Metin Karabaşoğlu ile Tefekkür Boyutumuzun İhmali Hakkında Röportaj

Feyz: "Hz.Peygamber'in Bir Günü" içerik bakımından nasıl bir ifade? Hiç şüphesiz amaç, bir şuur vermek ama bundan beklentimiz nedir? Metin Karabaşoğlu: "Peygamber'in Bir Günü" başlığını niye seçtik… dersek, artistik bir kaygıyla seçmedik. Sadece "güzel bir isim ve böyle bir başlığı kullanalım" düşüncesiyle yola çıkılmadı. Gün kavramı ve herhangi "Bir Gün" üzerinde odaklanma lüzumunu özellikle düşündüğümüz için bunu ifade ettik. Onun da arkasında şöyle bir tesbit yatıyordu. Yaşadığımız zamanda, yaşamın zorluklarına dair bir mümin, bir müslüman olarak var olmak…

Mesela Türkiye ile ilgili bir tahlilde önemli siyasi sosyologlardan biri olan Şerif Mardin, bir kitabında; Türkiye'de uygulanan ve öngörülen toplum projesinin bu topraklarda tam olarak yerleştirilememesinin sebebi olarak, "bir günün içini dolduramaması..."  şeklinde izah eder. Çünkü büyük söylencelerin peşine düşülmüştü ve sonuçta insanın bir günü nasıl geçecek, bir gün, tam olarak nasıl doldurulacaktı? Bu bir problem olarak görülmekteydi. Şerif Mardin bunu; "O alanı din, doldurmaya devam etti." şeklinde ifade eder. Fakat özellikle son çeyrek asra baktığımızda, Türkiye topraklarında artık, "bir günün", seküler bir şekilde pekala yaşanabildiğini, içinin doldurulabildiğini, pekala gündüz çalışma ile, sonra tv., tv. içinde spor, dizi, müzik, tartışma programları derken insanların adeta Kur'an'da tarif edildiği şekilde "bir oyun, bir oyalanma" suretinde hayatı yaşayıp gittiklerini, "ben niye varım, burada niye bulunuyorum?" sorularını sormadan ve bu sorularına cevap bulamamış olmanın acısını, ızdırabını yaşamadan, pekala mutlu bir şekilde hayatlarını sürdürdüklerini ve bütün tezlerini, hep dünyevi meşgale ve hazlar üzerine odaklayabildiklerini görüyoruz. Daha genelde zaten modern zamanlardan dünyanın postmodern zamanları elde ettiği bir dönemeçte, küresel bir gerçek bu…

Sadece bu topraklarda değil, tüm dünyada, insanların önüne özellikle tv., spor, bilişim ve internet dörtlüsü üzerinde seküler bir şekilde pekala bir günü yaşamanın yolu yordamı gösteriliyor. Şimdi bu anlamda bakarsak, bir kere iman ile inkar arasındaki, iman ile küfür arasındaki, ta Hz. Adem zamanından bu günlere kadar uzayan ve kıyamete kadar devam edecek olan mücadele, -iman cephesinden bakarsak mücahede- yaşadığımız zamanda bir fikir mücadelesi olmaktan ziyade bir yaşama tarzı mücadelesi şeklinde kendini gösteriyor. Bu mücadele de esasen en temelde alırsak, "bir günün nasıl yaşanacağı, bir gününün içinin nasıl doldurulacağı" sorusuna verilen cevapla başlıyor. Bu bakımdan, Hz. Peygamber'in "bir günü" üzerine odaklanmayı şöyle bir çağda, şöyle bir zamanda bir gereklilik olarak gördük. Ta ki, bir mümin,  21. yüzyılın herhangi bir gününde yaşarken, ömrünü -ki o günler ardarda eklenince hesabını vereceğimiz bir ömür oluyor- gününü televizyonun, medyanın, başka araçların sunduğu şeklinde değil, "en güzel örnek" olan Hz. Peygamber (as)'ın "gününü nasıl yaşadığına" göre belirleyebilsin. Gününün, dolayısıyla da ömrünün rehberi, Hz. Peygamber (as) olabilsin… "Peygamberin Bir Günü" diye bir kitabı hazırlarken, "Bir Gün" üzerine vurguda bulunurken, ana çıkış noktamız buydu.

