Doç. Dr. Aydın TOPALOĞLU ile Ateizmi Konuştuk...

  FEYZ: Bildiğiniz gibi günümüzdeki Darwinizm tartışmaları dikkatleri tekrar din bilim tartışmalarına ve öncelikle ateizm konusuna çekti. Ateizm konusu önümüze geldiğinde sizlerin Ateizm ve Eleştirisi, Teizm ya da Ateizm: Tanrıtanımazlığın Felsefi Boyutları ve kısa bir süre önce çıkan Teizm: Kavramsal Bir Tahlil adlı çalışmalarınızı hatırladık. Bu noktada konuyla ilgili detaylı araştırmalar yapmış bir kişi olarak bizlere ateizmin ne olduğunu ve kimlere ateist dendiğini açıklar mısınız?

Özellikle konuyu anlaşılır bir üslupla ele aldığınız, yer yer İslami yaklaşımlara yer vererek okuyucunun ufkunu açtığınız, Ateizm ve Eleştirisi başlıklı çalışmanızdaki düşüncelerinizi, daha doğru bir ifadeyle okuyucunun zihnindeki sisleri dağıtan, kişiye özgüven veren, inanmayanları ise acaba dedirtecek şekilde düşünceye sevk eden ateizm eleştirilerinizi bizlerle paylaşabilir misiniz?

AYDIN TOPALOĞLU: Konuya geçmeden önce probleme karşı göstermiş olduğunuz duyarlılıktan ve böylesine karmaşık bir konuda okuyucuyu bilgilendirme sorumluluğu taşımanızdan dolayı sizlere takdirlerimi sunmak istiyorum. Ayrıca şahsıma gösterdiğiniz teveccühten ve eserlerimle ilgili güzel düşüncelerden dolayı teşekkürü bir borç bilirim. Umarım bu çalışmalarımız ve sizlerin değerli gayretleri şanı ve azameti her şeyin üzerinde olan Yüce Yaratıcıya olan inancımızı daha da güçlendirir, düşüncelerimizi berraklaştırır. Ateizmi açıklamaya geçmeden önce izninizle bir iki konuyu daha vurgulamak istiyorum. Bu konularda yapmamız gereken şeyin sükunet göstermek, konu ne olursa olsun inanmayan bir insanı dahi anlamaya çalışmak ve ona kendi düşüncelerimizi yine büyük bir sükunet ve sabırla anlatmak olduğunu düşünüyorum.

Unutmamamız gereken bir husus inanan insanın daima daha güçlü olduğu gerçeğidir. Bu güçlü olma sadece dini anlamda (iman açısından) değil, felsefi (akli), ahlaki, vicdani ve ilmi açıdan da böyledir. Çünkü varlığımızı açıklama, anlama ve yorumlama bağlamında elinde tutarlı, kapsamlı ve anlaşılır iddiası bulunan kişi "inanan" kişidir, yani felsefi ifadeyle "teist"tir. Teizmin karşıtı olan ateizmin ise dünyamızı, varlığımızı ve yaşadığımız olayları açıklama, anlama ve anlatma gücü sınırlıdır. İtirazları ise insanları ikna etmekten uzaktır. Yapılması gereken iş kanaatimce inanan insanların bu güçlerini en iyi şekilde ifade edebilmeleri gerektiğidir. Bunun için de olayları iyice bilmek, tahliller yapmak ve belirsiz noktaları aydınlatmaktır. Sonuç itibariyle herkes kendi inancıyla baş başadır.

Şimdi konuya geçebiliriz:

Ateizm terimi öncelikle felsefî bir kavram olup Tanrı inancı karşısında tepkisel bir düşünceyi dile getiren dünya görüşünün ismidir. Sanılanın aksine, ta-rihte çok yaygın olmasa da ilk dönemlerden itibaren günümüze kadar var olan önemli bir problemdir. 20. yüzyılın ilk yarısında oldukça yaygınlaşmış ve kendine taraftar bulmuş olan bir düşüncedir. Günümüzde ise eski gücünden uzaklaşan ve fikrî dayanaklarını tek tek yitiren ideolojik bir tavırdır.

Ateizm kavramı felsefî bir bakış açısını ifade etmenin yanında günlük dilde de belli bir yaşam tarzını ve davranış biçimini dile getirir. Kültürümüzdeki "inançsız" veya "inkârcı" gibi kelimeler de bu terimin karşılığında kullanılmaktadır. Ayrıca bu kelime bazan dinî literatürümüzdeki "kâfir, müşrik, zındık" ve özellikle "mülhid" gibi sözcüklerle de ifade edilebilmektedir. Bu da problemin pratik boyutunun olduğunu ve sıradan insanların dahi böyle bir düşünüş ve inanış biçimine karşı yabancı olmadıklarını ortaya koymaktadır.

Felsefî bir problem olarak ateizmin tanımlanması bu terimin anlaşılması kadar kolay değildir. Bunun çeşitli gerekçeleri bulunmaktadır. Ortada birbirinden farklı pek çok Tanrı kavramının, din anlayışının ve Tanrı inancıyla ilgili felsefî yaklaşımın bulunması bunun en temel nedenidir. Ayrıca birbirinden farklı olan pek çok ateist akımlar da mevcuttur. Dolayısıyla ortada net bir ateizm tanımından veya bunun karşısında tek bir inanç (teizm) biçiminden söz etmek zor olacaktır. Dahası ateizmin bir kavram olarak tanımlanması ve anlaşılması öncelikle ilâhî dinlerin Tanrı inancının ne olduğunun bilinmesiyle mümkün olacaktır. Çünkü ilâhî olmayan herhangi bir inancı (putperestliği, totemizmi, paganizmi vb.) ya da dinî (Budizmi, Şintoizmi, Afrika'daki kabile inançlarını vb.) reddetmek mutlaka ateizm anlamına gelmeyecektir. Yine ateizmin tanımlanması için ilâhî dinlerde Tanrı inancıyla ilgili olarak peygamberlik ve âhiret inanışlarının da göz önünde bulundurulması gerekecektir. Bunun sebebi de ateizmin gerek kavram ve gerekse bir düşünce olarak söz konusu inançlara olan bağımlılığıdır. Çünkü böyle bir inanç olmasaydı zaten ateizm de olmayacaktı.

