Feyz: Kültür bir toplumun yaşadığı medeniyeti yansıtır. Siz İstanbul kültürünün belki de son demlerini yaşamış birisi olarak ilk İstanbul'a gelişinizi anlatır mısınız? O zamanlar nasıldı ve hangi alimlerle tanışma imkanınız oldu?
Prof. Dr. Mahmut Kaya: Ben küçük yaşta İstanbul'a geldim 1955'te. Tabii köy çocuğuyuz, zaten yoktu ki okuyalım. Şehir kasaba görmeden Türkiye'nin en büyük şehrine geldik, bildik yok tanıdık yok, kulağımız kirişte, kim var tanıdık İstanbul'da eski hoca efendilerden onları soruyoruz ediyoruz, fırsat buldukça imkân buldukça onların sohbetlerine katılıyoruz, onları tanıyoruz, onları dinliyoruz. İnsanı yetiştiren, takdir edersiniz ki sadece kitap ve kütüphane değil, insanı yetiştiren sosyal ve kültürel çevredir.
İnsan yetiştiği kültürel toplumun ürünüdür. O yetiştiği bölgede şehirde veya kasabada eğer zengin bir kültür, canlı bir kültür varsa, insan o kültürden ister istemez etkilenir. O zaman İstanbul beyefendisi vardı, İstanbul hanımefendisi vardı, İstanbul terbiyesi vardı. İstanbul'un nüfusu bir milyon civarındaydı. İstanbul henüz köylünün işgaline uğramamıştı. 1957'de rahmetli Menderes imar hareketine başlayınca yeni yollar açıldı. Yeni meydanlar açıldı. Tabi yollar at arabasına göre yapılmış, teknoloji gelişince yeni yollar ihtiyaç haline geldi. Motorlu vasıtaların sayısı artmış, tramvay var… İmar hareketinin ilk başlamasıyla İstanbul işci ve amelelerle doldu. Üstelik bu imar hareketi onların kontrolünde kontrolsüz bir şekilde oluverdi. Anadolu tümüyle kontrolsüz bir şekilde hücum etti. İlk önce burada yazın 4-5 ay çalıştılar, geriye memleketlerine döndüler. Bir sene iki sene öyle gitti geldiler. Sonra gitmemeye başladılar ve kendilerine gecekondu yapmaya başladılar. Önce Zeytinburnu'na gecekondular yapıldı. Ondan sonra Taşlıtarla'da yani Gaziosmanpaşa'da Okmeydanı'n da derken bütün şehir… Artık İstanbul İstanbul olmaktan çıktı. Kültür kenti yozlaştı, yabancılaştı.
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın şöyle bir sözü var "Vatan İstanbul'u işgal etti." İstanbul'da eski terbiye vardı o zaman, tabii biz de köy çocuğuyduk yüksek sesle toplum içinde konuşmazdık, ayıp olur diye… Köylüler de buraya geldikleri zaman böyle seslerini saklarlardı ayıp olmasın diye, İstanbul'un beyefendisine karşı diye… Şimdi çoğunluğu onlar teşkil ettiği için yerli İstanbullular seslerini kısmaya başladı. Devir döndü artık, çokluk onlarda malum ya…
Demek istediğim üstün kültürü o zamanlar kıymetli hocaefendiler yaşardı ve insanları da eğitirdi. O sıralarda önde gelen hoca efendileri tanıdık biz de... Kendimi şanslı addediyorum. Ben 27 tane dersiâm'a yetiştim, Osmanlı döneminde dersiâm demek bugünkü profesörün karşılığı … Onların bir kısmından ders okudum, bir kısmının sohbetlerinde bulundum. Meşhur vaizler vardı o zaman. Mesela Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı eski İstanbul müftülerindendir, çok güzel sohbet ederdi. Elmalılı Hamdi Efendi'nin talebesidir. Kendisi edipti, şairdi … O öyle halk vaizi değildi. Onun seçkin bir cemaati vardı. Çok edebi sohbetler yapardı. Sekiz sene ben Beyazıt Camii'nde onun vaazlarını dinledim. Pazar günü ikindiden sonra vaaz ederdi. Önce bir ayet-i kerime okurdu. O arada ne inciler ne cevherler anlatırdı, fevkaladeydi.
