Feyz: Yeryüzünde bir sürü alimler, hoca efendiler, bilim adamları var. Bunların Müslümanlığın geleceği için, Müslümanlar için, Müslümanların birlik ve beraberliği için yeteri derecede bir gayret göstermediklerini görüyoruz. Müslümanların kurtuluşunu bu manada neye bağlıyorsunuz. Müslümanlar nasıl bir yol haritası izlemeliler, ne yapmalılar?
Efendim bugün söylediğiniz gibi ulemaların cumhur olması, ulemaları toplayıp cumhur olmak, toplanmak çok önemli. Bu ulemaların birleşmesi toplumun birleşmesi demektir. Ulemanın da okuduğu kitaba, gördüğüne şüphesiz iman eden kişilerden olması lazım. Her okuyandan değil tabii. Onun için ulemalar, ilim erbabı toplumun tuzu sayılır. Nasıl ki tuzsuz yemek yenmiyor, ete tuz atmazsan et kokuyorsa, ulemalar da toplumun tuzudur, topluma tat verendir. Burada üç taneden başlayalım, beş taneden başlayalım, ama inananlar başlasın, inananları çağıralım, inananlar toplansın da onların toplandığı yere biz gidelim. Yani herkes benim olduğum yere gelecek diye bir kaide yok. Çıksın bir tanesi desin ki "Biz ilim erbabı olan hoca efendiler filan yerde toplanıyoruz". İstanbul'daki ilim erbabı gelsin, fikirlerimizi ortaya koyalım, bugüne kadar biz bu Ümmet-i Muhammed'e ne yaptık ne verdik, birleştirelim, kurtuluşun yolunu arayalım desinler. Onlar yapsın, biz öbürlerini oraya getirelim. Bu ulemanın birliği, toplanması konusu, inşallah sizlerin çabasıyla, Feyz Dergisiyle başlatılmış olur. Bunu ben gittiğim yerde daha çok işleyeceğim, sizin kanalınızla bunu devam ettireceğiz. İlimsiz insan kör insandır. Gözü görmüyor, sadece duyduğunu söylüyor. Duyduğunun da ne kadar doğru olduğunu araştırmıyor. Daha dün denecek kadar yakın, elli altmış sene, yüz sene evvelki Müslümanların başından geçenleri, tarihini unutmuş bir millet…
Bu millet şu anda tarihinden kopmuş bir millet… Yani biz şimdi ulema deyince yanlış anlaşılmasın, sadece camide vaaz edenleri kastetmiyorum. İlim dallarında bir fizikçi, kimyacı, matematikçi, bir coğrafyacı, bir tarihçi, Arap kurallarını iyi bilen bir alim. Sadece almış önüne yüz elli, iki yüz tane beş yüz tane cemaat, bunlara demiyorum, yani onlar da lazım, onlar da gelsin. Ama ben mesela kendimi misal vereyim; seksen yaşına geldik diyelim. Seksen yaşına kadar bu ümmet-i Muhammed'e ne verdim, yetmiş yaşına kadar ne verdim?.. İlmi olan insan bir bahçıvana benzer. Bahçıvan ‘ben bahçıvanım' diyor ama, bahçesinde ne domates var ne biber var ne patlıcan var ne soğan var ne salata var!.. Oğlum sen ne biçim bahçıvansın, demezler mi insana… Ee, benim ilmim var derse, peki, ilmin var da bu Ümmet-i Muhammed'e bu güne kadar ne verdin yaa, hayat merdiveninden kaç kişiye kaç merdiven atlattın!.. Bu mevzular hakkında konferanslar vermek lazım, çağırmak lazım, paneller düzenlemek lazım. Yani bir araya toplanalım da çay kahve içelim mevzusu değil… Anlattığımız dava, attığımız adım bu değil.
Feyz: İlim ve fikir sahibi insanlara, toplumun problemleri karşısında neyi öngördüklerini, ne ürettiklerini sormak gerekmez mi?
Evet, onun için bütün ilim erbabını, bütün erbab-ı ilmiyeyi toplayıp, bir araya getirip bunları konuşturmak lazım, bunların da hepsinin bir nokta da birleşmesi lazım. Konuşulanları, söylenenleri; hepsini toplayacağız, fikirleri ortaya koyacağız. Bunlardan siyasi lider aramayacağız, topluma lider arayacağız, toplumun kurtuluşuna bir lider arayacağız.
