Bilgilendirme:
(Zübeyir Gündüzalpin Talebesi, Nurcu, Feyz dergisini seviyor ve İslam birliği üzerine çok duruyor. Ehli beyt üzerine üzerine duruyor.)
İslam Birliği
Ali Kemal Pekkendir: Risale-i Nur ahir zaman fitnesi karşısında ıslahçı bir harekettir.
İttihad Yayınevi kanalıyla yayınlanan 40'ı aşkın Risale-i Nur'da ihtisaslaşmış çalışmalarınız, eserleriniz, derlemeleriniz çıktı. En mühimmi de İslam Prensipleri Ansiklopedisi ve sanıyorum 4. baskıyı yaptı.
Şimdi bu çalışmaların ağırlıkla 2 konuda yoğunlaştığını görüyoruz. Birisi İttihad-ı İslam (İslam Birliği), ikincisi de Nur Talebelerini hatalı hizmet tarzından alıkoymak için, Risale-i Nur'un asıl temel mesleki unsurlarını hatırlatıcı, ikaz edici çalışmalar, hizmet düsturları…
Neden, siz kendinize bu iki sahayı seçtiniz? İttihad-ı İslamı tahşidad ve Hizmet Düsturlarına bağlılığı hatırlatıcı, ikaz edici çalışmalar.
Şimdi hepimizce malum, "vazifelerin tercihinde" hadiseler çağırır, şimdi merhum Zübeyr Ağabeyle, İstanbul'da 5-10 senelik hayatımız var biliyorsunuz. O dönemler bizim Nurculuk bünyemizde Risale-i Nurun açıkça "hayır olmaz" diye belirtmiş olduğu düsturlarımıza hizmet prensiplerimize aykırı düşen, fakat hizmet prensipleri manasında ortaya konulan durumlar oldu. Merhum Zübeyr Ağabey (Zübeyr Gündüzalp) bundan dolayı çok üzüldü.
Yani siyasete bulaşmak, gazetecilik gibi mi?
Rüştü Tafral: Evet, yani usulsüz bir şey. Siyaset-i İslamîye olsa, pekâla diyeceğiz. Kaçmaktan başka çare bulamadım. Uzun zaman, Süleymaniye'de beraberken yani, Anadolu'daki Risale-i Nur Hareketinin beyin manasındaki merkezi olduğu halde, biz ikimiz oradan rutubetli bir eve geldik ve ikimiz orada sanki yasak bölgedeyiz, kimse bize gelmiyor, yani Nurcular gelecek diye korkuyorlar. Artık anlayınız ki Zübeyr Ağabey ne kadar üzülüyordu bu durumdan, O, mesul makamında aynı zamanda. O cihetten Merhum Zübeyr Ağabey ile olan görüşmelerimiz konuşmalarımız, istişarelerimiz bu istikamette yürüyordu. Haliyle durum bizi de düşündürüyordu, ne olacak, bu işin sonu neye varacak bu şekliyle diye. Biz ortadan çekildik Zübeyr Ağabeyle beraber. Hatta bazıları bizi bulmak için gazeteye ilan vermiş, bizim yerimizi bilene mükafat verecek. Ondan sonra biz gele gele Tevruz dershanesine geldik.. Tevruzda biraz gelme gitmeler açıldı. Fakat hizmet adına devam eden yanlış yürüyüş, giderek daha arttı. Zübeyr Ağabey 1971 başlarında vefat etti.
Ama köşenize çekilip sessiz kalmadınız zannediyorum, 1980'lerde özellikle bu derlemeleri, İttihad-ı İslam derlemesini, hizmet düsturlarını anlatan çalışmaları, teksir makinesiyle çoğaltılıp Anadolu'daki binlerce dershanede görmeye başladık. Yani Nur Talebelerinin hizmetteki istikameti, Said Nursi Hz.lerinin esas mesleğine davet eden çalışmaları görmeye başladık.
Zübeyr Ağabeyden sonra Tahiri Ağabeyle biz, beraber kaldık. Tahiri Ağabey bu vaziyet karşısında bana destek verdi, hatta o zaman kendi parasıyla bana teksir makinesi aldı. İlk teknik girişimimizdi bu, onunla bu daireye -bu hizmet hareketine- geçtik, o zamana kadar böyle şeyler yoktu, yani yapardık ama imkanlar yoktu fazla..
Pekkendir:Tahiri Ağabey Üstad'ın en yakın talebelerinden ve Üstad "Tahiri evliya bir zattır ama Allah kendisine bunu bildirmesin" demiş öyle mi?
Rüştü Tafral: Evet, Üstad bizzat böyle söylemiş. Gerçekten de evliya bir zattı fakat kendisi bilmiyordu. Hatta Üstad kendisine "Tahiri, keramet mi istersin istihdam mı" demiş. "Üstadım istihdam isterim" demiş. Allah onu yönlendiriyor manevi cihetten. İşte Üstad o zaman demiş Tahiri Ağabeyin evliya olduğunu. Hakikaten onunla beraber vefatına kadar geçen 10 seneyi aşkın bir beraberlik sırasında onun gerçekten bir Veli olduğu kanaatine vardım. Tevazu ve ihlası, o kadar üstün derecede yani, bizzat gördük hatta zaman zaman onun o tevazuundan dolayı ağladığımda oldu.
