Bütün (I.Q.)'lar O'nun (Celle Celalühü) İçin Seyr-u Süluk Zekası

Ruhsal Zeka, Duygusal Zeka, Cinsel Zeka'dan sonra insanlar problemleri doğrultusunda kavramları parçalaya parçalaya sonunda Ailesel Zekayı da kavram olarak günümüzün kişisel gelişim klişeleri arasına yerleştirdiler. Dr. Daniel Goleman, kitabında, "Duygusal Zeka" yı, özbilinç, azim, dürtülerini frenleme, başkalarının duygularını paylaşabilme gibi özellikleri içeren bir zeka olarak tanımlıyor.

Araştırma bulgularına göre, duygusal zeka yoksunluğu, kişinin aile yaşamından mesleki başarısına, toplumsal ilişkilerinden sağlık durumuna kadar birçok alanda çok kötü sonuçlar doğurabiliyor. Ancak, Dr. Goleman'a göre, duygusal zeka doğuştan gelen bir özellik değil. İnsan beyninin yapısı dolayısıyla, çocuklukta alınan duygusal dersler, yaşam boyunca davranış tarzını belirliyor.

Muhammed Bozdağ, Ruhsal Zeka kitabında, kendi hislerini keşfetmek ve eylemlerimiz esnasında yaptığımız işle ilgili olarak nasıl hissetmemiz gerektiği üzerinde duruyor. Ruhsal zekanın bir yaşama biçimi olduğunu, hayatımızın her saniyesini dolduracak bir hissediş ve tutum şekli olduğunu anlatıyor. Özellikle istemek ve inanma gücü, istemek ve gerekçe gücü, istemek ve duygu gücü, istemek ve ısrar gücü, istemek ve kanaat gücü, istemek ve ruhsal etkileşim gücü, istemek ve ilahi irade gücü üzerinde duruyor.

Seyr-i sülûk zekası ise daha çok bir "farkındalık", "uyanıklık hali"ni temsil ediyor. İnsanın Allah (Celle Celalühü) yolunda ilerlemesinin niçin gerekli olduğunun farkındalığını ve bu konuda bütün kabiliyetlerini yerli yerinde kullanması durumundaki uyanıklık halini ve bunun ne kadar mühim olduğunun bilgisini, hissini, idrakini veriyor insana… Üstelik bunu yaratılmış insan neslinin, kendisini yaratan ve insanı tek tek muhatap alan, insana başlıbaşına değer veren yaratıcısına vasıl olmasının, nedenliği ve niçinliği yanı sıra, nasıl olacağının da ilgi ve bilgisine taşıyor insanı... Dolayısıyla seyr-i sülûk zekası bir kavram… Oluş ve varlığa dair bir kavram… İnsanın "anlam bilim"de ilerlemesi de seyr-i sülûk zekası ile birebir ilgili… İnsanın, şu yaşadığımız evrende niçin var olduğunu fark etmesi, nasıl yaşaması gerektiğini hissetmesi, bu konuda elinden geleni yapabilmesi, ancak "seyr-i sülûk I.Q'su"nu yerli yerinde kullanması ile mümkün…

İnsan, seyr-i sülûk zekası sayesindedir ki; önce iman eder, sonra da Allah (Celle Celalühü) yolunda terakki eder, tekamül eder, kendisini geliştirir ve ilerler. Bunun temelinde ise, hayatla ilgili gerçek soruları kendine sormak ve kendi hayatıyla hayatın asıl gayesi arasında bir ilişki kurmak yatar. "Zaman"la aramızdaki göreceliliği fark edip, zamandan ve mekandan bağımsız olanı, kadir-i mutlak olanı nasıl tanıyacağımızı bilmemizi sağlar. İnsana bu doğrultuda, "bilmenin" "bulmanın" ve "olmanın" bilgisini verir. Yani seyr-i sülûk zekası, insanın Allah'ı (Celle Celalühü) tanımasında bütün potansiyelini, bütün yeteneklerini kullanmasının önemine işaret eder. Bu bir bakıma Allah (Celle Celalühü) yolunda olmak isteyen insanın can simididir. Yaşayan insanın ruhen ve bedenen diri kalmasını sağlar. Yani seyr-i sülûk zekası, ruhun insan zihnindeki yansımasıdır. Tabir caizse, direkt olarak ruh değildir ama ruhu temsil eder. İnsanın kendisiyle ilgili gerçeğe koşması, gerçek kendisiyle buluşması, onunla kucaklaşması, kendi sınırlarını keşfe soyunmasının ta kendisidir bu I.Q…

İşte bu uçsuz bucaksız ilim deryasında ilerleyebilmek, kişinin zaten var olan seyr-i sülûk I.Q'sunu ne kadar kullandığıyla çok yakından ilgilidir. İnsanın, gayesi kadar insan, insanın, şahsiyeti kadar insan, insanın, manevi varlığı kadar insan olduğu düşünülürse, gerçek insan, seyr-i sülûk yapan insandır. Gerçek insan seyr-i sülûk zekasını iyi kullanan insandır. Aksi halde cinsel zeka da, duygusal zeka da, ruhsal zeka da hiçbir şeye yaramaz. Öyleyse seyr-i sülûk zekası, insanı tanımlayan diğer bütün zeka türlerinin babasıdır, nasihatçısıdır ki; onları iyiye, doğruya, güzele sevkeden ve hepsinin özünde yatan en subjektif ve estetik bileşendir. Tüm zekalar, seyr-i sülûk zekasıyla kemâl bulur. Yokluğunda yani kullanılamamasında ise, hakikat noktasında zeval bulur.