Ha işte aranan bulundu, yapılması gereken bu ve bu ne kadar ilmi yönden eleştirilirse, ne kadar ilmi yönden araştırılırsa, toplum da o şekilde kurtuluşa doğru gider. İnsanlar bugün intihar ediyorlar. "Ben intihar ediyorum, ben işte köprüden atlayacağım" diyorlar. Bunlar insanların bahtsız oluşundan yani tasavvuf ağzıyla konuşacak olursak bunlar mürşidsiz oluşlarından, önlerinde rehber olmayışından… Bu milletin her biri, çok özür dilerim hezeyan içerisinde. Şizofreni denilen bir rahatsızlık var, bunun da bir bölümüne hezeyan deniliyor, hezeyan... Yani hayâdan haberi yok, yalandan, ne gelirse ağzına onu söylüyor, kendini zaman zaman paşa kabul ediyor, zaman zaman başbakan kabul ediyor, zaman zaman büyük bir operatör kabul ediyor, zaman zaman tarihçi kabul ediyor, adam hezeyan içerisinde. Yani senin bunlardan haberin var mı da sen böyle diyorsun, diyemiyorsun da tabii. Toplum böyle, onun için toplumun bugünkü hali bu… "ben köprüden atlayacağım, ben sekiz kat apartmandan atlayacağım, ben şöyle yaparım, böyle yaparım, falan filan" demeleri bu milletin önünde doğru dürüst yürüyen bir insan olmadığındandır. Onun için ben bütün ilim erbabının cumhur olmasını tavsiye ediyorum, bizimki sadece tavsiye. Dergi okuyucularımız da yanlış anlamasınlar. Ben bu millete muhtar olayım, milletvekili olayım, bu memleketi idare edeyim, idare ettireyim diye bir iddiam yok, ama gerçek bu, ben gerçeği söylüyorum. Kur'ân da bunu söylüyor. Bir olun, diyor. Kur'ân da böyle diyor.
Feyz: Efendim, bu bir istişare mi, müşavere mi?
Hem müşavere, hem bir olun diyor. "ve inne hazihi ümmetikun ümmetün vahide" ümmet vahidedir, birdir. O nedenledir ki, bizler birlik olunca, yüz kişi bir araya gelecek ve birlik olacağız, o zaman müşavere olur. O zaman istişare olur. Ama yüz kişi ayrı ayrı yerlerde, ayrı ayrı düşüncelerde olursa, orada ne istişare olur ne müşavere olur. Bu istişareleri, müşavereleri bir araya getirmek için erbab-ı ilmiyeyi bir araya toplamak lazım. Birbirlerini hor görmeyecekler, anlaşıldı mı?
Yok, hatamız ve noksanımız varsa, şu odanın içerisinde konuşulacak ama dışarı çıkarken onların hepsi orada kalmış olacak. Yani hangi konularda biz ihtilafa düşeceğiz? Diyelim ki toplumun kurtuluşu için… "Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır." deniliyor. Öyleyse mesela siyasilerin ihtilafında da rahmet var mı? Tabii ki yok… Bütün ulemanın tartıştığı bir ilim vardır, o zaman o ilmin üzerindeki ihtilaflarda rahmet vardır. Kur'ân üzerinde, hadis üzerinde ihtilaflarda rahmet vardır. Şahsiyet, mülkiyet, siyaset üzerindeki ihtilaflarda ise cinayet vardır.
Feyz: Üstelik de fitne sebebi değil mi?
