Hz. Ömer (r.a.) halifeliği zamanında geceleri herkes uyurken Medine sokaklarında dolaşır, halkın ihtiyaçlarını giderir ve yanlış yolda olanları da uyarırdı. Süte su katma hikâyesini ve annesini uyaran kızı gelini olarak almasını hepimiz biliriz. Yine böyle bir gün Sahabeden İbn-i Abbas (r.a.) ile Medine sokaklarında dolaşan Hz. Ömer (r.a.), şehrin dışına doğru çıkarlar. Uzakta bir çadır ve yanan bir ateş görürler. Şehrin dışında, çöl kenarındaki bu şeyi merak ederler ve oraya doğru yönelirler.
Çadıra yaklaştıklarında, ağlayan çocuklar, ateş üzerinde kaynayan bir kazan ve yaşlı bir kadının da ağlayan çocukları uyutmaya çalıştığını görürler.
Çadıra biraz daha yaklaşıp selam verirler. Yaşlı kadın "Hayırla yaklaşın ya da uzaklaşın" şeklinde cevap verir. Hz. Ömer (r.a.) Efendimiz merak içindedir. Kadının haline bir anlam veremez. Çocukların neden ağladığını sorar. Yaşlı kadın çocukların aç olduklarını ve açlıktan ağladıklarını, çocuklara yedirecek bir şeyinin olmadığını ve açlıklarını unutmaları için uyutmaya çalıştığını söyler. Hz. Ömer (r.a.) efendimiz tencerede kaynayan şeyin ne olduğunu sorar.
Olayın devamını İbn-i Abbas (r.a.)'dan dinleyelim; Kadın; "Oğlum" dedi Halife Ömer'e "sen şu ateşte kaynayanı yemek mi pişiyor sandın; ne gezer!.. Yavruları avutabilmek için çakıl koydum tencereye; durmadan kaynatıyorum. Pişirecek hiçbir şey yok. Bu gördüğün yavrular benim, anasız babasız yetim torunlarımdır. Oğlum, kocam ve kardeşlerimin her biri bir muharebede şehit düştüler. Evin geçimini temin edecek bir erkeğim yok. Benim de hem yaşlı, hem de kadın halimle halim kalmadı. İşte böyle aç ve perişan kaldık.
Hz. Ömer (r.a.) kadını dinlerken yanmakta olan bir mum gibi eriyor, yüzü renkten renge giriyordu. Kadının sözünü bölerek üzgün bir sesle "valide, şehirde oturan Müslümanların emirine, Halife Ömer'e neden başvurup durumunu anlatmıyorsun?" diyebildi. O ana kadar kesintisiz olarak gözyaşı döken kadının derin üzüntüsü yerini anlatılmaz bir kin ve kızgınlığa bıraktı. Hiddetten kararan bakışlarını Halifeye dikerek şu sözleri söyledi.
"Dilerim ki, o Halife Ömer daha dünyada iken bulsun Ahirette de elim yakasından kopmasın. Allah Ömer ile benim aramdadır" Hz. Ömer (r.a.) kekeleye kekeleye "Niçin Ömer'e böyle beddua ediyorsun valide! Onun bu işte günahı nedir?" dedi. Kadın aynı kızgınlıkla bu sözlerin cevabını yetiştirdi: "Evladım!.. Ben şu ihtiyar halimle iki günden beri gece gündüz demeyip yetim avuturken o nasıl rahat yatağında uyuyabilir? O, Müslümanların reisi, baş bekçisi değil mi? Bizler evvela Allah'a sonra da onun eline emanetiz. Gelip de benim halimi nasıl sormaz. Müslümanların reisi olmayı böyle kolay mı sanıyor!.."
Hz. Ömer (r.a.) yavaş yavaş dolmaya başlayan göz pınarlarını kadından saklayarak "Valide haklısın, doğru söylüyorsun; ama zavallı Halife'nin işi bir iki değil ki. Kim bilir başını kaşıyacak kadar bile boş zamanı yoktur. Hem sen gidip derdini anlatmadıktan sonra o senin halini bilmez ki, diye kadının öfkesini dindirmeye çalıştı. Fakat kadın aynı kızgınlıkla sözlerine devam etti.
"Mademki dertlilerin derdini zamanında haber alıp çaresine koşmayacaktı, zamanında niye Halife olmayı, Müslümanların başına geçmeyi kabul etti? Böyle çürük bir mazereti hiç dinler miyim ben? Zavallının işi çokmuş!.. Nedir işi, yine savaş mı? Yanında inleyenlerin sesine kulak vermez. Şehrinde açlıkla pençeleşen yavrular yaşıyor. Halife bunlara göz yumarak uzak diyarlardaki şehirlere gaza, gaza diyerek asker yürütmekle; gencecik delikanlılarımızın kanını yabancı topraklara akıtarak kadınları bırakmayı marifet mi sanıyor? Benim babam, amcam, dayım ve gencecik oğlum hep onun ordularında şehit düşmedi mi? Şimdi kim bilir yine nice kadın ve çocukları kocasız ve babasız bırakıp, aç ve çıplak bir sefaletin kucağına atacak. Böyle dertlerimize yeni dertler eklesin diye mi biz onu başımıza geçirdik?"
Tam bu sırada çocuklar sözleşmişler gibi hep bir ağızdan yanık sesleri ile ağlaşmaya başladılar. Çocukların bastıran çığlıkları kadının öfkesini bir kat daha arttırdı. Ellerini havaya kaldırarak ve sesinin çıktığı kadar bağırarak sözlerine şöyle devam etti:Bu evdeki canlıların göğüslerinden boşalarak yükselen inilti ve çığlıkları şimşek ve yıldırım eyleyerek Ömer kulunun başına yağdırmasını dilerim. O varsın dul bir kadınla yetim yavruların beddualarını yağmur sansın. Tez elden ona gönlümün dilediği bir bela ver de kıvranırken bizim neler çektiğimizi anlasın. Sen işini bilirsin, yüce Yaradanımız."
