"Cılkı çıkmış" derler ya? İnsan sormadan edemiyor, hangi yalan masum, hangi tevazu doğru, hangi cömertlik gerçek? Çünkü artık yalanda kalite arar olduk. "Doğru dürüst" yalan istiyoruz artık. İçinde ayrı bir kurnazlık olmasın, sadece o yalana ait olsun, hiç olmazsa doğru dürüst yalan olsun. Hangi amaçla söyleniyorsa, gerçek beklentisi neyse, o yalan da o işe yarasın. "Doğru dürüst" yalan istiyorum arkadaş! Deniz kokunca böyle oluyor işte… Hiçbir şeyin hakikisini bulamıyorsunuz, yalanın bile!..
O yalan her şeyden önce söyleyene ait olsun. Bize ait olduğunu bilelim ki, tövbe edebilelim. Yani inkarı mümkün olmasın, o yalanı yeni bir yalanla pekiştirmek zorunda olmayalım, değil mi? Hırsız dahi "doğru dürüst hırsız" olsun, çalsın ama üzerine bir de"ben hırsız değilim" yalanını eklemesin!.. Daha fazlası "katmerli sahtekarlığa" giriyor çünkü. "Bin kere tövbeni bozmuş olsan da…" sözü artık bu topraklarda bu kadar yanlış anlaşılmamalı, değil mi? Böyle olsun ki, "İyi" ve "kötü" kavramları bu kadar iç içe geçmesin… İyinin iyi, kötünün kötü olduğunu bilelim, bilebilelim. Bilelim ki, hepimizi perçeminden tutabilecek bir hukuku olsun bu işlerin… Eskiden "kötünün" içindeki "kötüyü" hissedebiliyor, idrak edebiliyorduk. "İyinin" içindeki "iyiyi de" fark ediyor, idrak ediyorduk. "Yaldızlı yalanın" da bir anlamı vardı. Çünkü "yalan" bir şeyler ifade ediyordu. "Hırsıza merhameti, tecavüzcüye hoş görüyü" tartışmaya başladı insanlar. Niye? Bu şartlarda iyinin doğrunun güzelin hakkını kim, nasıl verecek öyleyse? Neye nasıl tövbe edeceğiz, hangi konuda nasıl muhasebe yapacağız, düşünmek istediğimizde nasıl düşüneceğiz? "Deniz'i" kirlerin temizlendiği yer olarak düşünüyorsak eğer, deniz de hakikaten temiz olmalı. Bu konuları hangi zeminde ve nasıl, hangi gerçeklik üzerinden mütalaa edeceğiz, değil mi? Kirlerin temizlendiği bir deniz ikliminde, ortamında isek, hatamızı, günahımızı doğru dürüst tesbit etmeli ve hiç değilse ona tövbe etme imkanımız olmalı. Hiç kimseyi değil, kendimizi kandırmamayı hedeflemeliyiz önce. Aksi halde, kendimize dahi söyleyecek bir "sözümüz" yoksa, kime neyi söyleme ya da söylememe peşinde olabiliriz ki!..
Söz ehline söyleniyorsa eğer, buradan hareketle, bu sözlerin bir muhatabı olmalı. O muhatab ki, iyi, doğru ve güzel olanın peşinde koşuyorsa eğer, ilk önce Allah'a karşı samimi olmalı, kendine karşı da samimi olmalı. Allah'a karşı samimi olmak, ihlas ile alakalı olduğundan, ihlasın ilk basamağında insanın kendine karşı samimiyeti yatabilir ancak. Aksi halde ihlas elde edilemez. İnsanın kendine karşı samimiyeti ne demektir? Her şeyden önce, efradını cami, ağyarını mani olmayacak şekilde yani tam tanımıyla "yalanın yalan olduğunu"kabul etmeli, kendini temize çıkarmak adına "kendine yalan söylememelidir." Kendine yalan söylemek, insanın kendini kendi yalanıyla kandırmaya çalışması demektir. Kendine yalan söylemeden, başkalarına yalan söylemek mümkün müdür acaba? Yani insan, başkalarına yalan söylerken, kendini kandırmadan yalan söylemesi mümkün olabilir mi hakikaten? İşte bu asla mümkün değildir. Aksi halde -çok komik gelecek ama- o insan, iyinin iyi, kötünün de kötü olduğunu bilmiyor demektir.