Önceleri anlamakta güçlük çekiyordum. Çünkü köylü çocuğusun, 200-300 kelime ile konuşuyorsun, anlaşıyorsun; bu arada kültüre dair bilime dair terimler yok kafamda. Tahsil hayatım devam ediyor. Arapça, dini ilimler derken… kelime haznem de gelişmiş olacak ki hocadan çok istifade ettim zaman içinde.
Feyz: Sizin hayatınızda önemli bir yer tutan Mahir İz Hoca var tabi. İstanbul'da siz ehli beytten olan bu nezih insanı tanıma şerefine nail oldunuz. Bize onun üstün kültürünü ve insan sevgisini anlatır mısınız?
Prof. Dr. Mahmut Kaya: Mahir İz Hocaefendi son derece önemli bir insandı. Onun sayesinde biz İslam medeniyetinin inceliklerini öğrendik. Bir çok insana vesile oldu. Her geçen gün onun kıymeti artıyor. Benim Mahir Bey'le tanışmam çok ilginç oldu. Mahir Bey'le tamamen tevafuk bir tanışma. Ben klasik medrese eğitimiyle yetiştim, bir taraftan okuyordum, bir taraftan okutuyordum. Böyle bir gelenek vardı bizde… İstanbul'a geldiğim günden itibaren okutmaya da başladım. Gönenli Mehmet Efendi beni görevlendirdi. Çocuğum daha o zamanlar… Memlekette de sarf-nahiv okumuştum. Biraz da fıkıh okumuştum. Fakat çok iyi okutmuştu memlekette hocamız bizi... Onun sayesinde arapça grameri fevkalade çok iyi bilirdim. Fatih Camii'nde hünkâr mahfelinin altında okutuyorduk. Bir de Şehzadebaşı Camii'nde…
1961 ihtilali sonrasıydı o zaman yeni yetişiyoruz, dersi bitirdik, heybetli ve vakur bir kişi geldi camiye.... Her halinden belli ki beyefendi bir kişi. Orada namaz kıldı, bağdaş kurdu, biraz bizim dersi dinledi, derken bizim ders bitti, teneffüs oldu. Oturduğu yerden dedi ki "evladım, rica etsem dersi hatırım için kısaca bir tekrar eder misin?" Sonra ben üslubundan İstanbul beyefendisi olduğunu anladım. "Teeddüb ederim efendim zat-ı alinizin yanında" dedim. "Evladım maziyi yad etmek istiyorum" dedi. Ben de kısaca dersi tekrarladım. Sonra geldi, sarıldı gözlerimizden öptü. "Kimsin sen, menşein nedir ?" dedi. Öyle çok heyecanlı konuşurdu, ayrıca gür bir sesi vardı. Biz de kendisine:"Anadolu'dan geldik, buralarda dini tahsil yapıyoruz" dedik. "Peki, ne olacaksınız?" dedi, "Orasını hiç düşünmedik efendim" dedim. Bir taraftan okuyoruz bir taraftan okutuyoruz dedim. Gür bir sesle "Olamaz! bu milletin sizden istifade etmesi lazım" dedi. "Peki, diplomanız var mı?" dedi.
40-50 talebe var çoğu da benden yaşlı, "Ben kendisine diplomam yok efendim" dedim. "Evladım, şimdi sen bu arkadaşlarının bir isim listesini tespit et, bana getir. Değerlendirelim onları. Ben, İstanbul İmam Hatip Okulu Müdürü Mahir İz…" dedi. Böylece tanıştık kendisiyle...
Feyz: Mahir İz Hocaefendi "amel-i salih" kavramını yaşantısı ile gösteriyor.