FEYZ: Yeryüzündeki – hangisi olursa olsun- inanış biçimlerinin, ateizmin türünü de belirlediğini söylüyorsunuz…

AYDIN TOPALOĞLU: Ateizmi geniş anlamda inançsızlık olarak ele alırsak yine dünyada tek çeşit bir inançsızlığın olmadığını görürüz. En azından şekil, yöntem, gerekçe ve amaç itibariyle bazı inançsızlıkların birbirinden farklı olduğunu gözlemleriz. Dolayısıyla inançsızlık denilince hemen akla ateizm gelmemelidir. Meselâ insanların çoğu inanç sahibi ve bir dine mensup olmasına rağmen öteki dinleri reddeder. Diğerleri de aynı şekilde davranarak, sadece kendi anlayışlarını savunur ve karşısındaki inanışları yanlışlamaya çalışır, hatta inkarcı olarak nitelendirir. Bu duruma en bâriz bir şekilde günümüzdeki Yahudilik ve Hıristiyanlık'ta karşılaşılmaktadır. İslamiyet'in durumu bu noktada biraz farklıdır. Tevhid, ahiret ve nübüvvet gibi vazgeçilmez inançları bulunduğu için bu inançlara sahip olan diğer insanları ateist olarak nitelendirmez, onları ayrı bir kategoriye (sözgelimi Yahudi ve Hıristiyan ise ehli kitap, herhangi bir dine mensup değilse cahiliyye döneminde olduğu gibi onları hanif grubuna) koyar. Bu da İslamiyet'in evrenselliğini ve Gerçek Tanrıya inananları kucakladığını kanıtlayan en önemli özelliklerindendir.

Dar anlamda ateizmin tanımına gelecek olursak: Ateizm temelde Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi üç büyük ilâhî dinin Tanrı anlayışını kendine hedef olarak seçmektedir. Yorum farkları bir tarafa bırakılırsa, bu dinlere göre Tanrı, özünde ezelî ve ebedî olan, irade ve kişilik sahibi, aşkın bir varlıktır. Varlığı için hiçbir sebebe gereksi-nim duymayan bu varlık, maddî değildir ve görünen âlemin de ötesindedir. Nesneleri yoktan varkılmaya muktedir olan bu varlığın gücü de Tanrı olmak bakımından her şeyi yapmaya muktedirdir. Ayrıca yaratmış olduğu evreni ve içerisindeki varlıkları da şekillendirmekte, düzenlemekte ve işleyiş yasalarını belirlemektedir. Bir anlamda bu yasalar sayesinde onların varlıklarını devam ettirmelerine imkân tanımaktadır. Bu tanım çerçevesinde, Tanrı'nın varlığına inanan ve bu inancını da ifade eden kişiye "mümin" (felsefi bir terim olarak ise teist) denmektedir. Böyle bir Tanrı kavramına inanmayan kişiye ise "ateist" denmektedir. Yani bir anlamda ateist, ilâhî dinlerin ifade ettiği biçimde, varlığının öncesi veya sonrası bulunmayan, aşkın olan, evreni yaratan ve yasalarını belirleyen, irade ve kişilik sahibi olan, her şeyi yapma, bilme ve görme kudretinde bulunan, insanların hayrını dileyen ve onlara hayatı bahşeden bir varlığa inanmayan kişidir. Diğer bir de-yişle ateist hem düşünce seviyesinde hem de günlük yaşantısında söz konusu Tanrı'nın varlığını reddeden bununla birlikte peygamberi ve âhiret inançlarını da kabul etmeyen kişidir.

Dinler tarafından Tanrı'ya atfedilen nitelikler bazan çevreden çevreye değişebilmektedir. Özellikle Yahudi ve Hıristiyan düşünürlerin bir kısmı bu temel niteliklere sadık kalmakla birlikte, bazan kendi dışındakilerinin (mesela Müslümanların) kabul edemeyeceği bir biçimde O'nu yorumlar. Meselâ Yahudilerin Tanrı'yı sadece İsrâiloğulları'na ait millî bir Tanrı biçiminde görmelerine, Hıristiyanların da Tanrı'yı bir yandan Baba (Father) olarak tasvir etmelerine diğer yandan onu oğul İsa biçiminde dünyaya gelmiş olarak yorumlamalarına Müslümanlar karşı çıkmışlardır.

Müslümanların söz konusu anlayışlara karşı çıkma gerekçeleri arasında her iki geleneğin özünden koptuğu, aslını değiştirdiği, akıl ve mantık dışına çıkıldığı gibi hususlar bulunmaktadır. Bir ateist her şeye rağmen bu dinlere ve Tanrı anlayışlarına açıkça karşı çıkmakta genelde de farklılıklarını düşünmeden her üçünü birden inkâr etmektedir.