Feyz: Kitapta, Hz. Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hayatının değişik zaman ve zeminlerde söz konusu o bir güne sığacak örneklemeleri var ve bunlar tatlı bir üslupla anlatılmış.Hz. Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bize bildirdikleri, getirdikleri, yaşama biçimi; zamana ve zemine göre yapıp ettikleri, kısacası bıraktığı güzellikler güzel bir şekilde anlatılmış. Burada günümüz insanına bazı örneklemeler sunmak gerektiğini düşünüyorum. Yani O'nun değişik olaylar karşısındaki duruşlarına her hareketi örnek ama özellikle günümüze, özelde aktarılması gereken belli durumlar karşısındaki etkilerini, tepkilerini anlatan bazı davranışları, konuşması ve susmasına dair belli örnekler verebilir miyiz? Bir peygamber olarak ve insan olmasından hareketle başlayan canlı örnekler var kitabınızda…

Metin Karabaşoğlu: Öncelikle şunu söylemek istiyorum, neticede Hz. Peygamber üzerine bir şey yazıyorsak, bütün malzememiz zaten daha önce hadis ve siyer âlimleri tarafından derlenip toplanmış olan ve zaten kitaplarda mevcut olan bilgiler olmaktadır. Sadece burada bizim gibi daha sonraki kuşaklardan müminlerin yapabilecekleri, o daha önceki alimlerin -Allah (Celle Celalühü) hepsinden razı olsun- büyük bir titizlikle hazırladıkları, bir eleştiri süzgecinden geçirerek "sahihtir, değildir" diye tasnif ettikleri o bilgiler içersinden, yeni bir yaklaşımla yeni yorumlar getirmek; yapabileceğimiz sadece bu şekilde oluyor. Bu anlamda şunu açıklıkla söyleyebilirim, ben yeni bir şey yazmadım. Zaten Hz. Peygamberin (as) hakkında daha önce kitaplara kaydedilmiş olan bilgileri sunmuş oldum. 

Burada benim için özellikle dikkat çekici olan, Hz. Peygamberin hayatındaki, gündüz veya gece, tefekkür boyutunun -hadis kitaplarında çok net bir şekilde anlatılıyor olduğu halde- bizlerin nazarından uzak olması, bir şekilde bu güzellikleri yeterince farkedememiş olmamızdı. Benim için en çarpıcı olan tablo buydu. Mesela iki örnekle anlatırsak, geceleyin kalkıp Efendimizin teheccüd namazı kıldığını hepimiz biliyoruz. Fakat Peygamber (asv)'in geceleyin teheccüd için kalktığında, namazdan önce evinin avlusuna çıkıp gökyüzünü seyrettiğini, gökyüzünü seyrederken göklerin ve yerin tefekkürüne dair ait olan ayetleri -mesela Ali İmran Suresi ilgili ayetler başta olmak üzere- bu ayetleri okuyarak gökleri seyrederek tefekkür ettiğini, ondan sonra teheccüd namazını kıldığını; o tefekkürün ardından, o tefekkürün verdiği genişlik, derinlik ve enginlikle namazını eda ve ihya ettiğini bu araştırmalarım neticesinde öğrendim. Daha kitap yazılmadan önce arkadaşlarıma değişik sohbet vesileleri ile anlattığımda, anlattıklarım zaten kitaplarda kayıtlı olduğu halde, ilk defa duyuyor olduklarını gördüm. Aynı şekilde sıcak bir gündüz vakti, Medine'de bir sahabenin hurmalığında, bir hurma ağacına yaslanmış tefekkür eden bir Peygamber görüyoruz. Yine bir hurmalıkta serinlemek için ayaklarını hurmalığın ortasındaki kuyudan aşağıya sarkıtmış, tefekkür eden bir peygamber…

