya çıkarmasıdır. Zira özellikle manevi büyükler, “musibet başa gelmeden sadece çok amelle, çok ibadetle insanların değerleri ortaya çıkmaz, insanın değerini ancak musibetler karşısındaki sabrı, tutum ve davranışı ortaya çıkarır” derler. Bu nedenledir ki kulların kıymetini ortaya çıkarmak ve onlara ahlâki yönden artı ve eksilerini göstermek için Allah Teâlâ bazı ayetlerde fitne ile kullarımı denerim diyor ki, burada fitne, belâ anlamındadır. Belâ ise Arapça bir kelime olup nimet ile de külfet ile de imtihana tâbi tutulmak ve denenmek demektir. Musibet de Arapça bir kelimedir “insana kendi iradesi dışında isabet eden ölüm, hastalık, kıtlık, kuraklık, deprem gibi afetler ve felâketler” anlamına gelir. Halk arasında kullanılan anlamıyla fitne kelimesini dedikodu yapıp fitne çıkarmak, gibi eylemler ile karıştırmamak gerekir. Fitne kelimesi, fettan ile aynı kökten gelen bir kelimedir. Fettan demek güzel gözlü bir kadının aşk ateşiyle bir erkeği kendine çekmesi, bağlaması, yakmasıdır ki kulun başına gelen fitneler de yakıcılığı ile kuldaki Allah aşkını veya ondaki güzellikleri ortaya çıkarır. Bu konuda daha anlaşılır bir örnek verecek olursak; altın ve gümüşün saflaştırılması için ateşe atılıp değerini düşüren madenlerden arındırılmasıdır. Bunun gibi bela ateşi de insanı kötü duygulardan arındırıp saflaştırır, kalbi kaplayan ve karartan günah kirlerinden temizler. Özellikle kalp, zikir ve ibadetlerle temizlenemeyecek kadar zulmet kapladığı zaman Allah Teâlâ Hazretleri sevdiği kullarına her günah kirine veya manevi hastalığına şifa olabilecek uygun musibetler verir. Zira tıpta da böyledir, yani her hastalık zıddı ile tedavi edilir.
Bu açıklama ile şu gerçeği tekrar hatırlatmakta fayda var ki her musibet için ilahi ceza denmesi doğru değildir. Zira sıkıntıların en büyüğünü günah hususunda masum ve mahfuz olan peygamberler çekmiştir. O zaman onların çektiği sıkıntıların ayrı bir anlam ve hikmetinin olması gerektiği ortadadır. Bu konuda şu hadis-i şerif çok açıklayıcıdır:
“İnsanlar içinde en ağır imtihana çekilenler peygamberlerdir. Sonra sırasıyla (rütbeleri) onları takip edenler, sonra onları takip edenlerdir. Kişi dinine göre müptela kılınır (imtihana çekilir). Eğer dininde salâbetli ise imtihanı (göreceği bela ve musibet) ağır olur. Eğer dininde gevşek ise o oranda imtihan edilir. Bela o kimseyi devamlı takip eder. Böylece kul, yeryüzünde hatası olmadığı halde yürür.” (Râmûzu’l-Ehâdîs, s. 71, 983. hadis; Ahmed b. Hanbel; Buharî; Tirmizî; İbn-i Hıbban; Müstedrek; bk. İbn-i Mâce II, 1321, 1331, 1335)
Bu sahih hadis-i şerifte açıkça iyi bir kul temizlenene kadar belâ onun yakasını bırakmaz deniyor. Malumdur ki Allah Teâla’nın bir ismi de Rab’dir ve bu isim terbiye eden anlamına gelir, nitekim öğretmenlere mürebbi denmesi bundandır. Teşbihte hata olmaz; Rabbimiz kullarının dünyadaki eğitimine çok önem veren titiz bir öğretmen gibidir. Şimdi bir öğretmen düşünün ki bu bir anne olsun; kendi evladı da onun öğrencisi olsun. Bu öğretmen anne, evladının eğitimi için okulda başka evde başka olmak zorundadır, yani evde tam bir anne iken okulda ise kendi çocuğuna disiplinli bir öğretmen olarak davranır. Bu çocuk, annesinin evdeki hoşgörüsünü okulda da beklerse onun eğitimi bir facia olur. Rabbimiz de böyledir, konu eğitim olunca bizleri eğitmek ve yetiştirmek için Rabbimiz bazen kullarına öyle sert davranır ki bunun hikmetini anlayamayacak kadar cahil olanlar Allah’ın merhametini sorgulamaya bile kalkabilirler. Hâlbuki bu sertlik aslında sevgi, şefkat ve merhametin açık bir yansımasından başka bir şey değildir. Zira dünyada işlemediğimiz hata ve günah kalmamışsa Rabbimiz bizi elbette böyle temizleyecektir, yoksa başka nasıl olacaktır.