Batı dünyasında ortaya çıkan felsefî ateizmin her ne kadar aşkın bir varlığa ya da yaratıcıya karşı tepki olarak ortaya çıktığı düşünülse de insanların inanç-sızlığa doğru sürüklenmesinde Hıristiyanlığın kendine özgü yorumlarının ve kilise öğretilerinin büyük rolü olmuştur. Nitekim İslâmiyet'in Hıristiyanlıkla ilgili karşı çıktığı pek çok unsurun içerisinde bunlar bulunmaktadır. Ateistler açısından eleştiri konusu olan ve belki de dinden kopma sebebi olan bu inançların büyük bir kısmı Müslümanlar tarafından da reddedilmiştir.

FEYZ: Bu mutsuz ve kafası karışık azınlığın farklı nedenlerle "ateist" olduğunu söylediniz? Bu farklılıkları nasıl açıklarsınız? Başka bir ifadeyle biz bu ateistleri nasıl tasnif eder ve onları nasıl anlayabiliriz?

AYDIN TOPALOĞLU: Tanrı inancını kabul etmeyen ateistler de dindarlar gibi kendi aralarında farklı gruplara ayrılmışlar ya da en azından aynı sonuca varsalar da ateizmi farklı yorumlamışlardır. Dolayısıyla bir tek ateizm tanımından söz etmek de doğru olma-yacaktır. Ana hatlarıyla da olsa ateistlerin kendi görüşlerinden hareket ederek onları şöylece gruplandırabiliriz.

a. Mutlak Ateizm:

Bazı ateistlere göre "ateizm" Tanrı'yı fikren veya davranış olarak reddetmekten öte, zihnin bu konuda boş olması, en azından Tanrı fikrine sahip olmaması demektir. Bu anlayışa göre İnsan doğuştan Tanrı kavramına sahip olmadığı için reddedecek bir şeyi de bulunmamaktadır. Bu tür bir ateizm "mutlak ateizm" olarak tanımlanmış ve taraftarlarına da mutlak ateist denmiştir. Ancak mutlak ateizm ile ilgili pek çok tartışma yapılmıştır. Öncelikle İnsanların doğuştan inançsız olduğu veya inanmaya yatkın bulunmadığı iddiası pek kabul görmemiş, bir kısım insanlar inkâr etse de hemen hemen bütün insanların zihninde ve gönlünde bir yaratıcı fikrinin bulunduğu ifade edilmiştir. Yıldızlı bir gecede gökyüzüne bakarak gördüğü manzara karşısında şaşkınlığını, hayranlığını ve içinde doğan yaratıcı fikrini gizlemeyen pek çok ateist bulunmaktadır. Nitekim mutlu ve sağlıklı günlerinde Tanrı'yı inkâr eden sıradan bir ateistin, sıkıntılı zamanlarında ona sığınması mutlak ateizmin imkânsızlığına dair başka bir örnektir.

b. Teorik Ateizm:

Teorik Ateizm bi-rinci yaklaşımdan biraz farklı olarak "Tanrı'nın varlığını bilinçli bir biçimde reddetmek" şeklinde de tanımlanmıştır. Aslında ateizm denilince akla bu tanım gelmektedir. Felsefede önemli olan ve Tanrı inancına ağır eleştiriler yönelten ateizm de budur. Yani düşünerek tartışarak zihnî bir çabayla Tanrı'nın varlığını reddetmeye ve ilgili iddiaları çürütmeye çalışmaktır.

Teorik ateizmde Tanrı'nın varlığı inkâr edilmekle kalınmamış, bu kavramla ilgili olarak gündeme gelen mûcize, vahiy, peygamberlik, kutsal kitap, ölümsüzlük ve âhiret hayatı gibi inançlar da eleştirilmiş ve reddedilmiştir. Ayrıca bu tür bir ateizmde sadece yaratıcı teistik Tanrı kavramı hedef alınmamış, bunun yanı sıra mistik, mitolojik, transandantal (aşkın) veya antropomorfik anlayışlarla, panteizm ve deizm gibi, bir şekilde Tanrı inancına yer veren diğer ekoller de reddedilmiştir.

Ateizmin "Tanrı'nın varlığının reddedilmesi" şeklinde tanımlanması daha ziyade dindarlar tarafından yapılmıştır. Çünkü onlar açısından ateizm dine karşı bir tepkidir. Dindarlara göre Tanrı zaten vardır. O'nun varlığı şüphesiz bir şekilde kabul edilmiştir. Yokluğunu düşünmek mümkün değildir. Durum böyle olunca varlığında şüphe bulunmayan Tanrı'yı ateistler bilinçli olarak reddetmişlerdir.

Tanrı'nın varlığına inanan ve ateizmi yukarıdaki şekilde tanımlayanlara göre ateist niçin inanmadığını açıklamak ve temellendirmek durumundadır. Aksi takdirde o doğmatik bir tavırla, gerekçesiz yere Tanrı'nın varlığını inkâr etmiş olacaktır. Kaldı ki ateizm adına ileri sürülen gerekçelerin pek çoğu tepkisel olup birtakım çelişkileri ve tutarsızlıkları barındırmaktadır.