İnsanın kendini dahi böylelikle, bir şekilde kandırması mümkün ise eğer, ne kadar tehlikeli bir dünyada yaşadığımızı düşünebiliyormusunuz? Hiçbirşeyin gerçek olmadığı bir dünya tasavvur ediniz, özellikle "değerler" açısından… Nitekim, bir şeyin gerçek cephesiyle değerlendirilememesinin değişik nedenleri olabilir. Konuya böyle yaklaşmanın adına "duygusallık" deniyor bugün. Yani, gerçeği değerlendirmede acziyete düşmek… Meselenin, değişik pekiştirme, yansıtma, yüceltme ve akla uygun hale getirme teknikleriyle, kendi mecrasından, kendi gerçeğinden farklı bir biçimde değerlendirilmesi!... Duygusallık, yani konuyu, kendi kabul edebileceği bir şekle indirgemek… Ya da yeni bir iç yalanla, kendi ulaşamayacağı bir şekle yükseltgemek… Ve o "gerçeği" kendisinden uzaklaştırmak… Haydi bakalım, artık siz, kendi yanlışınızda ya da kendi doğrunuzda, "kendim" diyebileceğiniz bir değer ya da değersizlik bulabilecek misiniz?
Şimdi buradan nereye gideceğiz ya da bu yol bizi nereye çıkartır? "Kendiniz açısından", ulaşılacak bir hakikat kaldı mı artık? Var mı, iyi, doğru ve güzel olan bir ufuk çizginiz? Yani hala kaldı mı? Bir "değer" sahibi, olduğunuzdan bahsedebiliyor musunuz hala?
Burada ne diyeceğiz? İronik bir biçimde"varsa vardır, yoksa yoktur" mu, diyeceğiz. Evet, bu soru o kadar önemli ki, tamamiyle hayat, insan, gerçek, iyilik ve kötülük kavramlarına bizim vereceğimiz cevabı belirliyor çünkü. Biz olmasak bu cevap sağlıklı verilemeyecekse eğer, biz niye varız? Evet, buna verilecek cevaplar, bizi "biz" yapıyor çünkü.
Şimdi artık, yeni yeni, o koca Yunus'un "Beni bende demen, bir ben var içimde" sözünü anlamayı hak eder hale geldik sanırım. Ontolojik açıdan varlığa dair, devamında bilgelik açısından hikmete dair bir arayışımız varsa eğer, "marifet" denen güzele ulaşmak istiyorsak; gelin önce içimizdeki "yalan putlarını" kıralım. Kıralım ki, nefsin zincirleri bağlamasın elimizi, kolumuzu…
İşte tam da burada, artık tevazu derken, eğer biliyorsak tevazunun ne olduğunu, "tevazu yapma erdemini" ahlakımızın baş köşesine yerleştirebiliriz. "Merhamet" derken, içimizde bir şeyler "kıpır kıpır" harekete geçiyorsa gözyaşlarıyla birlikte, dışarıya ağlamak zorunda değiliz artık "riya" adına!.. "Kibir" denen şeyi, kendimize yalan söylemeden bir çırpıda yırtıvermek cehdinde isek, tevazuyla merhamet kolkola arkadaş olmuştur artık içimizde… Hakikatin peşinden koşmak adına "dürüst" isek, yalanın defteri çoktan dürülmüştür içimizde, bizi "biz" yapan bir "değer olarak… Kötülüklerin başının, kendimize karşı söylediğimiz yalanlar olduğunu farketmişsek eğer, dünyada yalan söyleyebileceğimiz insan kalmamıştır artık yeryüzünde… Dolayısıyla "riya" yoktur içimizde… Riya yoksa, hased yoktur, kibir yoktur, zillet yoktur. Yani "Kötülük" yoktur. Üstelik biz onları yok saydığımız için değil, "yok ettiğimiz" için yoktur.