Bunu da bir çok arkadaşıma şifai olarak aktardığımda ilginç bir şekilde ilk defa duyuyor olduklarını öğrendim. Halbuki bu bilgiler siyer kitaplarında zaten mevcut olan bilgilerdi. Buradan da bir şey görüyorsunuz, genel anlamda bu zamanın dünyasında, insanlarında sanal olanın gerçek olanın yerini alması ve asıl gerçek olan Cenab-ı Hakk'ın yarattığı ve kudretinin, hikmetinin, ilminin, vahdaniyetinin bir delili olarak önümüze koyduğu, bir ayet olarak okunmak üzere önümüze koyduğu şu gerçek kainattan kopup, sanal bir alemde –işte bu, şehir hayatının bizi kainattan koparan gündelik karmaşası, kurmacası içerisinde hatta sonrasında da televizyondu, filimlerdi, romanlardı, internetti derken sanal bir alemin içerisinde yaşarken- insan, sanal alemin içersinde yaşamasına karşılık, göklerin ve yerin yaratılış ve göklerin ve yerin ortasında insanın insan olarak yaratılışı üzerine düşünme imkanı ve zeminini büyük ölçüde kaybederken, benim için geçerli olan, -bu akıntı bir şekilde müminleri de etkiliyor olmalı ki- onların dünyasında dahi gece kalkıp gökyüzünü seyreden, tefekkür ayetleri okuyan ve sonra namaz kılan ya da gündüz bir hurmalığın ortasında Cenab-ı Hakk'ın esmasını tefekkür eden bir Peygamber'e ait tefekkür örnekleri nazarımızdan gizlenmiş...

Son bir noktaya değinmek isterim tam burada. Hatırladığımda hep yüreğimi inciten bir tablodur bu. Bir Amerikan dergisinde okumuştum. Gençler üzerinde yapılan araştırmalara dair bazı istatistikler yayınlamışlar. Orada şöyle bir bilgi vardı. Japonya'da onbirinci sınıfa kadar gelmiş çocuklar içersinde, hayatında hiç gün batımı veya gün doğumu  manzarası seyretmemiş çocuk sayısı, yüzde elli... Yani on beş yaşına gelmiş ve bir kerecik olsun gün doğumunu veya gün batımını seyretmemiş ki, -Cenab-ı Hakk'ın kudretinin ve rahmetinin, bir açıdan da cemalinin ve celalinin buluştuğu manzaralardır bu anlar- bu anlar da Allah'ın cemal ve celal sıfatlarının yansımalarını müşahede edebileceğimiz zaman dilimleridir. Sadece Japonya'da değil bütün dünyada binlerce çocuk var, dönüp kendi ülkemize bakıyorum; İstanbul'da yaşama şartlarına bakıyorum. On beş milyon insan yaşıyor. Bu insanlar arasında da böyle bir anket yapsak, gün doğumu ve gün batımını en az bir kere seyretmiş insan her halde yine çok düşük bir tablo olarak çıkar karşımıza. Buradan şuraya gelmek istiyorum esasında. Burada açıkça kâinata karşı bir yabancılaşma tablosu var. Kâinata karşı yabancılaşma, tefekküre karşı bir yabancılaşmayı beraberinde getiriyor. Tefekküre karşı yabancılaşma insanın kendisine karşı yabancılaşmasını doğuruyor. İnsanın kendine yabancılaşması da maalesef Rabbine karşı yabancılaşması sonucunu da beraberinde getiriyor. Çünkü merak, hayret ve haşyet duygularımız ölüyor. Onun için kâinata karşı yabancılaşma bizim bazı güzel duygularımızı öldürüyor. Bu bakımdan önemsiyorum kâinata bakış açımızı…

Hz. Peygamberin (asv)'in hayatına baktığımızda ise gecesi ve gündüzü ile tefekkür çok merkezde duruyor. Biz de Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ile birlikte sahabelerin yaşadığı hayatın kokusunu ve esintisini daha güçlü şekilde hissetmek istiyorsak, işte O'nun (Sallallahü Aleyhi ve Sellem); "bir gününü nasıl yaşadığına" bakmamız gerekiyor. Zaten Kur'an'ın da bize emrettiği üzere hem âfaka hem de enfüse bakıp, durup düşünmek, tefekkür etmek durumdayız.

Feyz: Âfaktan ve enfüsten deliller derken, tefekkür ufkumuzda neler olmalı? Afak ve enfüs adına… Kainat tasavvuru yeterince idrak edilememişse neler olabilir?

