Bir sohbet akşamıydı. "Cağaloğlu yokuşunda yürümek cesaret ister!" dedim dostlara. Hergün gidip geldiğim yol idi. Ama beni duygulandıran o zorlu yokuş değil, hep ama hep o zorlu inişti. Yokuş yukarı çıkarken bedenim zorlanır, inerken ise ruhum incinirdi hep. Üstelik, o güzel akşam saatlerinde, inerken şehrin hep birlikte yorulduğunu düşünürdüm. Herkes evine ulaşmak için tatlı bir heyecan ve yorgunluk içinde Cağaloğlu yokuşunu inerken, ben hayatın küçük karelerine dair düşüncelere dalardım içim sızlayarak…
Ama o küçük karelerde koskocaman bir dünya vardı. Yanından geçtiğim, bebek denecek yavrusunu kucağına almış dilenen kadın… Üzerinde kat kat elbiseler vardı. Üşümemek için yavrusunu sarmıştı. Gelip geçenlerden alacağı üç beş kuruşta idi gözü. Kucağındaki yavrunun üşüyeceğini ne kadar düşünüyordu bilmiyorum. Gerçekten aç mıydı? Ona cebimdeki para son param da olsa vermemi gerektiren tablo, gerçeği ne kadar yansıtıyordu bilmiyorum. Ama bir gerçek vardı ki, kucağında bebeğiyle orta yaşlı bir kadın soğuk havada ve beton zemin üzerinde oturuyordu.
Yanımızdan geçen biri, çevresini hiç umursamadan yere tükürüyordu. Çok yadırgadığım bir hareketti. Aniden tam 550 yıl geriye gittim. Osmanlıda yere tükürenlerin, bir kısım salgılarını yere atanların, attıkları şeylerin üzerini örtmek için çalışan parayla tutulmuş insanlara maaş bağlayarak onları çalıştıran vakıfları düşündüm. Üvey annelerinin, kırdıkları tabak nedeniyle onlara kızmamaları için kırılan tabakları tanzim edilen üvey evlatları koruyan vakıfları düşündüm. Beldeye gelen mevsimlik leyleklerin, göçmen kuşların aç kalmaması için kurulan vakıfları düşündüm. İhtiyaç sahiplerinin, sadece ihtiyacı kadarını aldığı, içinde para bulunan sadaka taşlarını düşündüm. Baştan sona düşünce, hassasiyet ve incelikler üzerine kurulmuş bir dünyada yaşayan insanların iç dünyasını düşündüm. Bugün bunlardan bahsetmek bir ütopya mıydı? 21.yüzyıl imkanlarının daha geniş ve elverişli olmasına rağmen, daha çok sayıda insanın mağdur ve zor durumda olması çok düşündürücü idi. Kalifornia Sendromu denen tüketim hastalığına tutulmuş obez Amerikalılardan oluşan Amerika bir yanda, açlıktan ırzını ve sağlığını hatta sürekli canını kaybeden Afrika diğer yanda. Nitekim bugün süslü püslü, birbirine hava atan, her halukarda kibrini koruyan, "burnundan kıl aldırmayan" "birey" kimlikli insanın sadece kendini düşünen halini yadırgamamak mümkün değil. Oysa her insanın yüreğinde, dokunulacak bir taraf var. O dokunuşlar ki, şehrin insanını birbirine yaklaştırıyor. Birbiriyle ilgili, dertlerini bölüşebilen, birbirine merhamet nazarıyla bakmayı kaçınılmaz kılan bir taraf var insanın özünde.
Evet, insanın o müşfik, merhametli, hassas tarafına her dem dokunmak gerek; onu uyarmak, onu sarsmak, onu harekete geçirmek gerek. Başkalarının dertlerine bu kadar kaygısız, bu denli umursamaz olmak, insanın yüreğinde bir şeylerin köreldiğini göstermiyor mu? Günümüz insanının hareketlerine, tarzına, kısacası bir şeyi "eyleme" biçimine baktığımızda, tüm bu görüntülerin altında yatan ahlaki zafiyeti görmemek mümkün değil.