Tabii fitnedir. Fitne için ne diyor Peygamber Efendimiz; "Fitne uyuyan bir yılandır, uyandırana lanet olsun." Onun için ulemayı bir araya getirmek lazım. Ulema dediğimizde, üniversitedeki de gelebilir, efendim camideki hocaefendi de gelebilir, madende çalışan insan da gelebilir. Sen bana desen ki hocaefendi bende şu kadar bir maden var, bunu eritelim; bunun içerisinden altınını, gümüşünü, diğer maddeleri ayıralım… Olur mu yani bu şimdi! Sen teklif edersen sana yazıklar olsun, ben de kabul edersem bana yazıklar olsun. Ben kimyacı mıyım, ben bu işin ilmini mi okudum, yani bunda ne yapacağız ikimiz bir olacağız, bu işin ilmini bileni, okuyanı arayacağız. Ulema deyince camideki hocalar değil, bütün ilim erbabını bir yerde toplamaktan bahsediyorum. Bu konularda bugün toparlayıcı konferanslar vermek lazım. Ben eskiden bunu yaptırıyordum. Taksimdeki kültür merkezinde on defa konferans verdirdim. Panel düzenledim.
FEYZ: Efendim, ilahiyat Fakültelerinde pek çok sayıda akademisyenler var. Konferanslar düzenleniyor. Belli konularda birikimi olanlar düşüncelerini aktarıyorlar. Bu Ümmet-i Muhammed'in bugün bilinen birikmiş dertleri, sıkıntıları var. Sadre şifa, sıkıntılara deva olacak boyutta, gündemi belirleyip, ana başlıklar halinde bile konuşulmuyor. Ekonomi siyaset kültür yerine göre konuşuyorlar ama İnsanın bir derdine nasıl çare olunurun çabası yeterli değil. Piyasayı kişisel gelişimciler kapladı. Kendi kültürümüzden de bahsederek Kendilerine göre konuyu cilalamaya çalışıyorlar. Bu insanların beraberliğinden kasıt ne olmalı? İlim erbabı, fikir erbabı neyi konuşacaklar ve nasıl konuşacaklar? En önemlisi gönülleri birleştirip bir araya getirmek nasıl başarılır? Çözüm olma boyutunda, milletin derdine derman olacak bir kalite, bir üstünlük nasıl oluşturulur, faydalı bir çıkış nasıl yapılabilir?
Bu benim anlattığım, bu memlekette 1500 senelerinde yine bugün olduğu gibi Osmanlının zamanında da sokak yürüyüşleri, nümayişler, "istemezük" diye bağırmalar... Böyle zamanlarda Osmanlıda Padişah da tebdili kıyafet yapar halkın içinde dolaşırmış. Bu geziler esnasında ilginç olaylar yaşanırmış. Bunlardan bir tanesi de Çoban Mustafa hadisesi. Padişah ve yanındakiler Gebze'ye ava gitmişler. O zaman oralar ormanlık, oralara ava gitmişler. Bir de bakmışlar ki on onbeş tane kangal koşarak geliyor. Hemen silahlarına sarılmışlar. Padişah, "durun, bunlar çoban köpeği, vurulmaz." demiş. Kangallar epey yanaştıktan sonra birisi "heeyyyt!" diyerek nara atmış. O esnada oradaki köpeklerin ayağı havada kalakalmış. Bu padişahın çok hoşuna gitmiş. Hayrete şayan bir durum. Onbeş köpeğin hiç biri ayağını yere indirmiyor, ayakları havada... Geliyor çoban padişahın karşısına. Padişah, çobana; "Yahu ağa, bu ne disiplin" diyor. Çoban da "Bu disiplin olmazsa burada önümüzde sürü mü kalır diyor. Tabi bizim köpeklerimiz disiplinli olur. Hırsız var, kurt var, ayı var" diyor. Padişah da "Sesini duyar duymaz durdular nasıl oluyor bu?" sözü üzerine; "Bunlar Sultan Mahmud'un paşaları