İnsanı sevmek günümüzün klasik sloganı haline geldi. Klasik slogan diyorum çünkü sadece slogan. Oysa slogan, ideolojilerin çöplüğe atıldığı dönemlerden beri, adeta holiganların işi haline geldi. Slogan ve holigan… Birisi ideoloji bezirgânlarının vasıfsız kelamı, diğeri ise bu sözlerin vasıfsız işçileri… Sevgi ise, vasıflı insanın sıfatı. Hem de en belirgin, en mümeyyiz, en incelikli sıfatı. Dolayısıyla ne holiganizm, insanla eşleştirilebilir, ne de slogan. Oysa insanın derinliklerinde yapılan yolculukların köşe başında hep sevgi var. Insanın iç dünyası adeta, sevgi duraklarıyla ve sevgi yumaklarıyla dolu. Sadece keşfedilmeyi ve çözülmeyi bekliyor. Aslıyla insan, sevgiyle iç içe, sevgiyle yoğrulmuş, sevgiye müştak.
Yani sevgisiz insan düşünmek mümkün değil. Peki günümüzde duyguları dumura uğramış insan topluluklarını nasıl yorumlamak lazım? Adaletten mahrum, merhametten bihaber, kibrine kavî, seyrinde serseri, bizim tabirimizle "kendini bilmez…" Insanın hayat içindeki yeri ve konumu, insanın çevreyle olan ilişkisi, çevreden insana ve insandan çevreye olan akım ve etkileşim, hep, merkezinde insanın duygu ve düşüncelerinin esas alındığı bir konum belirleme hükmünde. Hayat açısından, insan, hayatın merkezinde duran asli unsur, herşey ona göre planlanmış, çevre ona göre düzenlenmiş. Hayatın aktif öznesi insan. Insan, kendisinin merkeze alındığı bir konumda yaşıyor, yaşatılıyor.
Nitekim hayatı tek başına değerlendirmek mümkün değil, çünkü hayat, insanla birlikte bahşedilmiş adeta. Nitekim hayatı sorgulama görevi de insana verilmiş. Burada en önemli ayrıntı, insanın kendisiyle ilgili farkın- dalığı. Kendisinin farkında olma gereği. Bizim kültürümüzde buna "kendini bilme" deniyor. Bu nedenle, "Kişi arif olmaz, kendini bilmek gibi" denilmiş… Hatta hayatın en büyük sırrı olan imti- han da, aslında insanın imtihan edilmesinden ziyade, insanın kendisiyle imtihanı olarak yorumlanmış. Kendini bilmekle duygulanmak arasında yine duyguyla başlayıp, duyguyla devam eden, hikmetle sonlanan ve yine hik- met le beslenen emin bir çizgi, keskin bir irtibat var. Insanın kendisiyle ilgili manevi yolculuğu, "duyguya" kutsallık noktasında başat bir rol biçiyor. Yani duygu aslında insanın kutsalını temsil ediyor, bedenine kıyasla değerleniyor insan, duyguları sayesinde. Çünkü insanın içinde ruhu temsil eden insan ve yine insanın içinde nefsi temsil eden hayvan var. Insana düşen görev ise "Içindeki insanı, içindeki hayvana ezdirtmemek."
Halk arasında meşhur kıssadır: Babası çocuğuna sürekli "Sen adam olamazsın!" der ve yıllar sonra evlat, babanın karşısına o beldenin idarecisi olarak çıkıverir. Nihayetinde babasını huzuruna getirtir ve; "Bak, sen bana 'adam olamazsın' demiştin ama ben vali oldum' der. Babası oğluna "Evet, sen vali olmuşsun ama adam olamamışsın!" diye cevap verir. Bu hikâyeden hareketle günümüz insanının insan olma hususunda yola çıkıp çıkmadığından tutun da, insan olmanın gerekliliğini ne denli arzuladığına kadar konunun sorgulanabilir tarafları üzerinde duracağız.
