Tatlı bir bahar günüydü. Boğazın tatlı serinliği bulunduğumuz odanın camından içeri girip adeta İstanbul'un tüm tarihini odanın içine dolduruyordu. Ankara'dan gelen genç, kabiliyetli bir Seyyid, Yahya el Abbasi Hz.'ni ziyarete gelmişti. Ben de kendisine refakat ediyordum. Odanın içinde bir o yana bir bu yana üzerinde bembeyaz cellabisiyle koşuşturan hepimizden yaşça da başça da büyük biri vardı ki, o, aynı zamanda ev sahibi olan hepimizin " Yahya el-Abbasi Hz." dediği zat idi.
Cüssesine ve yaşına rağmen çok büyük bir hareketlilik içinde bir o yana bir bu yana koşuşturuyor, misafirini bizzat kendi elleriyle ağırlıyordu. İslami bir terbiyeyi zirvelerde yaşadığı her halinden belliydi. Özündeki muhabbeti, neşeyi, aşkı, gayreti görmemek mümkün değildi. Belli ki âşıktı. Anlamıştım, peygamberî bir neşeyi günümüze taşıyan bir yıldızla bir arada olduğumuzu… Bunu fark etmemle beraber aniden çok ama çok heyecanlandım. Bizi de kendi manevi atmosferine sürükleyivermişti hemen. Bizler ona hiç hizmet ettirmeme düşüncesi ve mahcubiyeti içindeydik, ama o, bizleri yerimizden kaldırtmayan bir iradeyi tüm beden süratini ve enerjisini kullanarak çoktan bize galebe çalmıştı.
Çaresizdik, getirilen ikramları yemek düştü sadece bizlere. Bir taraftan sorular soruyor ve konuşuyordu bizlere, o anki koşuşturmasını tabiileştiren bir eda içinde. Konuşturarak konuşuyordu, koşuşturarak konuşuyordu; "haydi, haydi, durmayın, yiyin bunları" diyordu. Hepimizi anlıyor, dinliyor, ölçüp, biçip tartıyordu. Tıpkı teveccühlerinde ruhumuzu anlayıp, dinleyip, ölçüp, biçip, tarttığı gibi… Ruhumuza, süt veren anne göğsü gibi, temel gıdaları, hayat iksirimizi, gönül neşemizi veriyordu. Sıkıntılar bitiyor, tam bir inşirah yaşanıyordu. Teveccühlerinde de tam bir mana transferi idi bize yaşattığı... Çok lüks bir işlemdi kıymetini bilene; manevi pahası çok yüksekti, her yerde bulunmazdı, herkese verilmezdi. Suret ve mana iç içe, bedeninizle, ruhunuzla yaşanan bir gerçekti onun teveccühü, ama özellikle ruhumuzun derinliklerinde hissediyorduk… Belli ki doktordu, belli ki işini iyi yapıyordu, belli ki Üstad idi…
Yine bir gün Balkanlardan gelen bir akademisyene -belki de ilk defa görüşüyordu kendisiyle, belki de bir daha hiç görüşmeyecekti- dünyayı ve yaşadıklarımızı değerlendiren ufuk açıcı cümleler sarfedivermişti bir solukta. Hala unutamam o sözleri. İleriye yönelik enfes tespitleri, tarihin derinliklerinden getirip önümüze koyuvermişti. Anlamıştım ki, herkese söyleyecek bir sözü vardı. "Âlim söylediğinden aşağı, evliya söylediğinden yukarıdır." sözünü orada idrak ettiğimi fark ettim daha sonra. Evet, dinleyen kulaklardı, gören gözdü ama o hep ruha hitap ediyordu. Anladım ki maneviyat sofrasından bir şeyler bölüştürüyordu gelene, gidene, ihtiyacı olana…
Gelenler hem büyük bir neş'eyle hem de gözü yaşlı ayrılırdı yanından. Ayrılırken böyle bir zatı tanımanın neşesi, şu ana kadar tanıyamamış olmanın hüznünü bastırırdı adeta mutluluk gözyaşlarıyla. Gelenler hiç kimseyle değil, kendi benliğiyle hesaplaşır giderdi. Bundan daha güzel bir şey var mı? Kimseye karşı yanlış ve kötü bir şey beslemiyorsunuz, sadece kendinizle hesaplaşıyorsunuz, kendinizi muhasebe ediyorsunuz. Yunusca, Mevlanaca bir iklime taşındığınızı hissediyorsunuz... Bir gönül dostunun söylediği gibi, "Gelenler Mesnevi okumaya gelmiyordu, gelenler Mevlana görmek için geliyordu bu ülkeye." Amaç Mevlana görmekse, Mesnevî'yi anlamaksa, işte en güzel onların şahsında anlaşılıyordu bu. Arayan gelsin, ihtiyacını alıp gitsindi. Ruhumuzun aldığı lezzetten anlıyorduk bunu. İşte bizim Mevlanamız da "Molla Yahya Hazretleri" idi.
Evet, böyle insanlar sadece gönle sığardı, biz de kendisini o acı ve kara toprağa değil, gönlümüze gömdük, gönlümüzde yaşatıyoruz, gönlümüzde yaşatacağız…
O vesileyle gönlümüzü ışıtacağız. Çünkü O (ks), sırlandığı yerde zaten nûra garkolmuştu, bizde ise kalabileceği tek yer vardı, o da ışıttığı gönlümüzdü, durulttuğu ruhumuzdu, içimizde yaşattığı hizmet aşkıydı. Aşk anlatılmaz, bu nedenle aslında âşık da anlatılamaz. Buradaki kelamlar da onu anlatmak için gözü yaşlı kısa birkaç terennümden ibarettir. Muhibbânına da onun tüm emanetlerine sahip çıkmalarını, kadrini ve kıymetini iyi bilmelerini, hatırasını yaşatmalarını, onu iyi temsil edebilmelerini tavsiye ediyor, muhabbetlerimi arzediyor, başsağlığı diliyorum.
Sultanımız, efendimiz, Seyyidimiz, biricik Abbasîmiz; hizmetinle, nurunla, aşkınla bin değil, binler yaşa… Ruhun şâd, mekanın Cennet, makamın âlî olsun…