değil, Çoban Mustafa'nın köpekleri" diyor. Tabii, ortalığı bir sessizlik kaplıyor. Bu ne demek denildiğinde ise "Boş ver, ne ben söyleyeyim ne sen sor" diyor. Padişah, Çoban Mustafa'yı saraya davet ediyor. Sarayda kendisine "Ben seni beğendim. Seni şu anda vezir yapacağım" diyor. Çoban Mustafa "Kabul etmem efendim" diyor. Israr üzerine "Kabul ediyorum ama bir gün saltanat mührünü bana verirsen" diyor. Anlaşıyorlar. Bunu getiriyorlar vezir yapıyorlar. O zaman da Beşiktaş'ta vezirler için köşkler var tabi. Paşa hanımlarının kutlamalarını kabul etmek üzere geleceği anlaşılır. Çoban Mustafa eşine, "Bak hanım yarın seni kutlamaya gelecekler. Ama sen hiç memnun olma, vezir hanımı olduğuna sevinme, ‘öff, püff' diyerek mukabele et, diyor. Niye diye sorduklarında ise, "Padişah buna görev verdi ama bu bizimki sünnetsiz" de, diyor. Misafirler gelir, rolünü yapan kadına niye üzüldüğünü sorarlar. O da onlara aynı şekilde yakınınca, "Allah cezanı vermesin bizimkiler de sünnetsiz" diyorlar. İstanbul'da bir tane sünnetli görevli olmadığını söylerler. Söylenenlerin dışında, sadece iki insan vardır ki onlardan biri fizanda, birini de Kırım'da, Tataristan'da görevlidir.. Fizan nere, İstanbul nere… İki gün sonra vezir, bir yazıyla o iki paşayı İstanbul'a çağırtır. Padişahın sorması üzerine "Onların orada verimli olmadığını duydum" der ve padişahtan anlaştığı üzere mührünü rica eder. Bütün paşaları Dolmabahçe'ye çağırır ve bir gecede deniz tarafındaki kapıda sünnetsiz taifeyi bertaraf ettirir.. Mührü iade edip, "Osmanlının ömrü en az 100 sene uzadı" padişahım"der. Ruslar o zamanlar bizi hep harbe zorlar, bazı yerleri bizden almak isterlermiş. Bu olay üzerine tam tersine biz Ruslara karşı çıkmış ve belli yerleri almışızdır. Ruslar ise; "Siz kaleyi içinizden fethettiniz. Bizim 100 senede uğraştığımızı siz bir gecede imha ettiniz."diyerek itirafta bulunurlar. İşte bu…
Demekki bu memleket öyle kolay yıkılmadı. Tabii ki bugün durum aynı değil, böyle olacak demek değil bu. Ama Bugün Türkiye'de yapılacak güzel şeyler var. Eğer düzenli, disiplinli, dikkatli, ferasetle çalışılırsa… Bugün Ziraatçılık ne demek, veteriner hekimliği ne demek, sanat ne demek; temelden kalkınacağımız konular bunlar. Ne yapmak lazım? Bugün yeraltı zenginlikleri tam manasıyla işleniyor mu? Maden yerinden çıktığında tekrar işlenip piyasaya sürülüyor mu? Avrupa'ya veriyorsun, işleyemiyorsun. Bu konu kimin konusuysa, oradaki ilim erbabı, uzmanlar hassasiyetle sonuna kadar bu mevzulara eğilmeli ve sonuçlandırmalı… Türkiye'yi niçin biz dışarıya bağlı yapalım!.. Neden başkasına mahkum edelim! Domatesimizin Biberimizin DNA'larını niye değiştiriyorsun sen? Bunun insana faydası ne, zararı ne, bunu inceletiyor musun? O nedenle, "Hoca" dediğin zaman camide namaz kıldıranı anlamayın. Mesele, Türkiye'ye ne lazımsa o konuyu işleyeceksiniz. Benim yaptığım, insana bir model vermektir, konuyu ortaya koymaktır. Ben, tıp üzerine konferans vermemeliyim. Ehli kim ise, o vermeli… Türkiye'ye ne lazımsa o işlenmeli.