Pekkendir:Neden Nur Talebelerini hizmetin asıl temel düsturlarına çağırıcı derlemeler yayınladınız?
Rüştü Tafral:Mektubat'ta var.. niye İmam Ali Hz.leri hakkında rivayetler çok da diğer sahabeler hakkında fazla yok. Çünkü İmam Ali Hz.lerine karşı hücum fazla olduğundan, alimlerimizin en çok O'nu anlatma gereği hasıl oldu yani, ihtiyaca göre hareket ettiler. E şimdi bu Risale-i Nurun meslek hayatı giderse, bu iş biter. Yani Nurculuk faaliyetinin müessiriyeti, hakikat-i aslı gider. Ne Nurculuk adı kalır, ne de adının içerisinde bulunan anlayış ve hareket tarzı da Risale-i Nur'a uygun olan bir hareket olur. O zaman biz o dershane içerisinde oturur, cehennemlik oluruz.
Peki Nurculuk deyince ne anlamalıyız?
Benim Nurculuk denince ilk anladığım şey: Risale-i Nur Hareketi, ahir zaman fitnesi, beynelmilel Fitne Cereyanı malum, karşısındaki Kur'an Hareketidir… Rivayetlerde de bu şekildedir. Mesela ben merak ettim Kütüb-ü Sitte'nin son kısımlarında Kitab-ül Fiten Bölümü vardır. Tamamına baktım, yazdım, çizdim, notlar aldım, çok manidar.. Diyebilirim adeta asrımızın haritası. Yani ahir zaman fitnesinin haritası gibi geldi bana. Hatta benim bu hususta bu bilgisayarda bir derlemem var, yani senin bunu soracağını bilmediğim halde bu günlerde öyle bir çalışma içine girmiştim. Yani "Risale-i Nurun, fitne karşısındaki vazifesi ve tarzı" konulu 3 sayfa kadar bir derleme yaptım, bana da çok tesiri oldu.. belki de neşrederiz onları. Bunu bir Nurcu illa ki bilecektir ama maalesef bugünki Nurculuk dünyamızın büyük bir çoğunluğu bu manada düşünmüyor.
Risale-i Nur ahir zaman fitnesi karşısında ıslahçı bir harekettir. Bu bilinecek ve o gizli, sinsi, Fitne Cereyanına karşı, kalbinde mutlaka nefret gerekiyor. En azından bu, Kütüb-ü Sitte'de var, Risale-i Nur'da da vardır. Mesela -Dost- derecesindekileri tarif ederken, bu bid'atlara bulaşsa bile, kalben reddetmiş olacaktır, bu şart, o yoksa Dost da olmuş olmaz. Niye? Niyesi belli yani bu asırda iki tane yol vardır. Birisi İslamî hayat yolu, diğeri de ona karşı olan sinsi Münafık Cereyanın yolu. Yani bu zamanda sadece yemek, içmek, ve yatmaktan ibaret olan bir hayat, fazlasıyla basit, lakayt ve şuursuz bir durum arz eder. Bir müslümanın hali bu şekilde olamaz, hele hele bir Nurcu zaten buna karşı cihadda vazifeli.
Bu bakımdan bunu çok eksik gördük biz. Hatta bazılarında bid'at tarafını müdafaa edebilen boyutta manzaralar göründü. Eee o zaman biz duramayız ki, yani bir şeyler yapacağız, yazacağız, çizeceğiz. Ben dersleri daha çok bu istikamette yaparım. Niye? Çünkü, ihtiyaç bu yönde. Vaziyete göre ihtiyacın durumu yönlendiriyor seni böyle böyle işler yapman gerek diye. Bu bakımdan halen de aynı yoldan yürüyorum.
Pekkendir: Bu yaptığınız çalışmaların, derlemelerin, Anadolu'ya ve İstanbula neşredilmesi neticesinde, o bid'atlara bulaşan ve hatalı hizmet tarzına yönelmiş olan gruplarda, değişim veya bir ıslah olmuş mudur sizce?
Rüştü Tafral: Bazılarında değişim oluyor fakat bu malum Sinsi Cereyan, kimin ne yapıp ne yapmadığını biliyor. Bunlar içerisinde bazı garazkârları da çalıştırıyor aleyhimde. Bunu ben yakinen biliyorum, bu bakımdan onların bulantıları var, destek olacakları yerde köstek oluyorlar. Bu bakımından mevcut Cemaatin şu andaki durumu oldukça avami hatta avam dahi diyemiyorum, Ahir zamanda avam durumu geçerli değil, avama da tahkiki iman dersinin verilmesi lüzumunu anlatıyor Üstad Hz.leri. Bu itibarla keyfiyet önem arz eder ve sen de az olmayı esas alacaksın. O zaman keyfiyeti değil de kemiyeti, çoğalmayı esas alan Nur talebelerinde, bu tür hizmet esaslarından Risale-i Nur'un asıl prensiplerinden kayma, uzaklaşma durumu ortaya çıkıyor öyle mi?