Resulullah Efendimizin (s.a.v.) bu konudaki hassasiyetini ortaya koyan şu olay çok ibret vericidir. Hazreti Hatice annemiz (r.a.) sekerat halinde, yani ölmek üzere iken Peygamber Efendimize (s.a.v.), “Ya Resulallah; benden sonra birini sevecek misin?” diye soruyor. Dikkat edelim, “benden sonra evlenecek misin?” değil, “sevecek misin?” diye soruyor. Peygamber Efendimiz de (s.a.v.) “Evet” diyor. Ve bu söz üzerine Hazreti Hatice annemiz gözleri yaşlı olarak vefat ediyor. Vefatından sonra bazı sahabeler Peygamber Efendimize (s.a.v.), “Ya Resulallah, son nefesinde Hz. Hatice’yi niye böyle üzdünüz, başka türlü yapsaydınız olmaz mıydı?” diyorlar. Peygamber Efendimiz de (s.a.v.) “Onun dünyayla hiçbir bağının kalmasını istemedim, ahirete tertemiz gitmesi için böyle konuştum” diyor. İşte bu hadiseden kendi adımıza çok dersler çıkarmamız gerekir. Çünkü dünya sevgisi ile ölmek hadis-i şeriflerde kınanmıştır. Dünya sevgisinin en büyük tehlikesi ise sû-i hâtimeye sebep olmasıdır. Bunun için aklı başında bütün İslam büyükleri son nefeste sû-i hâtime ile ölmekten korkmuşlardır. Sû-i hâtime, kötü bir şekilde ölmek demektir ki; iki çeşittir. Birincisi Allah korusun imansız ölmektir, ikincisi ise kalbinde dünya sevgisi ile ölmektir. İmansız giden tamamen helâk olmuştur ona yapacak bir şey yok. Ama adam mü’mindir, imanlıdır lakin dünya sevgisi ile ölmüştür. Bu kişinin kalbi dünya sevgisinin çokluğu kadar zulmet doludur ve bu zulmetten dolayı kabirde kâfirler gibi azap çekebilir.
O halde dünyayı sevmek konusunda şeriatın koyduğu ölçülere ve sınırlara dikkat etmeliyiz. Aksi halde kalpte oluşan zulümatlar bizi sû-i hâtimeye kadar götürebilir. Daha açığı, bazı ibadetler, istiğfarlar, tövbeler bir yere kadar kalpteki zulümatları silse de hata ve günahlarımız çok ise sadece bu ibadetlerle tamamen kurtulamayız. Kalpteki zulümatları, bu ibadetlerden daha çok dünyada çekilen bela ve musibetler siler. Buna rağmen silinmezse kabir azabıyla, onla da silinmezse ahiret âleminde yaşanan zorluklarla ve en netice cehennem ateşiyle silinir ki bu nedenle dünya sevgisiyle ölmeye karşı çok dikkatli olmak gerekir.