Evet; seyr-i sülûk I.Q.'muzun ne kadar olduğunu, ancak iyi bir muhasebe yaparak anlayabiliriz. Bu da en azından manen ne durumda olduğumuzu bilmemizi sağlar. Nitekim Bediüzzaman Said Nursi de bir dersinde; "Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hadise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?" sorusuna cevaben, "Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek…" der.

Şah-ı Nakşibend Hz. ise; "Allah'a giden yol iki adımdır. Birincisi nefsin üstüne basmak, ikincisi ise Allah" diyerek bu konuyu özetler. Gavs-ı Bilvanisi ise; "Benim nefsim Firavunun nefsinden yetmiş kat daha kafirdi." diyerek, zımnen, velayet sahibi olduğunu ve seyr-i süluk zekasını kullanarak çıkılacak zirveleri işaret eder.

Rabiatü'l Adeviyye (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) ise; "Sıfır olmadan bir olunmaz." diyerek yine çok mühim bir gerçeğe işaret eder. Hz.Ali (k.v.) ise; "Ahiretle aramızdaki perdeler kalksa imanım zerre kadar artmaz." diyerek, seyr-i sülûk zekasını kullanmanın sonucunda gelinecek en güzel noktaları işaret eder.

Yine Allah (Celle Celalühü) yolunun büyükleri; "Hilali göremiyorsan, hilali görenlere git ki bayramı göresin." diyerek manevi iklimlere ait bir anolojiye işaret ederler. (Analoji, iki farklı şey arasındaki benzerliklerden hareket edilerek birisi için dile getirilenlerin diğeri için de söz konusu olduğunu ileri sürmektir.)

Yukarıdaki örnekler ise, seyr-i sülûğun kilometre taşlarıdır. Kendi potansiyelimizi harekete geçirmeyi ve doğru eylem biçimimizi belirler. Seyr-i sülûk zekasının önemli unsurlarından biri de sevgi, bir adım ilerde muhabbet ve aşktır. Sevgi, muhabbet ve aşk o kadar önemlidir ki, denizdeki yakamozlar gibi, seyr-i sülûk zekasının parıldadığı yerlerdir diyebiliriz. Çok kurtarıcı ve yolu kısaltıcı özelliği vardır sevginin, aşk ve muhabbetin… Nitekim büyükler; "Seven kurtulur." demişlerdir. Sonsuz marifet deryasında kısa zamanda uzun mesafeler katetmenin yolu; sevmek, sevmek ve sevmektir. Sevgi, yeni sevgilere, yeni idrak ve oluşlara basamaktır. Burada nimet, iltifata, iltifat da gayrete tabidir.

Evet dostlar, seyr-i sülûk zekasının yansımalarını en güzel şekilde Hz. Peygamber'in; "Sizde bir et parçası var ki, o iyiyse bütün beden iyidir, o kötüyse bütün beden kötüdür. İşte o kalptir" ihtarında bulabiliriz. Kalp ise nazargâh-ı ilahidir. Yani Allah'ın (Celle Celalühü) nazar ettiği yerdir. Allah-u Teala kalplere nazar eder, kalbi itibare alır, önemser. O nedenledir ki "kalbin ameli" konusu, seyr-i sülûk zekasını iyi kullananlar tarafından çok ama çok önemsenir. Onlar; "kalbin ameli, zahiri azaların binlerce amelinden daha üstündür." demişlerdir. O nedenle öncelikle kalpte işlenen günahlar önemsenmiş, o günahların kalple başlayan ilk izdüşümleri yakın takibe alınmıştır. Henüz dile dökülmeyen ama kalpte ilk emareleri görünen şeyler, o insanlar tarafından titizlikle kontrol altında, hissediş ve idrak menzilinde tutulmaya çalışılmıştır.

Seyr-i sülûk zekası, mümin gönüllerin "kulluk" denilen "arafta" durmalarını sağlar. Yani havf ve reca arasında (ümit ve korku)…

Hep elleri duada, gönlü titrek, kalbi hem mahzun hem neşeli, dünyanın ta ortasında ama dünya gailelerinden uzakta, yani "el kârda, gönül yarda", "gönül manevi kârda, kalp ve ruh hep huzurda…"

Son olarak söylemek gerekirse, bunca kaos içinde kendinizi tanımak istiyorsanız, oturun bir de seyr-u süluk zekanızı ölçün diyorum…

Evet, çünkü bütün (I.Q.)'lar O'nun (Celle Celalühü) için…