Ruhu hürriyetine kavuşturmak demek, insanın güzel ahlaka dair yeteneklerinin kendi şahsında farklı davranması mümkün olmayacak biçimde ortaya çıkması anlamına geliyor. Meşhur hikayedir. Bir gün bir tüccar ticaret yapmak için uzak beldelerden bir yere gitmeye niyetlenir. Ev halkı ona hediyeler sipariş ederler. Tüccarın bir de kuşu vardır. Kuşun adı da Suzi Dilara'dır. Tüccar, kafesteki kuşuna ne istediğini sorar. Kuş; "Gittiğin yerde arkadaşlarıma söyle, ben kafesteyim." der. Tüccar, gittiği uzak beldede işlerini bitirip, ticaretini yaptıktan sonra, kuşların bol olduğu geniş, ormanlık bir araziye gider ve "Ey kuşlar, benim kuşum Suzi Dilara'nın size selamı var. O, kafeste olduğunu söyledi." der. Selamı alan kuşlar, hep birlikte ağaçlardan düşer ve ölürler. Tüccarı bir hayret kaplar. İşlerini bitiren tüccar, ev halkının hediyelerini aldıktan sonra memleketine döner. Ev halkının hediyelerini teslim ettikten sonra, kuşu Suzi Dilara'nın karşısına geçer. "Arkadaşlarına selamını söyledim, hepsi ağaçlardan düşüp öldüler." der. Bunu duyan Suzi Dilara da kafesinde ölür ve düşer. Tüccarı tekrar bir hayret kaplar. Tam da kuşunu kafesten çıkartırken Suzi Dilara canlanır, uçar, kaçar gider. Ormandaki kuşların, Suzi Dilara'ya mesajı şudur; "ölü taklidi yap, kurtulursun…" Hikayenin vermek istediği mesaj ise, beden ülkemizde, ten kafesindeki ruhumuzu hürriyetine kavuşturmak için, "ölmeden önce ölünüz" mesajıdır. Yani, nefsinizi ölmeden önce terbiye edin ki, ölmeden önce nefsin o isyankar tarzını ıslah edin ki; manevi mutluluğa, huzura eresiniz, nefsin beden ülkesindeki hakimiyetine, ruhun, nefsin elindeki esaretine son veresiniz…
Bizim için temel sorun, şu an hürriyet diye ifade edilen, bireyi alabildiğine ön plana çıkaran, güya "insanı merkeze alan" yaşam biçiminin yani "sahte hürriyete ruhunu veren şeyin", "ruhun hürriyeti" ile taban tabana zıt bir düzlemde gelişiyor olmasıdır. Cinselliğe tanınan hürriyetin, modernizme ve teknolojiye tanınan hürriyetin, ruhun hürriyetini baltalıyor oluşudur. Yani insanın şahsında bireyi diriltirken, bireyin şahsında insanı, ruhu, ahlakı öldürüyor oluşudur. Tüm bunlara rağmen, ruhunu hürriyetine kavuşturamamış günümüz insanının içler acısı gariban haline merhamet nazarıyla bakmamız gerektiğini bilmek gerekiyor. Sadece, "bunlar dünyadır, bu nefistir, bu çirkindir" demek yerine, içinde yaşadığımız sosyal ve psikolojik ortamın, bizi iyiliğe öykündürecek ve hakikatle buluşturacak pek çok ipucunu, kötü bildiğimiz ve içimize attığımız pek çok şeyle birlikte içinde barındırdığını bilmek gerekiyor.
Sonuç olarak günümüz insanına ümit vermek, ona yalnız olmadığını göstermek, dünyevi dertlerinin de bir çözümü olduğunu anlatmak; ama en önemlisi dünyevi kaygıların insanda unutturamayacağı en önemli şeyin "Allah'ın hayatımızda, anlam dünyamızdaki varlığı, yeri; tüm varlık nedenimizin O (Celle Celalühü) oluşu"nu bilmek, Allah'ı (Celle Celalühü) ve ahireti unutarak yapılan her şeyin boş olduğunu idrak etmek ise insanı yeniden ruhuyla buluşturmak anlamına gelecektir.