Musibetleri değerlendirme konusunda sahabe efendilerimizin tutumları örnek alınmalıdır. İlmin kapısı Hazreti Ali (r.a.) başına gelen musibetler karşısında üzülmez, aksine sevinirmiş. İslam’da musibet istenmez ama istenmeden başımıza gelen musibetlere de Allah Teâla’nın bir rahmet operasyonu diye bakabilmeli ve “Rabbim inşaAllah bilmediğim günah kirlerinden beni temizleyecek, gönlümdeki zulümat perdelerini kaldıracak” diye sevinmelidir. Hz. Ali Efendimiz (r.a.) böyle yaparmış sevinirmiş. Biz de onun gibi yapacağız. Moral bozmak, ümitsizliğe kapılmak yerine bu psikolojiye girerek sevineceğiz. Musibetlere böyle tepki veremiyorsak da kendimizi ciddi ciddi sorgulayacağız, zira bizler terbiye ve eğitim için yaratıldık, bunun için dünyadayız ve imtihandayız, bu gerçeği hiçbir zaman unutmayacağız.
İşte dünya hayatına bu zaviyeden bakınca Rabbimizin üzerimizdeki işlerini daha iyi anlamaya, her şeyi yerli yerine koymaya başlarız. Mesela özellikle tembellikten kaynaklanmayan fakirliği daha farklı değerlendirebiliriz. Zira ayet-i kerimeler ve hadis-i şeriflerde açıkça görülüyor ki Rabbimiz merhametinden dolayı, dünyaya aşırı bağlanmayalım, aşırı sevgi duymayalım diye dünyanın birçok nimetini Müslümanlardan esirgemiştir. Hatta müminlerin kalbi karışır diye kâfirlere mal mülk verirken dahi dikkat etmiştir. Mesela aşağıdaki ayetlerde bu konu gayet açık anlatılır.
“Eğer bütün insanlar (kâfirlere verdiğimiz nimetlere bakıp küfürde birleşen) bir tek ümmet olacak olmasalardı, Rahmân’ı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları merdivenler yapardık. Evlerine (gümüşten) kapılar ve üzerine yaslanacakları koltuklar ve altın süslemeler yapardık. Bütün bunlar, sadece dünya hayatının geçimliğidir. Rabbinin katında ahiret ise, O’na karşı gelmekten sakınanlarındır.” (Zuhruf, 43/33-35)
İşte bu ayetlerden anlıyoruz ki Allah Teâlâ kâfirlere daha çok verecek ama müminlerin imanları tehlikeye girebilir diye vermiyor. Buna rağmen yine de veriyorsa kâfirleri sevdiğinden dolayı değil ahiretteki azapları artsın diye veriyor. Hatta daha çok verecek de Müslümanların aklı ve kalbi karışacak diye bunu esirgiyor. Yani onların hayatlarına özenip kâfir olmasınlar veya dünyaya aşırı bağlanmasınlar diye vermiyor. Zira hadis-i şerifler de açıkça belirtiliyor ki “Allah dünyaya sivrisineğin kanadı kadar değer vermiyor, değer verseydi kâfirlere bir yudum su bile içirmezdi”.
Burada bu konu ile ilgili bazı incelikleri de açıklamak yerinde olur. Mesela bir insana musibet gelince Allah’a sevgi hissetmesi azalabilir, bu normaldir. Çünkü insanların geneli Allah’ı verdiği nimetler nedeniyle daha çok iyilik ve ihsan üzere severler. Musibetler bu sevgiyi azaltsa da musibet kalkınca sevmeye devam ederler; zira o insanların psikolojileri anne veya babasından azar yemiş çocuk gibidir. Mesela çocuklar yaramazlıklarından dolayı anne veya babalarının onları azarlamalarına kızarlar ama bunun arızi ve geçici bir durum olduğunu bilir, yine de onları sevmeye devam ederler. Müminler de böyle olur, musibetin acısı geçer, Allah sevgileri devam eder.