Görünen o ki tartışmalarda ateistler sadece savunmada kalmış ve karşı tarafın (inananların) tezlerini reddet-meye çalışma durumunda kalmıştır. Yani tartışmalarda kendilerine özgü güçlü tezler ileri sürememişlerdir. Teistlerin (Bir dine ve yaratıcıya inananların) ellerinde ise inanmalarına sebep olan pek çok kanıt bulunmaktadır. Kanıtların ötesinde bir insanın tecrübe ettiği günlük yaşantısına ait bilgiler de Tanrı inancına götürmektedir. Dolayısıyla eldeki kanıtlara bakıldığında ve ön yargısız olunduğunda Tanrı'nın varlığını reddetmenin imkânsız hale geldiği görülmektedir.

c. Pratik Ateizm

Ateizm yukarıdaki tanımlardan biraz farklı olarak bazan da "sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak" veya "Tanrı'yı günlük yaşama sokmamak" biçiminde tanımlanmıştır. Buna da "pratik ateizm" adı verilmiştir. Bu tür bir ateizmde kişi daha ziyade günlük yaşamındaki tavır ve davranışlarıyla, hayat tarzı, ilke ve alışkanlıklarıyla, kendince "Tanrı'sız bir dünya" ve "Tanrı'sız bir yaşam" kurmayı istemektedir. Tabi bunun ne kadar mümkan olup olamadığı ayrı bir konu. Bu kişi günlük yaşamında Tanrı'yla alâkalı olarak en ufak bir şey düşünmemekte, kendini dinden, ibadetlerden ve bunlarla ilgili törenlerden de uzak tutmaya çalışmaktadır.

Pratik ateistler aktif ve pasif olmak üzere kendi aralarında ikiye ayrılmışlardır. Pasif olanlar Tanrı'nın varlığını reddetmekle birlikte, dinî inançlarla veya dindarlarla bir problemi bulunmayan, buna karşın kendi dünyalarında yaşayan ve içlerine kapanan kişilerdir.

Aktif olanlar ise gerek zihinlerinde ve gerekse günlük yaşantılarında Tanrı inancını reddeden bunun yanında çevresinde Tanrı'yı hatırlatan her türlü fikir, sembol ve davranışa karşı savaş açan kişilerdir. Bu tür ateistler dindarlarla da her zaman mücadele etmeyi ve insanları dinsizleştirmeyi kendilerine amaç edinmişlerdir. Bu yüzden bu kişilere bazan militan ya da eylemci ateistler de denmektedir. Felsefede ki temsilcileri arasında L. A. Feuerbach (1804-1872), F. Nietzsche (1844-1900), S. Freud (1856-1940) ve K. Marx (1818-1883) gibi ünlü düşünürleri gösterebiliriz. Söz konusu filozoflar teorik açıdan Tanrı inancını çürütmeye çalışmakla kalmamış ayrıca pratikte inançsız bir toplumun hayalini de kurmuşlardır.

Pratik olarak bir insanın inançsız olması ya da dinsiz yaşamaya çalışması oldukça zordur. Ancak yüzyılımızda ateizm felsefi bir bakış açısı ya da bir inanç problemi olmaktan çıkarılmış, yıkıcı ve ahlâk dışı ideolojilerin aleti haline getirilmiştir. Yani bir anlamda insanlar kendilerini ya da bir başkasını, içi boş birtakım ilkeler uğruna dinsiz yaşamaya ya da moral değerleri terketmeye zorlamıştır. Böylelikle pratik ateizmin yaşama geçirilmesine imkân ve zemin hazırlanmıştır. Dolayısıyla pratik ateizm bir zorlamanın ve bir ideolojinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Gerçi bu zorlamanın arkasında kilisenin ve insan sevgisinden uzak olan bazı din anlayışlarının insanlar üzerindeki akıl almaz dayatmaları bulunsa da sonuç itibariyle kendileri daha büyük bir yanlışa düşmüş ve insan doğasına aykırı gelen davranışlar sergilemişlerdir. Bu tür bir ateizme kapılan insanların büyük çoğunluğu yalnız kaldıklarında ya da bir şekilde yıkıcı ideolojilerin etkisinden kurtulduklarında daha sakin ve mantıklı düşünmeye başlamışlardır. Vicdanlarından gelen sese kulak vererek bazı anlamsız saplantılara ve kaçışlara son vermişlerdir. Hayata farklı bir şekilde bakmaya başlamış, evreni, yaşamı, doğayı ve canlılar dünyasını bir başka gözle seyretmeye koyulmuşlardır.

d. İlgisizlerin Ateizmi

Bir kısım düşünürler dini inançlara önem vermemiş, onlara değer atfetmemiş, özellikle Tanrı'nın varlığını veya yokluğunu tartışma konusu yapmadan bu konulardan uzak durmayı tercih etmiştir. Bu kişilere göre insan, sadece var olanla yetinmeli, görünen âlemin ötesine ilgi duymamalıdır. Dolayısıyla dünyanın ötesindeki herhangi bir varlık hakkında konuşmaya çalışmak anlamsız bir iş yapmak olacaktır. Onlara göre Tanrı'nın varlığını iddia edenler de yokluğunu kanıtlamaya çalışanlar da yanılgıya düşmüşlerdir. Çünkü her ikisi de fizikî âlemin dışına ait tartışmalara girmiş ve boş şeyler konuşmuşlardır. Bu düşüncede olanların büyük bir kısmı kendilerini klasik anlamda ateist olarak adlandırmaktan da kaçınmışlardır. Ancak kendilerini ateist olarak görmemelerine rağmen bu kişilerin teist (mümin) olduğunu söylemek de zordur.