Tabii, biz bunları "yok" addederek "iyilikler" adına pembe bir dünya kuramayız hiç şüphesiz. İnandığını yaşayan insan ancak, "inanca dair" bir dünya kurabilir. Aksi halde yine başa döneriz kendimizi kandırmak hususunda. Yani "ilk yalana…" Evet, ta işin başında, ilk yalanı son yalan haline getirmedikçe, ahlaken hiçbir konuda gerçek bir muhasebe yapamayacağız demektir. Çünkü "pisliğin üzerini örtmek başka şeydir, pisliği yok etmek yine başka!" Velev ki bir "pislik" varsa ortada, ya biz onu görmeliyiz, ya da bize onu göstermeliler ve göstereni de biz iyi dinlemeliyiz. Çevremizde işi bilen "dostlar" olmalı, kendisini dinleyebileceğimiz. Hakikaten "dost" olmalı ve biz ona güvenmeliyiz. Güvenmeliyiz ki, sözünü dinleyebilelim. O dost ki, arasıra "burnumuzdan kıl almalı" bize bizi anlatmak için. Bir hastanın doktora güvenmesi gerektiği gibi güvenmeliyiz ona, ön yargısız ve işinin ehli olduğu düşüncesiyle. Her tarafı "kazıkla dolu" ruh bedenimizde, gerektiğinde o kazıkları büyük bir maharetle sökmeli dost, bizim acı çekme ve iniltilerimize kulak asmadan…
Merhametli ve müşfik dosta güvenirken, hem sabretmeli hem de üzerimize düşeni yapmalıyız ki, sağlıklı bir sonuç alabilelim. Yıllarca o kazıklarla yaşamaya alışmış bir insan, tabii ki, ilk etapta yadırgayacaktır yapılan muameleyi. Belki sahte benliğine büyük darbeler almanın acısıyla isyan dahi edebilir. Ama aslında kıymetini bilse tek şansının ve kurtuluşunun bu olduğunu, hastalığının farkında bir "cerrahi vaka" gibi, bir an önce "tedavi olmayı" arzulardı hiç şüphesiz. İşte, "kendine karşı samimi olmak, kendine yalan söylemek" burada önem kazanıyor. Yani "hasta" olduğunu kabul etmekte… Hasta olduğunu kabul etmeyen niye doktor arasın ki… kabul eden ise niçin tedaviden kaçsın… Yalanın "doğrudürüst" yalan olmasını bu yüzden istedik işte. Çünkü, hasta olduğunu kabul etmek sadece sözle olmaz. Tedaviden kaçmak, fiilî yalancılığın ta kendisidir de ondan. Burada gerçekten arayışı olan insan, aniden kendini Bakırköy Ruh ve Akıl Hastalıkları Hastanesi'nde, hastalar arasında bulan insan gibidir. Çevresine bakar ve hastaları görür. Hem de çok ağır hastaları… Kendisinin onlardan farklı, aklı başında bir insan olduğunu fark ettiği an ise, "ben hasta muamelesi görmek istemiyorum, çünkü ben onlardan farklıyım" diyen ve dışarı çıkmak isteyen, dışarı çıkma talebinde bulunan "sağlıklı insan" durumuna gelir ki, işte bu gerçeğin ta kendisidir. Aksi halde, bu örnekten hareketle, gerçek hayatta hasta olduğunu fark etmeyen insan durumuna düşer ki, bu da onun gerçekten hasta olduğunu gösterir ama o, bu gerçeği henüz fark edememiş insan durumundadır.
Evet, bu durumda, ya kendinin farkında olan bir insan olarak, tedavi olmak isteyen bir konumda duracağız ya da hastalıklarını fark edememiş "gerçek bir hasta" olarak hayata devam edeceğiz… Tercih sizin, ya kendinize yalan söylemeye devam edin, ama hiç olmazsa yalanın ne olduğunu bilerek… Ya da tedavi olmak için önce "dürüst" olmayı tercih edin…
Kendine yalan söylemek, kendi kendine şarkı söylemekten farksızmış gibi size yeterince çarpıcı gelmiyorsa eğer, bir aynaya bakarak "kendi kendine yalan söylemek" üzerinde düşünün lütfen…