Bu konuyla ilgili açıklanması gereken bir incelik daha vardır. İnsan yaratılışı gereği bir konuda kendini haklı veya mantıklı görse Allah’a bile itiraz edebilir. Mesela doğuştan kör olan, topal olan bir adam böyle olmayı sevmez. Allah benden bu nimetleri niye esirgemiş, diye düşünüp bunu kendince mantıksız bulabilir, bu düşünceyi normal görmek gerekir. Zira şerri şer görmek normaldir. Burada yapılacak şey bu durumun arkasındaki hikmeti düşünüp, isyan veya itiraz etmeyip Hakk’a teslim olmaktır. Zira insan gaybın ne getireceğini ve kendisi için nelerin hayır ve şer olduğunu bilemez. Şeytan gibi olmamak gerekir, şeytan kendi akıl ve görüşünü beğenip Hakk’a isyan yolunu seçti. Adem aleyhisselam ise Hakk’a teslim olup boynunu büktü. Tekrar edersek, Allah’ın yaptığı bazı işleri insan gaybı bilemediği için zahiri görünüş itibariyle mantıksız bulabilir, böyle düşünebilir, böyle düşünmekle isyankâr sayılmaz. Zira Allah Teâlâ kullarını böyle şeylerle imtihan eder. Nitekim Kur’an’da bahsi geçen Tâlût-Câlût kıssası böyledir. Tâlût çölün ortasında ordusuna su içmeyi yasakladı, bunu mantıksız bulanlar savaşı terk etti, zarar etti, bu emire teslim olanlar savaştı ve kazandı. Musibetleri değerlendirirken bilinmesi gereken bir mesele daha var. Örneğin savaşırken yaralandın, acıdan kıvranıp âh dedin, burada acıdan âh demek de, ondan kurtulmak istemek de isyan değildir. İsyan, savaşı terk edip kaçmaktır veya Allah’a karşı kin veya düşmanlık duygu ve tavırlarını taşımaktır. Konuyu bir örnekle daha açıklayacak olursak; diyelim ki doğuştan cücesin, beş kuruş etmeyen adamlar tependen kibirli kibirli bakıyor. Bu hoşuna gitmez ama isyan etmezsin, kader der kulluğunu bu halde yerine getirir, rızayı terk etmezsin ama cüceliği de hoş görüp sevmezsin. Hastalığı da fakirliği de böyle görmek lazım. Bunlara vereceğimiz tepkiye göre ne olacağımız ortaya çıkacak. “Ya Rabbi ben senden razıyım ama bu sıkıntılarımı da gider” demek de böyledir. Yani böyle dua etmek de normaldir. Neticede bizler aciz varlıklarız. Başımıza musibet gelmiş ise böyle tepki vermemiz de normaldir.
Evet, bir kişi hep Allah derse, Allah onu darda ve zorda bırakmıyor. Hep Allah deyin, her konuda Allah’tan yana tavır koyun, eğer manevi makam sahibi olmak istiyorsanız önce Allah’tan razı olun, işte o zaman makam sahibi olursunuz. Manevi makam sahibi olmak hacca, umreye gitmekle olmaz, önce Allah’tan razı olmakla olur. Bunun için tevekkül ve rıza sohbetlerini peynir ekmek yemek kolaylığında öğrenmeniz gerekir. Kendi nefsinden örnek verilmesi hoş değildir ama örnek almanız için söylüyorum, beni ben yapan musibetlere karşı ortaya koyduğum sabırdır. Dünya cehennem gibi ama ben yine de Allah’tan razıyım. Son olarak musibet ehline övgü dolu bir hadis-i şerif ile sohbeti noktalayalım.
“Bazıları kıyamet günü bela ve musibetlerle imtihan olunanların mükâfatlarını görünce, keşke bizim de derilerimiz makasla doğransaydı diyeceklerdir.” (Tirmizi, Zühd 59, h. 2402)
Evet, işte bu çok çarpıcı hadis-i şerif ile sohbeti bitiriyorum. Allah’a emanet olun.
(Bu yazı Şenel İlhan Beyefendi’nin sohbetlerinden bir derlemedir.)