Dolayısıyla Tanrı'nın varlığına ilgisiz kalmaları bir anlamda onu reddetmek gibi olacaktır. Çünkü onu kabul edilecek ya da inanılacak bir varlık olarak görmemektedirler. Ancak bu anlayışın sığlığı ve yetersizliği açıkça ortadadır. İnsanın doğasında düşünme ve akletme gücü vardır. Bu güçler de kendini sadece fizikî âlemle sınırlı görmemekte, daha da ileriye giderek varlığın öncesini, mevcut halini ve sonrasını düşünmektedir. Yine bu güçler sayesinde İnsan varlık âleminin sadece maddî olmadığına, yaşamın da o kadar basit ve anlamsız görünmediğine kanaat getirmektedir. İmdi bütün bunları göz ardı etmek ve neredeyse insanları en hayatî konulara karşı ilgisiz kalmaya çağırmak gülünç olacaktır.

e. İdeolojik (Materyalist) Ateizm

Ateizm bazan da ideolojik bir ilke olarak savunulmuş ve politik bir kabul haline gelmiştir. Özellikle Karl Marx, F. Engels (1820-1895) ve V. I. Lenin'in (1870-1924) görüşlerinden hareketle kurulan sosyalist yönetimlerde ateizm komünist partilerin propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Eski Sovyetler Birliği'nde ve hâlâ bazı ülkelerde ateizm Marxist ve Leninist dünya görüşünün ayrılmaz bir parçası olarak görülmüş ve "ilmi (bilimsel) ateizm(!)" adıyla takdim edilmiştir.

Materyalizmin mutlak doğru olarak kabul edildiği komünizmle yönetilen ülkelerde ateizmin bilimsel (materyalist) temellere dayandığı söylenmiş, dinin de toplumsal bir hadise olarak görüldüğü ifade edilmiştir. Bu yönüyle de ilmî ateizm kendini Batı'daki (felsefî) ateizmden ayrı görmüş, onları (yani Marxist ve materyalist olmayanları) "burjuva ateizmi" diye nitelemiş, kavramlarını ve üslûbunu eleştirmiştir. Bu çerçevede toplumdaki bütün dinî inançlar, kurumlar, ibadetler, törenler, alışkanlıklar, âdet ve gelenekler şiddetle reddedilmiş ve yasaklanmıştır. Tahmin edilebileceği gibi ilmî ateizm(!), dini içeriden değil de dışarıdan yıkmaya çalışmış, bunu yaparken de onu birtakım kalıplara sokarak indirgemeci yaklaşımlarla izaha kalkmış ve ideolojik bir tavır içerisinde karalamıştır. Dolayısıyla bilim ve felsefe adına ideolojik ve politik amaçlar hedeflenmiştir. Ancak sonuç itibariyle ilmî ateizm de her türlü ideolojik desteğe rağmen insanın sorgulamasından kurtulamamış ve ciddi biçimde tenkide uğramıştır. Nitekim bu eleştiriyi yapanlar da bu tür bir ateizmi yıllarca yaşayan ve kendilerine propaganda edilenlerdir.

Buraya kadar ana hatlarıyla özetlediğimiz gibi ateizm çeşitli biçimlerde anlaşılmış ve tanımlanmıştır. Kısaca inançsızlık ya da tanrıtanımazlık olarak ifade edilen ateizm, bazan zihinde Tanrı fikrinin bulunmaması (mutlak ateizm), bazan Tanrı'nın varlığının bilinçli bir biçimde reddedilmesi (teorik ateizm), bazan Tanrı yokmuş gibi yaşam sürülmesi (pratik ateizm), bazan Tanrı'nın varlığı tartışmalarına ilgisiz kalınması (ilgisizlerin ateizmi), bazan da ideolojik ve politik bir kabul biçiminde (sözde bilimsel ateizm) ortaya çıkmıştır.

Bu tanımların her birine inananlar tarafından çok ciddi eleştiriler getirilmiştir. Özellikle felsefî boyutta ateistlerin düşünceleri sorgulanmış ve fikirleri çürütülmüştür. Söz gelişi bir insanın tamamen inançsız olamayacağı ileri sürülmüş, Tanrı'nın varlığını reddetmenin o kadar kolay olmadığı belirtilmiştir. Dini reddeden kişilere ortaya ne koydukları ve bir insanın nereye kadar Tanrı'ya ilgisiz kalabileceği sorusu yöneltilmiştir.

Elbetteki bütün bu tartışmalar Tanrı'nın varlığına inansın ya da inanmasın onu bir inanç problemi olarak gören kişiler için anlamlı olmuştur. Aksi takdirde, daha önce ifade edildiği gibi, ateizmi kendine bir ideoloji ya da inkârcı bir akım olarak seçen kişiler için bu tartışmaların hiçbir önemi bulunmayacaktır. Çünkü böyle bir kişi kendi kanaati dışındaki her şeyi daha işin başında reddedecek ve karşı tarafla fikir alışverişini düşünmeyecektir. Ancak dünya kurulduğu günden beri din karşıtı pek çok ideolojinin gelip geçtiği görülürken dinin (tevhid inancı) var olduğu ve sonsuza kadar da böyle gideceği muhakkaktır.

FEYZ: Ateistlerin bu iddialarını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

AYDIN TOPALOĞLU: Mutlak ateizmle ilgili ateistlerin fikirlerine bakıldığında pek çok şeyin genelleme olduğu ve zorlama yorumlara başvurulduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bunların pek çoğu tepkisel düşünceler olmaktan öteye gidememiştir. Görünen o ki bir insanın gerek teorik ve gerekse pratik açıdan sonsuza kadar ateist olması mümkün değildir. İnsanın aklı, kalbi, hissi ve ahlâkî melekeleri, kısaca doğası kendini her zaman Tanrı'ya götürmekte, buna karşın inançsızlığın da önünü tıkamaktadır.

Kabul etsin veya etmesin bütün insanların zihninde Tanrı kavramı vardır. Bu kavram, değişik kültür ve dinlerde farklı biçim almakta ve farklı niteliklere bürünebilmektedir. Bunlardan hangisinin daha anlaşılır (kabul edilebilir) olduğu ya da olmadığı bir tarafa, bütün insanlarda böyle bir fikrin bulunması daha işin başında mutlak ateizm iddialarını boşa çıkartmaktadır.