Evet aynen öyle oluyor. Halbuki Tekasür Suresi bu mevzuyu baştan sona kadar anlatıyor. Tabi anlayanlar için. O bakımdan, Risale-i Nur'da da keyfiyyet esastır. Neredeyse bir asır önce yazılmış Muhakemat'ta iki satır var, çok dikkat çekici, bilmem senin hatırında mı, ta o zaman şöyle söylüyor Üstad:
"Hem de bilâ-perva olarak ilân ederim: Beni geçmiş asırların efkârına karşı mübarezeye heyecan ve şecaate getiren (bu vermiş olduğu taraf düşman değil, bizim İslam dairemiz) ve yüzer senelerden beri sevk-ül ceyş ile kuvvet bulan hayalât (o zamanki avamın ilmi) ve evhamın müdafaasına beni gayrete getiren itikadım ve yakînimdir ki: Hak neşv ü nema bulacaktır, eğer çendan toprakta gizlense... Ve taraftar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır, eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar...Hem de itikadımdır ki: İstikbalde hüküm sürecek ve her kıt'asında hâkim-i mutlak olacak yalnız hakikat-ı İslâmiyettir."
Hak neşvü nema bulacaktır da, kişi çokluğunu kastetmiyor burada. Hak bütün kuvvetiyle ortada, fakat ona bağlı olan kişilerin sayısı az, hakiki manada. Ama hakikat-ı İslam dünyayı kaplayacaktır. "Eğer çendan toprakta gizlense (mecaz ifade bu, yani ahir zaman fitnesinin tahakkümü ile ortaya çıkamasa…) ve taraftar ve mültezimleri muzaffer olacaktır, eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden, az ve zayıf olsalar da..." Geleceğe ait anlatıyor, e bunlar şimdi Üstadın, Üstadiyet makamından gelen sözlerdir. Hak yayıldı, biz şimdi hepsini göremiyor, bilemiyoruz.. Hak geniş manada Hakka aşık olanların eline bu imkanlar geçti. Bilhassa İnternet, hani Rüya bahsinde İnternet demiyor ama, aslında diyor, yani muhatapsız hareket, yani karşınızda kalabalıklar yok, ama neşrettiklerinizin manası Beşer Dünyası içinde.
Yani İnternet vasıtasıyla milyarlarca insana neşredilebilir.
Evet. Zaten o noktada Üstad Hz.leri çok güzel açıklamalarda bulunmuş. Tabi biz Mektubattaki o dersi zaman zaman yaptık. Çok manidar geldi bana.
Neden Nur talebelerinin bu kadar grupları varken, hatta bazıları milyonlarca Nurcu var dediği halde, neden sadece sizin gibi çok az birkaç Ağabey, İttihad-ı İslam'ı ve İslam Birliğinin ehemmiyetini ders veriyor.
Şimdi Üstad Hz.leri kitapta yazıyor: "Bir Cereyan var mı? Var. Peki İslamî hareketi boğuyor mu? Boğuyor". Üstad diyor bakın bunu. "Peki bu boğan kuvvet beynelmilel Cereyan olarak, her türlü melaneti işleyebilecek bir vicdansızlık dairesinde mi? Evet". E o zaman siz bunlara karşı bir şeyler yaparken engel olacaklarına göre, bunlara karşı geniş dünyada, geniş dairede, kuvvetiniz yoksa maddi açıdan, siz ortaya çıktığınız zaman hedef olursunuz ona. O zaman ne oluyor, dar daire kalıyor elimizde.
Pekkendir: Peki İttihad-ı İslam'ın ehemmiyeti nedir?
İttihad-ı İslam olmazsa, içtimai hayattaki, ikinci ve üçüncü vazife tahakkuk etmez.
Pekkendir:İkinci ve Üçüncü vazifeler nedir?
Rüştü Tafral: İkinci vazife; Şeairi ihya etmektir yani, bid'atları izale etmektir. Yani sosyolojik hayat, İslam içtimaiyatı avamın ve herkesin İslamca düşünme, İslamca yaşama ve İslamca hislere sahip olmalarının, hatta şuurları olmadan, teminatıdır. Bu Kastamonu Lahikasında vardır, yani ecdattan bu yana gelen güzel işler, güzel ahlaklar, giderek darbelendi ve tersine çevrildi. Onun için İslam içtimaiyatı avamın ahireti kazanma hususundaki teminatıdır.
