Hikmetli Sohbetler

Emanet Fare : İnsanlar sabırsızdırlar kolayca makam sahibi olmak isterler. Çalışmadan gayret etmeden bu mümkün değildir. Bakın şu kıssa bize ders veriyor. Yûsuf adında gezgin bir zât, Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin İsm-i âzamı bildiğini öğrenince, Mısır'a gitti. Huzûruna varınca, önceleri iltifat görmedi. Sonra huzûra kabûl edildi ve Zünnûn-i Mısrî hazretlerine bir sene hizmet etti.

Bir gün ona; - Ey üstâd, sana bir sene hizmet ettim, artık hakkımı vermen gerekir. Senin İsm-i âzamı bildiğini söylediler. Onu, benden iyi emânet edeceğin bir başka kimse olmayacağını bilirsin,dedi. Üstad sükût etti. Ona cevap vermedi. Altı ay sonra bir tabağa konmuş ve bir mendile sarılmış bir şey çıkardı.
Ona;
- Fustat'ta bulunan falan dostumuzu bilirsin değil mi?" diye sorunca;
- Evet, dedi.
Zünnûn hazretleri ona;
- İşte bunu ona götür. dedi.
O da sarılı tabağı aldı, giderken;
- Zünnûn-i Mısrî gibi bir zât hediye gönderiyor. Acabâ nedir, ne kadar kıymetlidir? diye düşündü. Merakını yenemeyerek tabağı açtı. İçinden bir fare fırladı ve kaçıp kayboldu. Bu duruma kızarak, Zünnûn-i Mısrî'nin yanına geldi. Zünnûn-i Mısrî ona; - Biz seni denedik. Sana bir fâre emânet ettik, ona hıyânet ettin. Hiç sana İsm-i âzamı güvenip teslim edebilir miyim? dedi.

Tefecilikten Tövbekarlığa

Bir insanın gençliği vardır, orta yaşı vardır, bir de yaşlılığı vardır. Bu evreler birbirinden farklıdır. Bir insanın cahil olduğu dönemler vardır. İnsan beşerdir hata yapabilir. Önemli olan hatasını anlamak ve o işlediği günahlardan dönmek önemlidir. Buna güzel bir misal anlatayım: Hasan-ı Basrî (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) hazretlerinin talebelerinden Habîb-i Acemî (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) hazretleri, önceleri çok zengin birisi idi. Tefecilik yapar, faizle para verirdi. Bir gün evinde, tam yemek yiyeceği sırada kapıya bir dilenci geldi ve ‘Allah rızâsı için bir sadaka' dedi. Habîb, onun yüzüne kapıyı kapattı, o fakiri mahzun bir halde geri çevirdi. Sofraya döndüğünde kabın içindeki yemeğin kana döndüğünü gördü! Bu hâdise karşısında dehşete düştü! Kendisini bir korku sardı! Yerinde duramaz hâle geldi!.. Şayet bizde kendi hayatımıza baksak böyle olmasada gizli ikazları görürüz. Ne zaman fena bir iş yapsak moralimiz bozulur, canımız sıkılır, işler ters gider, olmadık kişilerden laf işitirsin işte bunların hepside sana bu kıssadaki gibi bir mesaj veriyor…Kıssamıza devam edelim. Habîb-i Acemî (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) hazretleri bir cuma günü, Hasan-ı Basrî hazretlerinin evinin yolunu tuttu. Yolda giderken, oyun oynayan çocuklar, Habîb-i Acemî'yi görünce, aralarında;
- Kaçın, kaçın! Tefeci Habîb geliyor! Ayağından kalkan toz, bize de gelir ve biz de onun gibi bedbaht oluruz, diyerek kaçıştılar.

Çocukların bu sözleri, ona çok ağır geldi.

Hasan-ı Basrî hazretlerinin meclisine varıp elini öptü. Huzurunda tövbekâr oldu. O da Habîb'i talebeliğe kabul etti.

Oradan ayrılıp evine dönerken, kendisine borcu olanlar onu görünce, alacaklarını talep eder korkusu ile kaçışmak istediler. Habîb-i Acemî bu vaziyeti anlayınca,
- Kaçmayın, bugün asıl benim sizden kaçmam lâzım, dedi. Ve kimden ne alacağı varsa, hepsini bağışladığını îlan etti.
Çocukların yanından geçerken, çocuklar bu sefer birbirlerine,
- Kaçın, kaçın! Tevbekâr Habîb geliyor. Üzerine bizden toz bulaşmasın. Bulaşırsa, bizler Allâh'a âsî olmuş oluruz... diyerek kaçıştılar. Habîb, bu sözleri duyunca çok duygulandı. Yüreği sızlayarak,
‘Yâ Rabbbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, bir tevbemle ismimi kötüler arasından çıkarıp iyiler arasına kaydeyledin' diyerek Allâh'a iltica etti.
Samimi tövbe edenleri Allah (Celle Celalühü) bağışlar sizde ona yalvarın ondan isteyin. Ayrıca Efendimize çokça salavat getirin ki sıkıntılarınızdan kurtulasınız.