Tanrı'ya inanmadığını söyleyen insanlar zihinlerindeki bu kavrama Tanrı ismini vermek istememektedirler. Ateistlerin büyük bir çoğunluğu Tanrı'nın var olmadığını söylemekle birlikte kesinlikle evrende bir kaos bulunduğunu ya da kâinatın düzensiz bir kütle yığını olduğunu iddia etmemişlerdir. Dolayısıyla onlar da evrende hâkim olan (ya da görünen düzenin arkasında yer alan) gizli bir gücün, sebebin, enerjinin, kozmik bilincin v.s.nin bulunduğunu belirtmektedirler. Sonuçta Tanrı'yı kabul etmeseler dahi görünen mevcut durum ve düzen karşısında Tanrı yerine koydukları Onun işlevini gören bir ilkenin, gücün veya açıklama tarzının arayışı içerisinde bulunmuşlardır.

Özellikle materyalizme bağlı olan ateistler aşkın bir Tanrı fikrini reddetmekle birlikte, bir anlamda içkin (maddenin kendisini) tanrı kavramını benimsemişlerdir. Yani onlar bir anlamda doğanın (kâinatın) kendisini Tanrı olarak görmüşlerdir. Tanrı yerine doğaya sonsuzluk, sınırsızlık, yaratıcılık, ezelîlik ve ebedîlik gibi nitelikler atfetmekle bir şekilde onu kutsallaştırmışlardır. Bu da onların dinden farklı da olsa bir Tanrı kavramına sahip olduklarını ortaya koymaktadır.

Sonuç itibariyle ateistlerin zihinlerinde ve bilinç altlarındaki Tanrı arayışına engel olmaları mümkün değildir. Dine ve dindarlara tepki duyarak inançsızlığı tercih eden insanların büyük bir kısmı da, aslında içi aşk ve sevgi dolu bir gücün varlığını kabul ettiklerini itiraf etmektedirler. Bu insanların büyük bir kısmı, gerek Batı'da gerekse Doğu'da olsun, kendilerine sunulan geleneksel din anlayışını yeterince insancıl bulmamış ve ondan nefret ettiklerini söylemişlerdir.
Din adına yapılan savaşlar (mezhep çatışmaları, haçlı seferleri), zulümler, aforozlar, cehennemle korkutmalar vb. tarihte olduğu kadar bugün de pek çok kişiyi dinden uzaklaştırmakta ve onların başka arayışlara yönelmelerine sebep olmaktadır. Burada görülen bir gerçek de şudur: İnsan bazan kendi ihtiraslarını, tutkularını, kinini, nefretini ya da ümit ve hayallerini, din kisvesi altında icra etmektedir. Ancak bu da dinin (İslâmiyetin) öyle olduğu ya da benzeri olumsuzlukları onayladığı anlamına gelmez.

Gördüğü şiddet ve olumsuzluklar yüzünden dini terkeden bazı insanların yağmurdan kaçarken doluya tutuldukları görülmektedir. Meselâ hasta insanların ölümüyle Tanrı'yı suçlayan ateist bir ideolojinin üyesi, kendi ilkeleri uğruna, çoluk-çocuk, genç-yaşlı, kadın-erkek demeden milyonlarca insanın acımasızca öldürülmesi ve sıkıntı çekmesine ve bu sıkıntıya sebep olanlara karşı sessiz kalmıştır. Daha üzücü olanı ise bazı ideologların mutlu bir gelecek için (sözde devrimin gerçekleşmesi için) bunların gerekli olduğunu söyleyecek kadar ruhsuzlaşmış olmalarıdır. Hâlbuki insan karşısındakinden bir şey isterken kendisinin nerede olduğunu iyi bilmeli ve ona göre davranmalıdır.

Dinden soğuyan veya soğutulan insanlar bazan kapılmış oldukları ideolojinin de etkisiyle inançsızlığa doğru kayarlar. İnançsızlaştıktan sonra dile getirdiği fikirler ise aslında bu kişinin kendi fikirleri olmayıp, eline tutuşturulan ve gerçek olduğu kendine söylenen (enjekte edilen) ideolojik iddialardır. Nitekim bunların büyük bir kısmı dini reddederken veya dindarları kötülükle itham ederken daima hayalindeki ütopik tiplemelere karşı tepki göstermişlerdir. Görmüş oldukları olumsuzlukları zihinlerinde büyütüp canavarlaştırarak onların bir an önce terkedilmesi gereken birer öcü olduğunu düşünmektedirler.
Ateistlerin büyük bir çoğunluğu Tanrı'ya inanan annesinin, babasının, dedesinin, ninesinin veya sevdiği bir yakının inancını ve davranışını sevimli bulmakta, haklı olarak onları aklamakta ve sık sık onların kişiliğine saygı duyduğunu dile getirmektedir. Hatta herkesin onlar gibi olmasını istemektedirler. Bu da ateizmin büyük oranda ütopik ve hayalî gerekçeler üzerine inşa olunduğunu göstermektedir. Dolayısıyla söz konusu örnekler mutlak ateizmin olamayacağına dair güzel bir göstergedir.

Din herhangi bir politik ideoloji (ya da mezhep) haline getirildiğinde doğal olarak bu ideolojinin veya mezhebin karşısında yer alan kişiler kendilerini dinsiz olarak görmektedirler. Ancak bu kişilerin büyük bir kısmı da tahmin edilebileceği gibi mutlak ateist değildir. Aşkın bir güce ve sevgiye inandıklarını söyleyen bu kişilerin çoğunluğu ideolojik olmayan bir dine ve bireysel dindarlığa inanmaktadırlar. Hatta yalnızlıklarında veya çocuklarıyla baş başa kaldıklarında kalplerindeki Tanrı sevgisinin sıcaklığını hissettiklerini söylemektedirler.