Hatta gördüğüm bir rüyayı söyleyeyim size yeri gelmişken. Çok net bir rüya. "Yeşillik, çimenlik bir yokuşta gidiyorum ben, baktım Üstad yokuşun tepesinde, eski bir somyada yatıyor. Çok hasta. Hemen ben devreye girdim, yanında kimse yok, sağa sola dönemeyecek kadar hasta, ben acı çekmesin diye, sağına soluna pamuklar koyuyorum. Ben pamukları koyduktan sonra iyileşti, kalktı bir istikamete doğru gitmeye başladı. Ben de, edeben üç adım geriden gidiyorum. Bir yere geldik, yine etraf hep yeşillik ve karşımız da bir grup var, Gençler Grubu, o kadar ki Üstadın sesini duyabilecek kadar yakındalar. Üstad konuşmaya başladı, benim de kalbim atmaya başladı, rüya olduğu halde kalbimin atışını rahatlıkla hissediyorum. O esnada Şeair hakkında bir kelam söyledi. "Şeair Haalicdir" dedi, ismi fail yaptı Ha'yı uzatarak, ama ben hiçbir şey anlamadım, lügat yazan bir kişi olarak "haalic"i anlamadım. Uzun bir konuşma yaptıktan sonra geri döndük. Haalic ne demektir sorayım Üstada dedim, adaba aykırı olmaz Üstad kendi söyledi dedim. Sağ tarafında bulunuyorum, dedim ki "Üstadım "Haalic" dediniz manası nedir acaba?" Şöyle bir baktı ve "Apansız Cennete götüren şeydir" dedi. Sosyal hayatın tesiri Şeair… derken uyandım heyecandan. Hemen orda uyanır uyanmaz "haalic'i" bir yere yazdım unutmayayım diye. Üstadın sayesinde o gece rüya yoluyla bir kelime öğrendim.
Gerçekten Şeair "Haalic" tir bilhassa avam için. Onları Cennete götüren ana sebep budur. Mesela İçtihad Bahsi 27. Söz, büyük bir mana dairesi İslam içtimaiyatıdır. Asr-bı Saadet İçtimaiyatıyla şimdiki içtimaiyatı karşılaştırıyor. Şimdikinde üç ana hastalık var diyor. Birisi malum Siyasi meraklar, diğeri Dünya hayatını birinci sıraya alma, üçüncüsü de Felsefe. Ben felsefeyi merak ettim, Külliyatta aradım, baktım nerede neyi kastediyor Üstad. Çünkü Üstadın murad manasını anlamak için kelimeleri Risale-i Nur'dan görmek gerekiyor. Felsefeyi klişeleştirdim bende. Ne dedi felsefeye, yani Külliyata istinaden diyorum bunu, "Dinden kopuk beşeri düşünce". Bu şu anda okutulan mesela fizik, kimya, aslında marifetullah dünyası.
Hatta kardeşi Abdülmecit Ağabeyin oğlu liseden sonra üniversiteye hazırlanırken vefat ediyor ve Üstad Hz.leri, kardeşine taziyenamesinde yazıyor. Bakınız Barlada, sizin dikkatinizi çekti mi bilmiyorum, felsefe deyince aklıma geldi. "Vecealehu fî kabrihi muştegîylen bi RisaletinNur bedelel Felsefetissakîyma". Gördün mü, yani Üstad Hz.leri burada mektubun başında diyor ki; "Kabrinde Risalelerle meşgul etsin çalıştırsın, dünyada kalsaydı okuyacak olduğu, manevi hastalık sebebi olan Felsefe idi…" Şimdi niçin bu böyle, Ziraat dersi marifetullah olduğu halde niçin felsefe deniliyor. Çünkü bunlar mana-yı ismiyledir. Mana-yı ismiyle olunca felsefe oluyor.
Pekkendir:Peki ikinci vazife Şeairi ihya etmek olduğuna göre üçüncü vazife nedir?
Rüştü Tafral: Siyaset-i İslam'dır. Fakat bu basit bir kuvvetle olmaz. İkinci vazife de basit bir kuvvetle olmaz, ordular lazımdır. İttihad-ı İslamın orduları gerekecek. İttihad-ı İslam olamadan İttihad-ı İslam'ın nasıl orduları olacak ki. Yalnız burada, İttihad-ı İslam hakkında bir derlememiz var elinize geçmediğini sanıyorum. Risalede geçiyor o kelimelerden "Nokta-yı Telakî". Nokta-yı Telakî'siz İttihad-ı İslam olmaz. Hürriyeti Şer'iyye olmazsa Allah hakimiyeti gider beşer hakimiyeti gelir. İnsan hakimiyetiyle İslam hayatı yürütülmez. Çünkü Hürriyet-i Şer'iyyede Allah ne hürriyetler verdiyse insan ona müdahale edip yasaklayamaz.
Yani oy ekseriyeti var diye Cenab-ı Hakk'ın yasakladığı bir şey serbest yapılamaz.
Şimdi oy ekseriyeti nerededir. Risale-i Nur'da bunlar kısmen var. Devlet idaresinde başlıca bir aristokrasi var, bir demokrasi var. Demokrasi halkın çoğunluğuna dayanırken, öteki taraf ihtisas dünyasına dayanıyor. İslam ne dedi; sen mebus olmak istiyorsan müracaat et. Müracaat eder, İslam onu bir imtihandan geçirir. Kriterlerine göre mebus olabilecek ve olamayacakları belirler, ayırım yapar. Mesela 300 kişi lazım, 3000 kişiyi müracaatlardan seçer, İslam Alimleri seçmiştir bunu, avam seçmemiş. Halka döner bunlara rey vererek seçin der. İslam hakimiyeti, vahye dayanan mana ile, yani Allah'ın murad ettiği mana ile halkın kendini idare etmesi oluyor. Bunu esas almak lazım, bunu esas almayan İslam dünyasının Nokta-yı Telakîhsi yok demektir. Doğru niye doğrudur niye eğridir, onu tespit edemezsiniz, kavga sebebidir. Onun için evvela bir bağlayıcı nokta, Nokta-yı Telakî dediğimiz bağlayıcı ana hükümlerdir ve müsellemedir, müşterekedir.