Çünkü burada adam olma üzerinden yapılan vurgu, aslında insan olmaya dair bir çabanın sorgulanmasıdır. Acaba günümüzde insan, insan olmak gibi bir kaygıyı yeterince taşıyor mu? Bu kaygı onu, insan olma hususunda ne kadar uyarıyor ve nasıl insan olunacağına dair ciddi arayışları var mı? Insanın, kendisi hakkında ne olmak istediğine dair ne kadar seçici olabildiğini sorgulasak, herhalde yanlış bir şey yapmış olmayız, değil mi? Çünkü insan, ne yazık ki, günümüzde, insan olmanın haricinde her yola kendini kaptırmış, her olumsuzluğa tevessül etmiş durumdadır. Giyim- kuşam ve şekil-suret olarak kendini çok farklı bir yapıda topluma takdim etmeye çalışması, acaba, o belirsiz ruh halinin, yine ne olduğu belirsiz arayışların bir göstergesi değil midir? Giyim-kuşam ve şekil-suretin ötesinde insan davranışları, insanın ne olmak istediğine dair ilginç ipuçları vermekte…
Insan davranışlarıyla insan olma hali arasında günümüzdeki uçurum, insanın kendi öz benliğinden ne kadar uzaklaştığının daha ciddi bir göstergesi olarak önümüzde durmaktadır. Insan neyi nerede aramaktadır ki, bulduğu şey bir türlü kendisi olamamakta… Hal böyle olunca, gerçekten, insanın kendisiyle ilgili ciddi ve samimi arayışlarının olup olmadığını sorgulamamak elde değil… Evet, talip olduğu değişkenler açısından, insan, insan olma dışında her şeyi aradı. Fakat sadece ve sadece insan olmayı hiç ama hiç ne arzuladı ne de aradı. Bu yaygın gerçek, bu sözleri felsefi bir önerme olmaktan çıkarıyor, ne yazık ki, ontolojik açıdan insanı, özünde bir yere bağlanamamış, belirsizlikler içinde bir canlı kılıyor. Peki ne olmuştu da insan, insan olmaktan çıkmıştı? Insan olmak neyi gerektiriyordu? Insan, niye önce insan olmayı başarmak durumundaydı? Insan olmanın en büyük getirisi ne idi? Insan, insan olunca neyi kurtaracak ve ne olacaktı? Tüm bu soruların cevabının ortak noktası insanın yaratılış gayesi, yani niçin yaratıldığı, yaratılışındaki hikmet, Yaratıcıyla arasındaki diyalog, hepsi ama hepsi insan denen esrarengiz canlının varlık nedeniyle ilgiliydi. Insan, kendisi seçerek insan olmamıştı. Insan, insan oluşu itibariyle seçilerek insan olmuştu. Yani insan, insan olarak yaratılmakla kendisinin kurgulayamadığı nedenlerle hayat bulmuş, kendisine hayat bahşedilmiş, kendisine hayatiyet kazandırılmıştı. Yani, yoktan varedilmişti. Işin en çarpıcı tarafı bu olmakla kalmayıp, çok çeşitli cihazatla donanarak tamamen gayeci bir muhteva içinde hayatiyet kazanmış, üzerindeki donanım ve cihazatla belli bir amaç ve gaye ile dünya denen mekâna gönderilmekle belli bir amaçla donatılmış bir hayata göz ve gönül yelkenini açmıştı. Bundan sonra, insanın yelkenini, zaman denen rüzgâr şişirecekti. Insanın kendi kabiliyetleriyle birlikte, insanı durduran ya da harekete geçiren şeydi zaman. Çünkü insan, artık zaman açısından dünya seyyahı, mekân açısından yeryüzü sakiniydi.