Geçmişte Bereketzade'de sarhoşa, garibana yemek veriyorum diye şikayete uğradığımı hatırlıyorum. Tabii, bir şey olmadı. Daha sonra Taksim'de bir konferansta konuşma yaparken, "Ey dinleyiciler, siz beni şikayet ettiniz, şikayet edenlerin bir kısmı burada. Suçum, sarhoşlara garibanlara yemek vermek imiş…" dedim. Niye suçmuş? Bunlar sarhoşmuş.. Bu suç işleyenler, Cenab-ı Hak tarafından cezalandırılsa, her günah işleyen günah-ı kebair (büyük günah) işleyen cezalandırılsa, İstanbul'da sağlam adam kalır mıydı? O sarhoş bir gün temizlenir, ama o büyük günahları sen işlesen ve her günah işleyen sarhoş olsa idi, piyasada ayık gezen bulamazdık. İnsanlara merhametli olmak lazım… Aradan onbeş sene geçti, oradaki sunucuyla bir arkadaşım karşılaştığında, "filan zaman filan yerde Kasım Hoca böyle söylemişti. "İçip sarhoş olan var, bir de günah işleyip sarhoş olan var. Günahın sarhoşluğu daha kötü. Sarhoş 24 saatte yıkanır, temizlenir, ayılır ama başka günahların sarhoşu ancak cehennemde ayılır." diye, bu olayı hatırladığını anlatmıştı. Yani şunu demek istiyorum. Sen iyi bir fikir attığında ortaya mutlaka bir gün o fikir yeşerir, sonuç verir, o fikrin de taliplileri olur. O söz, insanların cebinde cüzdanında kalır. Ama yirmi sene sonrada olsa tahakkuk eder. Hiçbir zaman ariflerin ağzından çıkan söz çamura karışmaz. Onlar inci tanesidir. Ehline malumdur, onu alır, en güzel şekilde saklar. Sonra icra eder. Ama sen eğer anlamıyorsan sen de "es" geçersin üstünden… Ben bugün bunu söylüyorum. Evet arkadaşlar, ben birgün "Beyazıd, Fatih, Yeni Cami, Sultanahmet gibi camilere mevzulara göre hatip çıkartmak lazım"demiştim. Hoca çıkıyor, ticaretten bahsediyor, bu senin konun değil, sen buraya bir ticaret uzmanını çıkart, o konuşsun. Sağlık konusunda da ehlini çıkart, o konuşsun. Bu milleti böyle yetiştirmek lazım. Eskiden sıradan bir adamı getirir, hutbeye çıkartırdılar. Ama bugün, ilahiyat mezunu şart. Bugün, İstanbul Müftüsü profesördür. Diyanet İşleri Başkanı profesördür. Bir fikir atılsın ortaya on sene sonra tutsun, zararı yok. Bir arif-i billahın sözü, yaradanın sözüdür, orada kalmaz. Onu dinleyenler belki o anda gaflete düşerler, basitleştirirler, anlamamazlığa gelirler ama öyle bir gün gelir ki, buğday tanesi gibi başak verir.
Sultan Murat, Hacı Bayram Veli Hz.'ne dedi? "Dua edin Efendim, İstanbul'u alayım" O da "Sana nasip olmayacak, şu senin çocuk ve şu benim köseye nasip olacak" dedi. Padişah açıkgözlük yapıp iktidarı 12-13 yaşındaki Sultan Mehmed'e bırakıyor ama düşmanlar tehdit edince tekrar padişahlık makamına geçerek, düşmanı ininde vuruyor.. Fatih Sultan Mehmed ise 21 yaşına gelip, hem babası ve hem de Hacı Bayram Veli (ks) vefat edince ancak İstanbul'u fethediyor. Hem de 21 yaşında… Çünkü zamanı var. Halbuki 900 sene evvel Hz. Peygamber "İstanbul fetholunacak" demişti. Haşa boşa mı gitti o söz!?.. 900 sene sonra tecelli etti. Nice sahabi, o müjdenin ardından İstanbul kapılarına dayandı yıllarca… Canlarını burada teslim ettiler. Demekki her söylenen söz aynı gün meydana gelmeyebilir. Ama onun zamanı vardır, bir gün gerçekleşecektir. Burada önemli olan incelik şu ki; sınıflar ayırt etmeden, bütün bilim adamlarına, bütün ilim adamlarına ihtiyaç var. Bunu mutlaka duyurunuz. Bu önemlidir. Çünkü vatanını milletini bayrağını seven insanların iştirakiyle ancak beklenen güneş doğabilir. Böyle bir çağrı var. Önemli olan bu daveti yapmak… Böyle bir çağrı var, insanların kulağına bir kar suyu kaçsın, haberdar olsunlar… Değil mi?
FEYZ: Efendim bu çok yararlı ve hoş sohbet için teşekkür ediyoruz…
Efendim ben de Feyz Dergisi mensuplarına, Feyz camiasına başarılar diliyorum. Allah hepsine bol bol feyz versin, vazifelerinizde başarılar versin.