Pekkendir:Edille-i Şeriyye mi ?
Rüştü Tafral: Edille-i Şeriyye'nin inkarı mümkün olmayan kısmı. Yani buna Müsellemat diyelim. Yani gözü kapalı tamam diyecek herkes, avam, havas fark etmez burada. Müsellemata dayanan esaslar bağlayıcıdır ve Nokta-yı Telakî'dir. İyi neden iyi dir ki, bu metre, litre işi değil ki, iyiyi ona göre belirleyelim, niye iyi, neye göre iyi, felsefede niye şüphecilik esastır, neye dayanacak ki hiçliğe dayanan bir kapı. Hiçlikte sabitlik olmaz ki. O bakımdan "Vacibul Vücuddan gelecek" gelen.
Zaten şu anki imkan alemi.. Biz mesela imkanı hep dalgalı görüyoruz, aslında imkan alemi, İlmi İlahide sabittir. Ahirette sabitleştirilecektir. Şimdi kendi düşüncem yani, Mesnevide gördüm, bizler seyahat halindeyiz. Vücut elbiselerini değiştire değiştire, gittiğimiz alemlerdeki layık olan elbiseleri giye giye, biz aslında İlmi İlahiden ebede doğru uzanan hayat seyri dairesindeyiz. Bu dediğimiz ölümler mölümler geldiler gittiler, bunlar İlahi Sanat tecellileridir. Aslında bu alem de ebedi bir varlık dairesine gidecek zaten. Fakat avam bunu anlamaz tabi, avam ile bu hususları konuşmak caiz değildir.
İttihad-ı İslam noktasında, İslam'ın selametini, hakimiyetini, istiklaliyetini, istiyorsak ki istiyoruz, bundan başka İslam Aleminde yol ve çare yoktur. Gerçi Mektubatta iki şey veriyor, birisi Kudreti İlahiyle bakılırsa çok kolay olur diyor. Hikmeti İlahi bakımından ise büyük bir Cemaat lazım, Mehdi'yi anlatırken diyor. Şimdi biz esbab alemini düşüneceğiz, şimdi Kudreti İlahiye kolayca yapar doğru, mucizeler dünyası besbelli ama bize mucizeler yapacağım diye vaat etmedi ki Allah. Siz oturun, yatın, yiyin, için demedi ki…
Biz vazifeler dünyasında içtimaiyatla ilgilenen Müslümanlar olarak, ne ile muvazzafız diye bakınca İttihad-ı İslam'dan başka bir hizmet acil değildir yani?
Bir bina yaparken nasıl ki temel kazıp, çimento doldurulur, bina yıkılmasın diye, işte İttihad-ı İslam buna benzer. İttihad-ı İslam niçin lazım şimdi. Çünkü, Şer Cereyanı pek fazla mütecaviz. Şu anda mesela bu gizli Cereyanın İslam Dünyası hakkında projesi vardır. Adım adım gidiyor, sırayla gidiyor, yavaş yavaş gidiyor, toptan almıyor hedefini. Yani zannediyor musunuz ki, bugünkü mevcut şartları yarın aramayacaksın. Hayır yarın bugünü arayacağız. Ya Hu 2000'li yıllarda böyle değildik. Ya Hu ne kadar da acayipleştik diyeceğiz. Ama bu da "Feveran" sebebi olacaktır. Şimdi, diyelim ki iki kişi ölümüne kavga ediyor. Bu kavga eden adamların mevcut güçleri normaldeki yüz kişiye bedeldir. Niye? Çünkü "Feveran"dadır. Yani bütün imkanlarıyla varıyla, yokuyla karşı tarafı mağlup etmek istiyordur. Onları durduramazsınız, çünkü coşmuşlardır. İslam dünyasını coşturan sebepler çıkıyor diyor Mektubat'ta. Hadisat-ı Azime vücuda geliyor…
Pekkendir:Bunlar nedir efendim?
Rüştü Tafral: Bunlar bu sinsi cereyanın, beynelmilel Münafık Cereyanın, İslam Dünyası için projesinin hayata geçmesidir. Kendi provokatörlerine yaptırdıkları, Müslüman gibi görünen provokatörlerine yaptırdıkları bir takım işleri, Müslümanların üzerine atarak, kendi planları için zemin hazırlıyorlar… ve bazılarına da gerçekten Müslümanların vurucu kırıcı olduklarına inandırıyorlar. Ben baktım; Külliyatta, muhaliflere Üstad hitap ederken iki sınıf var; birisi aldananlar, birisi aldatanlar. Aldananlara olan hitabı ile, aldatanlara olan hitabı değişikti. Benim tespitlerim var, aldananları ikaz makamında ele alırken, aldatanlara bayağı vuruyor, bayağı vuruyor ama, yani hiç gözünün yaşına bakmadan. Aldananlara olan hitabını bazı dindar siyasiler "Bediüzzaman niye böyle diyor ki" diyorlar. Ya Hu! Muhatabı kim, onun için açık değil ama Risale-i Nur okuyarak onun makamını bilenler için açık.