Allah-u Teâlâyı Bilir misin?

Abdullah bin Mübarek, bir gün yolda gidiyordu. Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü. Ona acıdı ve; "Zavallı, çocuklukta çobanlık yaparsa, büyüdükte Allah-u Teâlânın ibâdet ve mârifetine nasıl erişir?" dedi. Sonra kendi kendine; "Gideyim, ona Allah-u Teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim." deyip, çocuğun yanına geldi ve:
-Evlâdım, Allah-u Teâlâyı bilir misin? buyurdu.
Çocuk:
-Kul nasıl sâhibini bilmez?" dedi.
-Allah-u Teâlâ'yı ne ile biliyorsun?
-Bu koyunlarımla.
-Bu koyunlarla, O'nu nasıl bilirsin?
-Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyucu birisi lâzımdır. Bundan anladım ki, kâinat, insanlar, cinler, hayvanlar ve canavarlar ve bu kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Bu binlerce çeşit mahlûkatı korumaya kâdir olan, Allah-u Teâlâdan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allah-u Teâlâyı, böylece bildim
-Allah-u Teâlâyı nasıl bilirsin?
-Hiç bir şeye benzetmeden bilirim.
-Böyle olduğunu nasıl bildin?
-Yine bu koyunlardan.
-Nasıl?
-Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar. Onlara dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler, ne de ben onlara benzerim. Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse, Allah-u Teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini anladım. Abdullah bin Mübârek:
-İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? buyurdu.
Çocuk:
-Ben bu sahrâlarda, nasıl ilim tahsîl edebilirim, dedi.
-Peki başka ne öğrenmişsin?
-Üç ilim öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi.
-Bunlar nelerdir, ben bunları bilmiyorum.
-Gönül ilmi şudur ki, bana kalb verdi ve kendi mârifet ve muhabbeti yeri eyledi ki, bu kalb ile O'nu bileyim. O'nun sevdiklerine gönülde yer vereyim, sevmediklerine yer vermiyeyim ve böylelerinden uzak olayım. Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve dili zikretmek, O'nun ismini söylemek yeri eyledi. Bununla O'nu hatırlatanları dile getirmeği, O'ndan bahsetmiyen sözden onu korumayı, böyle sözden uzak olmayı îmâ etti. Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir ve onu kendine hizmet yeri eylemiştir. Böylece O'na hizmet olan her şeyi yaparım, hizmet olmayan şeyi ise bedenimden uzaklaştırırım.
Abdullah bin Mübârek, bunun üzerine:
-Ey çocuğum! Evvelki ve sonraki ilimler, senin bana bu öğrettiklerindir! dedikten sonra: Ey oğul, bana nasîhat ver, buyurdu.
-Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızâsı için öğrendiysen, insanlardan istemeyi, beklemeyi kes. Yok, dünyâ için öğrenmişsen, Cennet'e kavuşamazsın, dedi.

Üç Şartım Var

Şöyle naklederler:
"Birisi bir gün Hâtim-i Esam'ı evine dâvet etmişti. Fakat kabûl etmedi. Isrâr edince ona:
"Gelirim ama üç şartım var. Nereye istersem oraya otururum. İstediğimi yerim. Ne dersem onu yapacaksınız." dedi.
Adam kabûl etti. Hâtim-i Esam dâvet edenin evine gitti ve ayakkabıların konulduğu yere oturdu.
Senin yerin orası değil dediklerinde,
"Ben önceden şart koştum." dedi.
Sofra gelince, yanında getirdiği ekmeği çıkarıp yedi. Efendim buradan yiyin dediklerinde;
"Ben ne istersem onu yerim diye şart koşmuştum." dedi.
Sofra kalktıktan sonra hizmetçiye;
"Demir tavayı ateşte kızdır getir." dedi.
Hizmetçi söyleneni yaptı. Hâtim-i Esam demir tavanın içine ayağını koydu ve;
"Somun yedim." dedi.
Sonra oradakilere;
"Yarın kıyâmet günü yaptığınız her işten ve yediğiniz her şeyden Allah-u Teâlânın sizden hesap soracağına inanıyor musunuz?" diye sorunca, oradakiler "Evet." dediler.
"Diyelim ki, burası Arasat meydanı, her biriniz sırayla gelip şu tavaya ayağınızı koyarak, burada yediklerinizin hesâbını veriniz." dedi.
Bunun üzerine oradakiler;
"Buna gücümüz yetmez." dediler.
"Yarın kıyâmet günü Allah-u Teâlâya nasıl cevap vereceksiniz. Arasat meydanının kızgın zemini üzerinde nasıl duracaksınız? Halbuki Allah-u Teâlâ meâlen; "Her nîmetin şükründen muhakkak sorulacaksınız." (Tekâsür sûresi: 8) buyurmaktadır." dedi.
Bunun üzerine orada bulunanların hepsi ağlamaya başladılar."