Prof. Dr. Mahmut Kaya: Evet, kendisi "amel-i salih" kavramı üzerinde çok dururdu ve öyle yaşardı. Mahir İz Hoca'nın "Salih amel" tabiri şöyleydi ki; amel yerinde ve zamanında olursa amel-i salih olur derdi. Mesela yazın soğuk su dağıtmak, kışın ise kömür dağıtmak amel-i salihtir. Yani ihtiyaca göre hizmet…Sonra kendisi bize "Ben ilim yayma cemiyetiyle görüşeceğim, size tekâmül kursu açalım, dışardan imtihanlarla size diploma alalım, böyle kendini yetiştirmiş arkadaşlar diplomasız kalmasın, sonra hem eğitimli hem işsiz kalırsınız." dedi. Hakikaten ben listeyi götürdüm, hoca ilim yayma cemiyeti ile görüştü, tekâmül kursu açıldı. Şimdi Vefa Talebe Yurdu var -ilim yayma- orada eskiden ahşap bir bina vardı. İmam hatip okulu orada açılmıştı. Orada biz ortaokul imtihanlarına hazırlandık. Arkadaşların pek çoğu ilkokul ve ortaokulu oradan bitirdi…Mahir İz hoca bizim peşimizi bırakmadı, sonunda oradan yetişen arkadaşların bir kısmı hukukçu oldu, hâkim oldu, savcı oldu. içlerinden avukat olanlar oldu, vaiz, müftü olanlar oldu, efendim parlamenterler bile çıktı içimizden. Yani çok bereketli oldu.
Mahir Hoca'nın sohbetleri yazın haftada bir kışın ise on beş günde bir olurdu. Kışın Erenköy'de Galip Paşa Camii'nin yanı başında sohbet ederdi. Üniversite talebeleri gelirdi, İslam Enstitüsü talebeleri gelirdi, onların sayısı daha çok tabi, bizim Edebiyat Fakültesinden de gelirlerdi. Yazın da Emirgan'da gönül sohbetleri olurdu. Emirgan'da onun yazlığı vardı. Bazen de Yahya Efendi Dergâhı'nda... Bir sene de orada yaptık. Arnavutköy'de, II. Mahmut'un yaptırdığı bir ahşap camii var, kızının adına. Onun önünde denize nazır, gönül sohbetleri yapardı. İki sene boyunca orada devam etti sohbetleri. Onun sohbetlerinde sanat vardı, edebiyat vardı, kültür vardı, hem de üst düzeyde olurdu. Coşkulu bir insandı, hakikaten onun yanında olanların etkilenmemesi mümkün değildi... Mahir İz Hocamız imparatorluğun son deminde yetişmiş bir kişi ve babası Medine-i Münevvere kadısı. Aslı Erzurumludur.
Feyz: Mahir İz Hocaefendi Peygamber Efendimizin soyundan geliyor yani Ehl-i Beyt'en bir aile olması dolayısıyla İstanbul'da büyük zatları tanıyordur…
Prof. Dr. Mahmut Kaya: Mahir Hoca İstanbul'da yetişmiş. Osmanlı ulemasını tanıyor, babası münasebetiyle bütün önde gelen ulemayı tanıyor. Sonra şuarayı tanıyor, udebayı tanıyor. Hakikaten Mahir Hoca kendinden önce yetiştiği o muhterem zevatı, meşayıhı tanımış, ulemayı tanımış, şuarayı tanımış, önde gelen devlet adamlarını tanıyor, saray erkânını tanıyor, sonra Cumhuriyetin ittihatçı güruhunu da tanımış… Kendisi TBMM'nin açılışında ilk zabıt kâtibi olmuş… Hatıraları çoktu. Bugün öyle mahfiller var ki, bu kadar zengin bir kültüre sahip değil maalesef. Şimdi varsa yoksa politika... Hayatımızın her sahasına girdi; başka bir şey yok mu sohbet konusu, yani sanat, kültür, medeniyetimiz, manevi dünyamıza ait gönül sohbetleri nerede kaldı? Televizyonlar aldı başını gitti, televole kültürsüzlüğü, futbol dedikoduları, bir de borsa var; borsa ne oldu indi - çıktı, herkes bunları konuşuyor…
Feyz: Tamamen dünyevi ve seküler düzenin getirdiği bir kültür. Hocam sizin bir de Kerbelayı anlatan "Ağıt Yahut Ferhat" isimli şiiriniz var…
Prof. Dr. Mahmut Kaya: Kerbela ile ilgili feryat da bizim feryadımız… Ülkemizde de bir çok trajedi yaşıyoruz. Onlar da bizim derdimiz…Bu duygular ile kaleme almıştım.