1935 Eskişehir mahkemesi, bu hükümet-i İslamiyye mahkemesidir diyor. Aaaa, 1952 İstanbul mahkemesi aynı şeyi söylüyor. Mektubat'ı açıyorsunuz, "Bu komitenin başkanına derim yamyam da değilsiniz" neler diyor yani. Şimdi onu söyleyen zat burada niye böyle söylüyor acaba. Çünki oradaki muhatap başka buradaki muhatap başka. Şimdi bu Dar'ül Harp meselesinde çok dalgalanmalar oldu. Sordular ilahiyatçılar dersinde, ben de misal verdim. "Şimdi burası benim evim, parayla aldım, tapusu bende. Komşularım bana gelirken Rüştü Efendinin evine gidiyoruz diyorlar. Doğru orası benim evim. Derken bir eşkıya geldi beni bir köşeye sıkıştırdı, evimi elimden aldı. Komşular gene bu eve geliyorlar, onlara "nereye gidiyorsunuz" diye sorsalar ne diyecekler, "Rüştü Efendinin evine gidiyoruz." O zaman bu eşkiyanın çok canı sıkılır, komşuları haşlar, e o zaman ya ne diyeceksiniz, eşkıyanın evine gidiyorum diyeceksiniz ve böylece benim evimi ona mal edeceksiniz. Bu sefer Rüştü üzülecektir; "yahu bu benim komşularım ahmağın ta kendileri diyecek." O zaman, burası Fıkıh sahası değil. Bu bir içtimai hayatın, sosyal yapının tesir dünyasını nazara alarak konuşmaktır.
Bir de İmam Şafi fıkhında ebediyen Dar'ül İslam, İspanya dahi…
Bizim fıkhımızda İmameyn, hükmünü verdi. Yani neyse uzun sürer bunlar..
Pekkendir: İttihad-ı İslam'a kimler gayret etmeli, kimlere bu konuda vazife düşer?
Rüştü Tafral: İttihad-ı İslam, Nurcuların bilinen sözü geçerli olan şahısların hemen hepsi için Muzaaf Farzı Ayndır. Öyle farzı ayn değil sadece. Yani birinci derecede yapılacak olan İttihad-ı İslam'dır. Ancak İttihad-ı İslam, "İmtizacı Efkar cehl ile olmaz", Münazarat'ta galiba, Marifet ile olur. Yani fikir birliği, düşünce birliği hedef, gaye birliğinde bulunmak lazım. Yani Müslümanların sözü geçerli olan kişileri arasında Müsellamat diyebileceğimiz Nokta-yı Telakî'de hiç eksiklik bulunmayacak. Nokta-yı Telakî'de bağlayıcı ana hükümlerde, mesela şu anda bizim sahamızda az çok bilinen şahıslara "şu Nokta-yı Telakî, Esaslar ve Teferruat Meselesi dairesinde ne yapacağız?" deseniz: Size boş boş bakar ve "Ya Hu! Bu ne anlatıyor, gayb aleminden mi bahsediyor" diyecektir. Zaruri bir meseleye bu şekilde bakıyorlar. O zaman sen nereye gideceksin bu sahada, yani ne yapacaksın ki ?…
O zaman Ehl-i Beyt'e bağlı Mürşidler, Şeyhler ve Hocalar, İttihad-ı İslam için birbirlerini ziyaret mi etmeli ?
Rüştü Tafral: Ben başlattım, burada bir şeyhin yanına gittim. Seneler önce ama. Adını söylemeyeceğim şimdi. Niye? Çünkü o cemaat "Şeair"e fazla değer veriyor. Tatbikatta götürüyor yani. İyi dedik bu şekilde olması güzel, gerçi avam dünya ama…. İşte bana bir Nur talebesi geldi, görüşelim, konuşalım, tanışalım desin diye. Baktım bir teferruat meselesinin icrasından bahsetti bana.
Pekkendir:Sakal Meselesi mi?
Rüştü Tafral: Evet. Baktım ki ağacın meyveleri daha yenecek gibi değil. "Çok memnun oldum, teşekkür ederim, çok istifadeli oldu" dedim çektim gittim.
Acaba şimdi 2006 senesinde durum değişmiş midir? Yani daha ümitvar olabilir misiniz İttihad-ı İslam için?
Şimdi durum değişmese de benim durumum değişti. Belki böyle yerlere gidemem, onlara iştirak edemem ama, böyle toplulukların, ziyaretlerin, istişarelerin kurulmasını isterim.