Hz. Ömer (ra.) artık dayanamadı. Dolu dolu olan pınarlarından yaşlar damlamaya başladı. Herkesin durmadan gözyaşı döktüğü bu kederli evde, gözyaşlarını görmelerini istemediği için yüzünü herkesten saklamaya çalışıyordu. Artık orada oturamazdı. Hemencecik yerinden doğruldu. Bitkin bir sesle "Valide haklısın sen yine avut çocuklarını, ben hemen dönerim" diyerek kapıya doğruldu. Arkasından ben de yürüdüm. Dışarıya çıkınca derin bir soluk çekti ciğerlerine. Kelimenin en geniş manası ile üzgün ve bitkin idi. Yol boyunca ağzından tek kelime çıkmadı. Var gücünü kullanarak hızla yol almaya çalışıyordu. Ona yetişmekte güçlük çekiyordum. Doğruca devlet hazinesine vardık. Halife bir çuval unu seçerek sırtına aldı. Ben Ey Müminlerin emiri bırakın ben taşıyayım diyince; bana sertçe çıkışıp, "Ahirette günahımı da sen mi taşıyacaksın ey adam" dedi. Diğer eline aldığı yağ kabını da ben elime aldıktan sonra yola koyulduk. Ağır çuval yükü altında iki büklüm olmuş bedenine rağmen son gücünü kullanarak yokuşu soluk soluğa çıkıyordu. Damarlarındaki kanı bile donduracak kadar keskin ayaza rağmen alnından ve yüzünden akıp heybetli göğsüne süzülen terlere aldırmıyordu bile.
Nihayet koca karının çadırına vardı ki nefes nefese içeri girip çuvalı yere bıraktı ve aynı zamanda kendisi de yere serildi; iyice bitmiş, takatinin son damlalarını kullanarak çadıra girebilmişti. Kısa bir dinlenmeden sonra aslanlar gibi silkilenerek yerinden doğruldu; tencerede kaynamakta olan çakılları boşalttı. Yerine benim taşıdığım kaptan yağ koydu. Sonra eriyen yağa sırtında getirdiği çuvaldan kendi eli ile un koyarak pişirmeye koyuldu. Sönen ateşi kadından çalı çırpı isteyerek kendisi tutuşturdu. Böylece pişirdiği yemeği ayazda çabucak soğutarak yine kendi eli ile kurduğu sofraya koydu. Daha sonra anne ve baba şefkatini bile gölgede bırakacak gülümseyen bir yüz ve bal gibi bir sesle iki günden beri boğazlarından aşağıya tek lokma geçirmemiş olan öksüz yavruları yemeğe oturttu; eli tutmayanlara kendi eli ile yemek verdi.
Yaşlı kadın karnı doyan öksüz torunlarının neşesi odayı sarınca ağır bir uykudan uyanır gibi silkindi; toplandı ve sevinç gözyaşları içinde kim olduğunu hala bilmediği Halifeye şu sözleri söyledi. "Dilerim ki yüce Allah (Celle Celalühu) tez elden seni Hz. Ömer'in Halifelik makamına oturtsun. Oraya Ömer'den çok sen yakışırsın."
Yaşlı kadının o karşısındakini tanımadığı için söylediği bu sözlere içinden güldüm; yan gözle Ulu Halife'yi aradım; bu akşam belki ilk defa bu sözler üzerine o da aydınlık bir çehre ile gülüyordu. Bana yaklaşıp gidelim artık diye işaret ettikten sonra kadına döndü; "Valideciğim... Sen yarın erkenden Halifelik makamına gel; beni orada bul da sana emekli ve yetim maaşı bağlatayım."
O gün kadın, öğleye doğru Halifelik makamına geldi. Ulu Halife zaten daha önce işini maaşa bağlanması için gereken kimselere derhal emir vermişti. Kadın Hz. Ömer'i tanımıştı ama şaşkınlıktan dona kaldığı için dilini döndürüp hiçbir şey söylemiyordu. Ulu Halife onu saygı ile karşılayıp bir yere oturttuktan sonra şöyle dedi: "Valideciğim!.. İşin oldu bundan sonra hem kendi adına ve hem de şehit yavrusu öksüz torunlarının adına her ay emekli maaşını alacaksın. Al bakalım şu ilk maaşın" diyerek bir gümüş kesesini kadına uzattı ve "Artık Ömer'i affediyor O'na ettiğin bedduaları geri alıp hakkını bağışlıyorsun değil mi" diye sözlerini bağladı.
Akşamdan beri olup bitenlerin tümünü iyice anlayan kadın gayet ciddi bir ifade ile Halife'ye şu son cevabı verdi; "işte böyle göster adaletini, eline bakan bütün Müslümanlara karşı."
Yaşanan iyi ya da kötü her olay bir ibrettir aslında. Yukarıdaki hikâye ise en küçüğünden en büyüğüne idareci makamlarında oturanlar için hem bir ibret hem de bir uyarıdır. İdaresi altında bulunan insanların hali ile hemhal olmayan, olamayan, onların neler yaşadığını algılamayan, empati kuramayan insan, aslında kendisi ne kadar talihsiz ve ne kadar acınacak insandır değil mi?
Bu hikâyenin muhatabı herkestir. Ailede ana-baba, şirketlerde şef-müdür, devlette her kademedeki idarecidir.
İdaresi altındakilerin ahını değil duasını alan insanlardan olmak dileğiyle...