Metin Karabaşoğlu: Evet, böyle düşünemeyince iki türlü olumsuzluğa yol açıyor. Ya insan kendi küçük sanal aleminde kendini bir tanrı gibi görerek kendi enaniyetini, kendi egosunu şişirebiliyor, ayette belirtildiği gibi; "yeryüzünde böbürlenerek yürüyor.", dağları ben yarattım havasıyla yürüyebilen insanları görüyoruz bu şekilde… Sürekli ve engin bir kainat tefekkürü olsa insan haddini bilir. Veya tersi şu olabiliyor. Bazen de kendini daha başarılı addedenler -başarıya neredeyse tapılan bir hayatta yaşıyoruz-  açısından durum bu olduğu gibi, kendini başarısız addeden hayata tutunamamış, insanların değer verdiği  şeyler bakımından başarısız gibi görünen insanlar açısından ise, veyahutta işleri düzgün giderken birden, bir yerde bir tökezleme yaşayan insanlar açısından ise çarkın altında ezilme hali…

Onun getirdiği bir depresyon hali. Halbuki bir kainat tefekkürü olsa, mesela bir "yıla" böyle bakabilsek, yılın içinde kış var, bahar var, sonbahar var, güz var… Biz hayatımız açısından bahar gibi ya da yaz gibi bir dönem yaşarken, bunun güz zamanları da var, kış zamanları da var diyerek haddimizi bilebiliriz. Bu tefekkürü sürekli yaşayabiliyorsak, veya güz gibi, kış gibi görünen bir zeminde yaşıyor olsak, o zaman da baharın ve yazın ümidiyle, yine rahmet-i ilahiyeye tutunabiliriz en azından…

Modern zamanlardaki o kainattan kopukluk tablosu, işte insanın o kendini yüceltmesini veya kendini kimsesiz sahipsiz, öyle hayatın çarkları içersinde ezilmeye mahkum bir zavallı gibi görmesine yol açıyor.

Halbuki Asr-ı Saadete baktığımızda sahabelerin yaşadığı imtihanı görüyoruz. Ki Hz.Peygamber (asm), taabilerinin tamamının yaşadığı acıların, ızdırapların hepsini kendi şahsında yaşamış, eşini, bir çocuğu hariç hepsini kaybetmiş, kendisi hayattayken hepsini mezara koymuş… O'na "El Emin" diyenler, sözlerin en güzelinin tercümanı olarak, Cenab-ı Hakk'ın insana hediyesi olan Kur'an-ı Hakim'i tebliğ etti diye ona yalancı demişler, mecnun demişler… Söylemedikleri hakaret, etmedikleri çirkinlik kalmamış… ve "Allah'ın arzında bana en sevimli yersin" dediği Mekke'den hicret etmeye O'nu zorlamışlar, canına kastetmişler… Bütün bu şartlarda Hz.Peygamber (asm) nasıl dimdik ayakta durabildi? Dimdik ayakta dururken hınç ve öfke de taşımadı. İç dünyasının dengeleri sarsılmadan nasıl ayakta durabildi? Sahabe efendilerimiz nasıl ayakta durabildiler? Peygamberin izini takip ederek…

Buraya baktığımızda Kur'an'ın müminlerden istediği ve müminlere öğrettiği şekilde, o gündelik dediğimiz hayatın içersinde, kainatın ve iç dünyamızın tefekkürü dikkati çekiyor. Bugünlerin de asla unutulmayan terk edilmeyen, hem afaka hem enfüse dönük tefekkürleriyle, her an, her hal ve şartta, Rablerinin huzurunda olduklarını bildikleri için, ve her ne yaşanıyorsa, alemlerin Rabbinin emir, izin ve tasarrufu içerisinde bunun cereyan ettiğini bildikleri için, karanlığın iki gündüz arasında olduğunu bildikleri için, o denge halinde durabildiler. Ben buradan, bizim de bugünün müslümanları, bugünün müminleri olarak, almamız gereken çok büyük bir ders olduğunu düşünüyorum.

Bugünkü bezginliğimiz, depresif halimiz, veya bugünkü öfkeli halimiz ile Kur'an'ın bize emrediyor olduğu, afaki ve enfüsi tefekkürden uzaklaşmışlığımız arasında birebir ilişki olduğunu düşünüyorum.