Ahir Zaman şuuru olmayan, Ahir Zaman beklentisi olmayan, topluluklar var etrafımızda. Şimdi Risale-i Nur itibariyle düşünüyoruz, bu cemiyetin içerisinde insanlar epey bozuluyor, darbeleniyor. Avam müstakim bir merkez ister. Yani iyiye yönlendirecek, iyiyi bildiği halde, iyiyi yaşamak istediği halde, ondan avama sirayet edecek bir Şahs-ı Manevi der Üstad. Yani avam ona bağlı kalacak, o da istikameti bilebilen olarak istikamete erecek. Halbuki şu anda baştakiler, başta bulunmanın, etrafında birkaç kişiyi toplamakla olan enaniyet zevkinin terkine gidemiyorlar, gidemezler de. Gidebilselerdi ortaya çıkardı zaten, çıkar söylerlerdi. Yazar çizer bu durumu anlatırlardı.
Onun için bu durumda, Risale-i Nur'da gördüğüm o azgın Cereyanın baskılarıyla bir Seyyidler Cemaatinin feveranından bahsediyor. Şu anda dağınık gibi görünüyorlar ama.. Fakat, bir Başkumandan diye anlatıyor, ama başkumandan tabiri askeri olarak değil, o sahasında sözü dinlenen bir Seyyid. Cemaatlerin bağlandığı başlar var. Bu Başkumandan diye tabir ettiğimiz ise bu başları kendine bağlayan, en baştaki Zat. Bu kumandanlar kendilerine bağlı olan Seyyidlerle beraber, Başkumandan'ın kumandanlığı altında birleşirlerse, diyor Üstad Mektubat'ta, büyük bir kuvvet oluşur. Bu gizli cereyan bundan dolayı çok endişe ediyor, sezdirmiyor ama çok endişe ediyor aslında. Ya olursa diye… Fakat içtimai yapıda da çok ölçülü hareket etmek istiyor. Feveran ettirmemek için, hazmettire hazmettire gidiyor. Bir ifsad veya zulüm yapıyor, onun hissiyatını unutturup tekrar bir şey daha yapıyor. Yani zulümleri toptan yapmıyor. Toptan yapsa Feveran tehlikesi olacak, bunları hesap ediyorlar. Ama netice itibariyle İslam Aleminde bir teraküm oluşturuyor bu durumlar. Fakat ölçüyü tutturabilecek mi sanki. Cenab-ı Hakk Kainata hakimdir, bu gizli cereyanı şaşırtır. Biraz dozunu artırır, bu taraftakileri de biraz destekler Allah, böyle bir feveran çıkması halinde, uzun değil ama, dindarane içtimai bir devrenin çıkma ihtimali var.
O zaman bunun içinde bir yol, bir güzergah, bir plan, bir yaşayış gerekiyor?
Evet aynen öyle. Yani fiili durum derken, güzel yaşama fiili durumunu kasdediyoruz, vurucu-kırıcı hareket değil. Psikolojik olarak içtimaiyat dairesinde düşündüğümüz zaman, bir İslam kadını ya da herhangi birisi, İslam kıyafetiyle ortaya çıktığı zaman. Üstad bir hanımı tesettürlü kıyafetiyle görünce söylemiş "yirmi Vaiz kadar İslam'a hizmet ediyor"
Pekkendir: Bir vaiz kadar?
Rüştü Tafral: Bir vaiz kadar evet. Vaiz sözle söylüyor. Hatta Huteba deniyor Rivayetlerde, yani elini kolunu sallayarak, zevk alarak anlatıyor. Huteba değil Fukaha istiyor Rivayet. Fukaha Asr-ı Saadette çok vardı, Huteba (Hatibler) çok azdı diyor Rivayet. Şimdi Huteba çok, Fukaha az... Haliyle Onun için İslam dünyasının selameti, Müslümanların İslamı yaşaması ve şeairi ihya etmesine bağlı.… onun için benim de o Şeyhle görüşme sebebim buydu, o bilsin ya da bilmesin içtimaiyatı. Yapmış olduğu hareket tarzı İslam'ın lehineydi. Zaten ona da müdahale ettiler ya. Yani bir kuvvet-i maneviyi kırma çabalarına girdiler. Malumunuz cinayetler falan işlettiler. Ama bütün bunlara rağmen biz burada, ahirette ebedi kalacak olan kitabımızı yazıyoruz.
Geçenlerde yanımızda bir çocuk vardı. Merakımı celbetti Ashab-ı Kehf'i seyrettirdi bana bilgisayarda. Doğrusu bana da tesir etti, Ashab-ı Kehf'in durumu. Yani o azgınların içerisinde Tevhid hakikatini neşretmek için, hayatlarını ortaya koydular. Tabii bunun üzerine çok daha fazla değinilebilir ama zamanı değil. İzlediğim filmde Ashab-ı Kehf ortaya koyduğu maslahatta muvaffak oldular. Pek büyük kalabalıklar ortaya çıktı, bunları ikaz ve irşad etmek için, heyecanla davet ediyorlar. Derken Allah, onlar bu muvaffakıyetlerini görüp de ihlaslarına zarar getirir diye, onları hemen ortadan kaybetti.
Peygamber Efendimizin Ehl-i Beyt'ine bağlı tüm kardeşlerimize son mesaj olarak ne söylemek istersiniz efendim.