Ağıt Yahut Ferhat
Şerha şerha oldu lebler, yandı cânım bir su ver
Kerbelâ'da yaktı zâlim, aktı kânım bir su ver
Ehl-i Beyt'iz, bîgünâhız kıymayın mâsumlara
Sizde insaf yok mu yâhu, gamküsârım bir su ver
Çöl tutuşmuş sanki volkan lav saçar her bir yana
Yavrular feryâd ederler yandı bağrım bir su ver
Gel Hüseyn'im gitme artık, lâl kesilmiş her taraf
El açalım yalvaralım, âsumânım bir su ver
Her geçen gün on Muharrem, pek yamandır hâlimiz
Sabra artık yok tahammül nâtuvânım bir su ver
Ülkemizde hor görülmek kahrediyor yâ Hüseyn
Cedd-i pâkin hürmeti'çin nevcivânım bir su ver
Fâtıma'nın örtüsüne el uzattılar bu gün
Ağlıyor vicdan-ı halkın, kahramânım bir su ver
Türk eliyle intikâm almak diler düşmanları
Gör bunu bîçâre millet, dinsin ağrım bir su ver
Bir yudum su vermeyen Peygamber'in evlâdına
Kahbe dünyâ istediğin şahsa var git bir su ver!..
Feyz: Günümüzde toplum estetik açıdan çok şey kaybetti. Yeniden bir medeniyet tasavvuru yakalanabilir mi, ne dersiniz?
Prof. Dr. Mahmut Kaya: Şimdi Türkiye'de bir kaos yaşanıyor. Toplumun çoğu bunun farkında bile değil tabii. Farkında olanlar da ümmet şuurundan çok cemaat şuuru etrafında toplanmışlar, herkes bölük pörçük bir halde. Herkes bir yana çekiyor, ayrılmış, ayrışmış durumda. Eskiden ben İstanbul'a geldiğimde cemaat denilince ‘gayri Müslimler' akla gelirdi, Yahudi cemaati, Rum cemaati denirdi. Sonra bu cemaat lafı bizim üzerimize kaldı. Cemaat denilince matbuatta, basında ve konuşma esnasında söylenince gayri Müslimler anlaşılırdı. … Tabii inananları toplayıcı bir fikir olmayınca herkes ayrılıyor. Fikir de var haddi zatında, ama herkes istiyor ki benim etrafımda toplansın. Herkes kendini merkezde görüyor. Bu da tabii İslam'ın ruhuna aykırı, bundan dolayı da bir bütünlükten bahsedemiyoruz ve birleştiremiyorsunuz.
Rahmetli Necip Fazıl'la ben dört sene beraber oldum. ‘Büyük Doğu' Fikir Kulübü'nün kurucularındanım. O zaman da insanlar birbirleriyle "Efendim biz temsil ederiz dini, siz kim oluyorsunuz" şeklinde anlamsız bir mücadele ve tartışmalar içine girmişlerdi. Toplumun öncelikleri kültür, sanat, edebiyat olmazsa nasıl biz estetik anlayıştan nezaketten ve zarafetten bahsedeceğiz.
Feyz: Günümüz insanının geldiği durumdan bahseder misiniz?