Mutlak ateizmin olamayacağını gösteren diğer bir kanıtta şudur. İnsan içerisinde yaşadığı tecrübeler karşısında mantıkî bir kuralı keşfetmiştir. O da her şeyin bir sebebinin bulunduğu ve hiçbir şeyin sebepsiz olamayacağı ilkesidir. Günlük yaşamda edindiği bu tecrübe, insanı eninde sonunda dünyanın ötesine götürmekte ve evrenin varlığını düşünmesine neden olmaktadır. Bu inkâr edilemeyecek bir durumdur. Evrenin varlığını düşünen ve onun nasıl var olduğunu hayal etmeye başlayan bir insanın da aklına Tanrı'yı getirmemesi ve böyle bir seçeneği düşünmemesi imkânsızdır. Bir insanın "Evrenin nasıl var olduğunu düşünmüyorum", "Zihnimde Tanrı kavramı yoktur" ya da "Tanrı fikri aklıma hiç gelmiyor" demesi inandırıcı değildir. Nitekim Sokrat, Platon ve Aristo gibi Tanrıya inanan ve onun birliğini vurgulayan düşünürlerden çok önce dahi, yani İlk Çağ felsefesinde doğa üzerinde duran, varlığın ilkesini araştıran filozoflar, sınırlı olandan sınırsız olana, eksik olandan mükemmel olana, sonlu/ölümlü olandan ölümsüz olana, çoğul olandan tek kavramına ulaşmış böylelikle Tanrı inancıyla ilgili felsefi düşüncenin önünü açmışlardır.

Mutlak inançsızlığın imkânsız oluşunu sadece teistler değil, geleneksel dinlere inanmayan ve bu anlamda dindar olmayan düşünürler dahi ifade etmişlerdir. Bunların arasında D. Hume (1711-1776), İ. Kant (1724-1804) ve Voltaire (1694-1778) gibi filozoflar da bulunmaktadır. Hatta bunların bir kısmı felsefe tarihinde geleneksel dinî inanca karşı getirmiş oldukları amansız eleştirilerle tanınmışlardır. Ancak bu kişilerin geleneksel dinî anlayışları veya yorumları eleştirmeleriyle, kendilerinin de ifade ettikleri gibi, yüce bir gücün varlığını kabul etmelerini birbirinden ayırmak gerekmektedir.

David Hume, dini ve mûcize gibi kavramları şiddetle eleştirmesine rağmen mutlak ateizme inanmamıştır: "Evrendeki gaye ve düzen en dikkatsiz ve en geri zekâlı bir insanın dahi her yerde dikkatini çekecek açıklıktadır... Bütün ilimler bizi farkına varmadan ilk yaratıcının varlığını kabule götürmektedir"(30)

Voltaire de yazmış olduğu felsefe sözlüğünün ateizm maddesinde, Sokrat ve İtalyan filozofu Vanini (1583-1619) gibi düşünürlerin bu konuda asılsız ithamlarla haksızlığa uğratılarak öldürülmelerini kınamış, mutlak ateizme ise ihtimal vermemiştir. Voltaire ateizmi din adamlarının taassubuna ve Tanrı'yı kötü göstermelerine bağlayarak insan zihninde yaratıcı bir üstün varlık fikrinin daima yer aldığını belirtmiştir.(31)

Hume, Voltaire ve Kant gibi filozoflar sonuç itibariyle mutlak ateizme imkân tanımayıp, bir şekilde Tanrı'nın varlığına işaret ediyorlarsa, onlardan daha sistemli olmayan ve ortaya ciddi düşünce koymayan bir kısım ateistlerin tekrar düşüncelerini gözden geçirmeleri ve daha ihtiyatlı davranmaları gerekmektedir
Teistik Tanrı anlayışını reddettiği halde aynı zamanda ateizmi de kabul etmeyen düşünürlerin varlığı şaşırtıcı olmamalıdır. Onların bu durumu gizli bir ateizm olarak da değerlendirilmemelidir. Ülkemizde de bu ve benzeri yaklaşımları görmek mümkündür. Meselâ eserlerinde geleneksel din anlayışını ve bu anlamda dindarlık biçimini şiddetle eleştiren Cemil Sena da ateizmi kabul etmemiş, onu umutların, aklın ve vicdanın tüm dayanaklarının çökmesi ve yıkılması olarak tanımlamıştır. Geleneksel Tanrı inancına sahip olmayan buna karşılık bireysel, pragmatik ve ahlâkî boyutu ağır basan bir dindarlığı savunan Sena, seküler yaşam biçimini de tanrıtanımazlıktan ayırmıştır. Sena'ya göre Tanrı'sız bir ruh tüm yaşam dayanaklarını ve tinsel varlığının bilincini yitirmiş bir robottur.

Ateizmi imkânsız gören düşünürler, Tanrı'nın varlığı konusunda insanlığın fikir birliği içerisinde olduğunu iddia etmişler, inançsızlığın ise yanılgı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Doğrusu binlerce yıldır milyarlarca insanın birbirinden farklı zaman ve mekânlarda dahi olsa Tanrı'ya inanmaları bizlere bir mesaj vermektedir.
Bütün insanlar gerek içgüdüsel ve gerekse zihinsel açıdan Tanrı inancına doğuştan yatkındırlar. Nitekim İslâm peygamberi de her insanın doğduğunda fıtrat üzerine (Allah'a inanmaya yatkın) doğduğunu daha sonra ailesi ya da çevresince yönlendirildiğini ifade etmiştir. Kendini herhangi bir şekilde inançsızlığa şartlamayan ve ideolojilere kanmayan bir insanın doğuştan getirmiş olduğu bu eğilimi muhafaza edeceği muhakkaktır. Dinî hayata bir süre uzak kalsa bile, o kişi eninde sonunda kâinat üzerinde derin düşüncelere dalacak, niçin ve nasıl var olduğunu sorgulayacaktır. Çocukluğundan getirdiği safiyetini, iyiye ve güzele yönelik muhakemesini kaybetmemiş ise, görünen her şeyin ötesinde bir yaratıcının varolduğunu düşünecek, Onsuz bir hayatın olamayacağını bilecektir.