Insanın bütün cihazatı sadece sıcak ve soğuğu algılamak için değildi. Arasıra, sıcak ya da soğuğa bağlı olmaksızın, gönül penceresi dediğimiz bir yerinden,
içinde toksik maddelerin de bulunabildiği gözyaşı denen billurlaşmış sıvılar akmaktaydı. Bu sıvı, kaskatı ve cansız bir heykelden akıyor olsa yadırganır ve gerçek dışı bulunurdu. Fakat gözyaşı denen o sıvı insana çok yakışıyor ve kendi mahiyeti hakkında insana bir ipucu, bir bilgi veriyordu. Neydi ki gözyaşı, nasıl bir şeydi? Nasıl bir şeydi ki, hem üzülünce hem sevinince kendine bir yol buluyor, o daracık kanallarında dolup dolup boşalıyordu… Ne imalatı insana aitti, ne de muhtevası… Insanın bir dahli yoktu içinde… Neydi gözyaşı, nasıl bir şeydi ki, duygu denen ilginç hisle varlık buluyordu. Yani duyguyla besleniyordu. Duygusuz olsa aç kalırdı insanın gönlü, gözyaşından mahrum ve habersiz olurdu gözyaşı kanalları... Duygu denen şey neydi acaba, nasıl bir şeydi? O olmayınca gülemeyecek, o olmayınca ağlayamayacak mıydık? Neydi, gülmeyi gülme, ağlamayı ağlama yapan hassa… Keşke günümüzün materyalistleri, insanı birkaç damla kan, birkaç kilo etle açıklamaya çalışan, duygudan yani insandan mahrum yorumcular, insanı tanıyabilme hususunda biraz daha ferasetli olabilseydiler… Insana ne denli büyük bir haksızlık yaptıklarının farkındalar mı acaba? Ya da farkında olabilirler mi? En önemlisi de farkında olduklarında hala materyalist kalabilirler mi? Tabii ki hayır, çünkü o zaman gözyaşı kanalları duygu molekülleriyle dolar ve insan olma imtiyazını farkederler…
Peki duygunun ardındaki gerçek ne? Nedir duygunun hikayesi? Bizzat gözümüzün içinde, bir çağlayan gibi fışkıran gözyaşını besleyen ve insana, adeta gözüne sokarcasına benliğinin bütün derinliklerinde insan olma imtiyazını ve varlığını hissettiren, gözyaşını tahrik edici bu unsur ne? Duygunun tabiatında neler var? Acaba günümüz mistikleri bunu çözebilmişler midir? Gözyaşı biraz somut idi, gözyaşını tahrik eden duygu ise tamamiyle soyut… Yani birisi objektif bir kurguyla karşımızda, maddesel boyutu var, adı da gözyaşı; duygu ise tamamiyle subjektif, esrarengiz, yani alabildiğine gizemli; adı üstünde sır işte… Duyguyla ilgili düşüncelerimizi gözden geçirdiğimizde, karşımıza, duygunun insana verilmiş bir sır hükmünde olduğunu görüyoruz. Yani, "vermek istemeseydi, istemeyi de vermezdi" cümlesiyle özetlenen bir sır… Yani bir vericisi bulunan, gayet fonksiyonel, meydana geldiğinde kalp denen ette yanma, göz denen organda da zaman zaman gözyaşı husule getiren bir hassa, organik bütünlüğümüzü ve vücut kimyamızı değiştiren farklı mı farklı bir oluş, ruhi bir yapılanma, insan olma nezahetiyle varoluş…
Duygu, aynı zamanda bir düşünce öncülü, Çünkü ayne'l yakin hissedilen duygu, belki de düşünceye en sağlam temellerini attırıyor, mistikler için, insan için, arayışı olan için, epistemik değeri yüksek bir kaynak. Düşünce ise, kendi iç lisanına mantık olarak tercüme edilen bir belagat unsuruyla iç içe… Sanki o olmayınca konuşamıyor beyin, konuşunca da doğru şeyler söylemek zorunda; o nedenle de mantıkla hemhal… Onunla beraberken beyin denen etli kısım, zevkten dört köşe oluyor. Buradaki atomların ahenkli cümbüşü, gürültüsü, kalp denen etli kısmımızda manevi impulslarla hızlı gelgitler yapmakta. O nedenle insanın kendi bütününde düşünceyi de duygudan ayrı düşünmek mümkün değil. Bu sayede düşünürken duygulanıyoruz. "Entelektüel zevk" denen şey de böyle oluşuyor...
Duygulanan, gözyaşı döken, düşünen bir canlı olan insanın kendini bulma, kendi olma çabaları bugün insanın içinde bulunduğu açmazları aşmaya yeter mi sorusunun cevabı, her zeminde ve her zamanda "evet" olmalıdır. "Evet" olmalıdır ki, insanın arayışları, kendi gizemine, sırlarına, "tam tanımlanamaz" oluşuna denk bir biçimde devam etsin…