Prof. Dr. Mahmut Kaya: İnsan sözlük anlamıyla ünsiyetten alınmış "üns", bulunduğu yere çevreye çabucak uyum sağlayan, ünsiyet eden, alışan anlamına geliyor. Bir yorumda da insan "nisyan"dan alınmıştır, derler. O biraz uzak ihtimal, ama nisyan, unutkanlık demek diye ele alırsak, evet insanın her öğrendiğini hatırında tutmaması ilahi bir lütuftur. Aksi halde bu terazi o kadar sıkleti çekmez. Her öğrendiğini her gördüğünü her duyduğunu hatırında tutacaksan bu kapasiteye sığmaz. Gerekli olanı alıyor kendine mal ediyor, gereksiz olanı da unutuyor. Unutmak da bir lütuftur, hatırlamak da bir lütuftur. Baktığımızda kâinatta insandan daha mükemmel bir varlık göremiyoruz. Canlı türlerinde, organizmalardan tutun da en gelişmiş canlıya kadar hiçbir varlık insanla mukayese edilecek düzeyde değil. Doktorlar diyorlar ki cenin dünyaya gelirken 300 bin harikuladelikle gelir. Bu ilahi mucize…
Bir damla menide 2.5 milyon canlı sperma var. Bunlardan bir tanesi yumurtayı ancak döllüyor. Oradan bir cenin teşekkül ediyor, sonra çocuk teşekkül ediyor. Herşeyiyle mükemmel bir olay. Ve ondan ilahi takdir neticesi doğum gerçekleşiyor. Anlı şanlı, endamlı aklı, fikri, izanı, iradesi, fiziki gücü, psikolojik gücü olan her şeyiyle bir insan meydana geliyor. Sonra Cenab-ı Hakk bu güzellikte, bu donanımda, bu kıvamda yarattığı için öğünüyor. "Lekad halaknel insane fii ahseni takvim" "Hamdolsun ki biz insanı en güzel kıvam üzere yarattık." Kâinatın özü… "merdüm ü dide-i ekvam olan kâinatın göz bebeğisin sen" diyor Şeyh Galip. Çünkü ilahi vahye muhatap olan insan, Allah'a muhatap olan, Allah'ın kelamına muhatap olan tek varlık. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk onu kendisine halife olarak yaratmış. Dolayısıyla öğünmekte haklıdır. Cenab-ı Hakk elbette ki haklıdır da, biz kendi açımızdan baktığımızda o ilahi emaneti taşıma güç ve kapasitesine sahip olan, fazilet ve şerefine sahip olan insan…
İnsan sadece 60–70 kiloluk et ve kemik torbasından ibaret değil. İnsan madde ve manadan, beden ve ruhtan oluşmuş bir varlık. Dolayısıyla esas insanı insan yapan onu diğer canlılardan ayrıcalıklı kılan onun manevi cephesidir. Sadece fiziki yapısı değil… Evet, fiziki yapısında mükemmellik var eyvallah… Buna kimse bir şey diyemez ama esas onu ilahi vahye muhatap kılan onun manevi cephesidir. Aklı, ruhu, iç donanımı… iç donanım derken insanı tarif etmek için kelimeler yetmiyor esasında. Vicdan diyorsunuz, kalp diyorsunuz, ruh diyorsunuz, maneviyat diyorsunuz ancak bu kelimelerle ifade edebiliyorsunuz insanı. Haddi zatında insan bir muamma… İnsan reşit olduğu zaman çevresini tanırken elbette ki kendisini ihmal edemez, etmemesi lazım… Akil baliğ olan, reşit olan bir insan toplumu tanımaya başlıyor, ama önce "ben neyim" soruları sormaya başlıyor kendine insan ve devam ediyor "15 sene önce yoktum, nereden geldim, niçin geldim, kim getirdi, sadece ana babamın birleşmesi mi burada başlıca amil… Bunun ötesinde bunu planlayan bir kudret yok mu?" Bunları her insan kendine göre sorması lazım, kendisiyle yüzleşmesi lazım. İşte menşeini sorguladığı zaman insan kendisinin ilahi kudretle çepeçevre kuşatılmış olduğunu, menşeinin ilahi olduğunu keşfedecek ve onunla irtibatını devam ettirdiği sürece, gelişecek. Böylece kendi iç dünyasına boyutlar kazandırdığı sürece olgun insan, kâmil insan olma yolunda mesafe katedecek. Duyguları güzelleşecek, düşünceleri güzelleşecek, güzel duygu ve düşünceler onun davranışlarının mükemmelliğini gerçekleştirecek. Bal kavanozundan bal sızar, siz oraya sirke koysanız sirke, katran koysanız katran sızar.