Şimdi Ehl-i Beyt düşüncesi Risale-i Nur'da gördüğümüz şekliyle, neticeler oldu, şevklendi, olmadı kuvve-i maneviyyesi kırıldı şeklinde olmayacak. Ne kadar zor şartlar olursa, ne kadar az kalırsak, istemeyiz ama, şayet öyle olursa şevkimiz daha artacak. Yük bizim omuzlarımızda deyip daha fazla ciddiyetle davaya sarılacağız. Dünya hayatının en büyük maksadı ebedi filmler çektirmektir. Ashab-ı Kehf'de bunu anladım.
Hatta bir rivayet vardır; adamın biri hayr için bir ağaç dikiyor. Diyelim ki bu ağaç hurma ağacı olsun, bilinmez ama diyelim ki ertesi gün kıyametin kopacağı bildirildi, o adam dikeceği ağaç sayısını ikiye çıkartacak. Niye? Çünkü, dünya hayatındaki film çektirme devresi bitiyor. E o ağacın meyvesini kimse yiyemeyecek? Yenmesi için değildi yahu, film çektirmek içindi. Bu hususu iyi anlamak lazım…
Kardeşim, bizim bu Seyyidler bunu biliyorlar ama bu şuuru, bu anlayışı heyecanla kalplerine koyup, şartlar şiddetlendikçe daha metin ve daha sağlam olacaklar. Şimdi benim İstanbul'daki 45 senelik hayatımın son 5-10 senesinde üzerime daha fazla hücum ettiler ve sağlamlaştım, siz de görüyorsunuz. Bayağı sağlamlaştım. Allah'a çok şükür. Şimdi yanıma kolay kolay adam gelemez çünkü iyi netice alamaz. Onun için ben onlara bakmıyorum, oldu, olmadı, olacaktı, olmayacaktı, bunlar esas değil. Esas olan iyi film çektirmektir. Allah'ın kudreti, gücü sonsuz. Allah sonlu olan kainatı an be an tasarrufunda tutmuyor mu?
Eee... tutuyorsa işte, Zübeyir Ağabey anlatıyor, Üstad Hz.lerinin âdeti değildi ama bir keresinde bacak bacak üstüne atmış. Neden böyle yapmış biliyor musun? Yine Zübeyir Ağabey anlatıyor bana: "Şimdi Rusya, İngiltere, Fransa, Üstad'ı yok etmek için Hava Kuvvetlerini birleştiriyorlar ve göğü kaplayacak kadar koca bir bulut filo halinde Üstad'a doğru geliyorlar." Farz ediniz. Elemtere'yi nazara alacağız burada haliyle. Üstad bu sefer keyif yapıyor. Niye? Hücum dairesinde, hücum olunan Müslümanın bir kuvveti yoksa, Kudret-i İlahiye devreye girer.. bize de o zaman seyretmek düşer.
Şimdi İslam Aleminin kuvveti var fakat kuvvetini kullanmıyor. İttihad-ı İslam yapmıyor. Bu sefer ne diyor, diyor ki; "Ya Rabb Sen Hakîm'sin, Adil'sin, bizi iyiden iyiye darbeletsene bu zındıklara, bizim burada iflahımız kesilsin," diye dua ediyor. O zaman da Allah bu ismen Müslüman halkı bu şekilde cevaplandırıyor. E tabi arada iyiler de güzel bir terleyecek ve güzel güzel filmler çektirecek.
Şu anda bizim bulunduğumuz devre, hakikat nokta-i nazarında en iyi devredir. Bu kadar iyi bir devre dünyada sanmıyorum ki olsun. Bir gramlık iş yaparsınız on ton sevap alırsınız. İşte Sünnet-i Seniyyeyi ihya ile bir şehit, bir veli, yüz tane evliya sevabı alacaksınız. Bu yağmadan daha önde bir şey… Onun için bu anlayışta olduğu zaman insanın kuvve-i maneviyyesi zayi olmaz. Netice oldu, olmadı önemli değil, olursa Elhamdülillah, olmazsa Elhamdülillah gene, her ikisine de Elhamdülillah. Çünkü, bu olmadığı zaman da Elhamdülillah daha güçlü gelir. Rıza-yı İlahi ve ebedi filmler çok ciddi, çok ama çok... Şimdi bu yakında izlediğim Ashab-ı Kehfe, öyle bir imrendim doğrusu. Yahu bizim de böyle filmlerimiz olsaydı …
GÜNAHLARDAN UZAK DURMAK
Âhirzaman fitnesinin dehşetli bir hususiyeti de, nefsanî hevesatı (sefaheti) esas almasıdır. Bu da ahlâkı tahrip ettiği için Bediüzzaman Hazretleri buna karşı çare olarak takvayı esas alır ve der ki:
"Bugünlerde Kur'an-ı Hakîm'in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def'-i şer, celb-i nef'a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def'-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş.
Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.
Hem takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünki bir haramın terki vâcibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva nâmıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla, menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a'mal-i sâlihadır." (Kast. La. sh: 148)