Eğer duygu düşünceler güzel olursa, o insanın davranışları da güzel olur. Güzellikler dışa yansır. İslam'ın temel hedefi her insan ferdini maddesiyle manasıyla eğiterek kemale doğru yönlendirerek, dünyada cenneti yaşayacak bir toplum vücuda getirmek. Bir ümmet, can beraber birader… Bedenlerimiz ne kadar ayrı olsa da ruhumuz beraber… Aynı fikir, aynı düşünce, çünkü ilahi kudretin birer nişanesiyiz. Tohumuyuz bir bedenin, torunuyuz bir bedenin… Dolayısıyla bu yayılırsa hani durgun suya atılan taş gibi, ne yapar halkalar genişler, genişler ve kenarda etki yapar. Müslüman, şuurlu bir insan kendisini merkezde görmeli... Dolayısıyla merkezde olan çevresine ne yapacaktır, etki edecektir. Diyelim ki suyu döktünüz bir yere, su orada su olarak kalmaz, genişler, etrafını ıslatır, yayılır yani… Ateş düştüğü yerde ateş olarak kalmaz etrafını yakar… Kendisine benzetir kendisine çevirir… Müslüman da bulunduğu yerde merkezi teşkil eder, bu şuura sahip olmalıdır. Güzellikler toplumda gelişip yaygınlaşınca huzur, barış, güven beraberinde gelir.
Feyz: Peki hocam, insana aslını özünü hatırlatmak kolay bir cehd midir, çok evrensel bir sorun ve insanı içinden kuşatan bir sorun… bu nasıl başarılacak? İnsanı kendisiyle buluşturmak için bir yol, bir usul var mıdır?
Prof. Dr. Mahmut Kaya: Bu insanın kendi kültür düzeyine göre... Bütün peygamberler bu amaçla gönderilmiştir. İlahi kitapların amacı budur. O bize bir yol rehberidir, yol haritasıdır. Yani Allah'a nasıl kavuşacağımızı, Sırat-ı Müstakim'in ne olduğunu öğreten gösteren birer rehber, hayat rehberi. Dolayısıyla bu ilahi kelamın tercümanları var. Peygamberler yaşadıkları dönemde getirdiler ilahi kelamı tebliğ ettiler, onlar gitti. Onların varisleri var. Kur'an-ı Kerim'de hep hikmetten bahsedilir. Allah'ın güzel isimlerinden biri de El-Hâkim, yani yaptığı ve yarattığı her şeyde bir hikmeti olan, hikmet üzere yaratan demektir el-Hâkim… 4 yerde hikmet kelimesi geçiyor Kur'an'da, 81 yerde de Hâkim onun sıfatı olarak geçiyor. Bu hikmeti kavramak için, bakarsanız bizim terminoloji kitaplarına veya tefsirlere; "din ve dünyanın sırrına ermek, inceliklerine vakıf olmak" hikmet budur diyorlar. Şimdi avam dediğimiz eğitim düzeyi düşük insanlar her şeyi yüzeysel olarak algılar, dış görünüşe bakar öyle değerlendirir. İç yüzüne vakıf olamaz ama belli bir eğitim düzeyinde yetişen insanlar her gördüğü nesneyi canlı cansız onu değerlendirir. Bakın mesela kağıda avam bunu sadece kağıt olarak görür ama bu hale gelinceye kadar, dağda ağaçtı kesildi. Dalı budağı düzeltildi, tomruk haline getirildi, sonra yonga haline getirilmek için parçalandı, asit havuzunda bekletildi, efendime söyleyeyim belli bir kıvamda karıştırıldı ve birçok işlemden sonra kâğıt olarak ancak çıktı karşımıza. Daha bir sürü macerası var. Kaç şekle girdi de sonra kağıt oldu. İşte insan da böyle binbir türlü evrelerden geçerek "kamil insan" vasfına eriyor.
Hikmet, varlığın sırrına ermek, dinin, vahyin inceliklerine vakıf olmak demektir. Bu da ne ile olacak çok okumakla tek yönlü değil, çok yönlü okumakla olacak. Şimdi diyeceksiniz ki günümüzde eğitime çok önem veriliyor, bütün dünyada, hatta 21. yüzyıla ne dediler "bilgi yüzyılı" dediler. Fakat bu bilgi hayatı kolaylaştırmak için, güzelleştirmek için, sadece dünyevî bir bilgi. İnsanın daha konforlu, daha lüks, daha gösterişli bir hayat yaşaması için araştırılan bilgi. Her şey ona göre planlanmış, peki insan sadece bedenden ibaret, maddeden ibaret değil ki; insanın bir de gönül dünyası var, ruh dünyası var, duyguları var, düşünce dünyası var, bu duyguları nasıl besleyeceğiz, onu nasıl geliştireceğiz esas mesele işte bu…
Şimdi günümüz insanı hep gazetelerde yazılan çizilen, televizyonlarda konuşulan "efendim fert başına düşen milli gelir şu kadar, efendim, asgari geçim indirimi şu, dört kişilik bir aile en az 1500-2000 lira, vay efendim açlık sınırı vay fakirlik sınırı" hep bunların hesabında insanlar. Ama efendim, ruhu felç olmuş onun farkında değil, aklı dumura uğramış onun farkında değil de her gün şu kadar kalorilik bir besin almak gerekir derdine düşmüş. Nasıl bedenin gıdasını vermezseniz zayıflar gider, ruhun da gıdasını vermezseniz -ki ruhun gıdası biliyorsunuz ibadetlerdir, duadır, zikirdir, Allah ile olan irtibatıdır- ne olur o zaman onun kalbi nasırlaşır, katılaşır ve ondan sonra merhametsizliğinin farkına varmaz. Onun için bugün insanlığın çoğunun ruhuna "inme inmiş" farkında değil… Sadece yemek, içmek, eğlenmek, hoşça vakit geçirmek için yaşıyor. Kendisiyle yüzleşmemiş, yüzleşecek gücü yok. Kendisini tanımıyor bilmiyor. Maneviyattan uzaklaştıkça dünyevileşiyor. Ruhundaki bu boşluğu doldurmak için, unutmak için alkol alıyor, madde bağımlısı oluyor, ileri safhada belli bir yaşta terk edilince de intihar ediyor; insanlığın içine düştüğü acı dramı işte bu… Bütün dünyada bu böyle yani korkunç insan manzaraları…
İşte batıda aydınlanma döneminden itibaren materyalist düşünce giderek bütün dünyada egemen oldu, en saf zihinleri bile kirletti, en muhafazakâr aileler bile materyalizmin, kapitalizmin dümen suyuna girdi, öylece yuvarlanıp gidiyoruz. Yani ne kadar dindar olduğumuzu iddia edersek edelim, çağın birçok kirini pasını üzerimizde taşıyoruz. O yüzden hakikaten ibadetlerimizden de haz alamıyoruz. Çünkü kafamızda o kadar çok şey var ki dünyaya ait, onlardan arınmak, Allah ile hem hal olmak, irtibatı kurmak zor. Bu yüzden insanın kendisiyle yüzleşmesi o kimsenin hatırına gelmiyor maalesef…
(Gelecek sayıda aile Kavramı ile yazımız devam edecek)