İnancın fıtrî olduğunu belirten bazı düşünürler ateistlerin mutlu ve sağlıklı günlerinde Tanrı'yı yalanladıklarını, sıkıntılı ve acılı günlerinde ise Tanrı'nın gücünü itiraf ettiklerini belirtmişlerdir. Ateistler, bu düşünürlerce, Tanrı'nın varlığına kasten karşı çıkan, kör ve sağır kimseler olarak tanımlanmıştır. Onlara göre doğadaki en küçük canlının varlığı dahi inançsızların tezlerini çürütmeye yeterlidir.

Tanrı'ya inanmak için insanın önünde sayısız gerekçeler bulunmakta buna karşın yalanlamak için ise insanın gözünü dış dünyaya kapaması ve kalbinin sesine de kulak tıkaması gerekmektedir. İnsanın zihnî bir şartlanmışlık içine girmeden tabii olarak Tanrı'yı inkâr etmesi mümkün değildir.

Kur'ân-ı Kerîm daha ziyade putperestlik ve Tanrı'ya ortak koşma problemiyle ilgilenmiş bunun yanında ateistlerin tezlerini çürüten kanıtları da dile getirmiş, cevapsız bir konu bırakmamıştır. Her fırsatta insanın dikkatini doğaya, insanın kendi nefsine ve topyekün yaratılışa çekmiş, bütün bunların rüya olmadığını, gerçek olduğunu vurgulamıştır. İnsanın aklını kullanmasını ve kâinat karşısında gözlerini açmasını tavsiye etmiştir. Görüldüğü gibi inançsızlık doğuştan olmayıp daha sonra dine karşı oluşan tepkilerle birlikte ortaya çıkmış bir durumdur.

Yapılan açıklamalardan anlaşıldığı gibi insanın zihninde Tanrı fikrinin bulunmaması imkânsızdır. Dolayısıyla bir ateistin "Zihnimde böyle bir fikir yok" diyerek Tanrı inancını reddetmesi inandırıcı değildir. Bu durumda geriye ateistler için Tanrı'yı bilinçli olarak reddetme seçeneği kalmaktadır. Zaten ateist denildiğinde de böyle bir insan akla gelmektedir.

Issız bir adada yalnız başına kalmış bir insanın dahi, şayet sağlıklı bir yapıya sahipse, en azından zihninde yüce bir yaratıcıyı düşüneceği kesindir. Böyle bir kişinin aklî muhakemesiyle Tanrı'ya gitmesi zor olmayacaktır. Varacağı bu Tanrı kavramı belki peygamberlerin bütün niteliklerini haber verdiği Tanrı gibi olmayacaktır. Ancak en azından O'nun aşkınlık, sonsuzluk, yaratıcılık, kudret, ezelîyet ve ebedîyet gibi niteliklerini o kişi yakalayabilecektir.

Bir an için yalnız yaşayan bir insanın Tanrı'yı düşünemediğini var saysak bile yine o kişiye ateist denmesi doğru olmayacaktır. Çünkü o kişi ilâhî dinlerin Tanrı anlayışıyla henüz karşılaşmamıştır. En azından kendine hiçbir kimse bu konuda bilgi vermemiştir. Kaldı ki o kişiye Tanrı hakkında ne düşündüğü de sorulmamıştır. Dolayısıyla o kişiye ateist denemez. Hem insan bilgi ve fikrinin olmadığı bir konuda niçin olumsuz bir tavra girsin. Böyle bir kişi belki Tanrı hakında bir şeyler duyduğunda, duydukları şeylere ilgi duyacaktır. Büyük bir ihtimalle de inanacaktır. Çünkü bu kişiye Tanrı anlatılırken her halde bir masal kahramanından ya da hayalî varlıklardan bahsedilmeyecektir. Kendine âlemin yaratıcısından söz edilecektir. Dolayısıyla olumsuz cevap vermesi ihtimal dışıdır.

Bir insanın doğası itibariyle mutlak ateist olamayacağı böylelikle anlaşılmıştır. Tanrı'ya inanmayan kişiler ise mutlak ateist olmayıp çeşitli gerekçelerle O'nu bilinçli olarak reddedenlerdir. Daha önce ifade edildiği gibi Tanrı'nın reddedilmesinin arkasında birtakım teorik ve pratik gerekçeler bulunabilmektedir. Aslında bu gerekçeler kendi başına orijinal fikirler olmayıp çoğunlukla inanan insanların düşüncelerine yöneltilmiş itirazlardır. Bu gerekçeler de cevapsız kalmamış, ciddi bir şekilde sorgulanmış, yanlışlıklarına işâret edilmiş ve çürütülmüştür.

FEYZ: Sonuç olarak genel bir değerlendirme yapar mısınız?

AYDIN TOPALOĞLU: Bu konu dini, dili, ırkı, rengi, coğrafyası ve kültürü ne olursa olsun hemen hemen bütün insanların bir şekilde ilgilendiği ve üzerinde önemle durduğu, reddedenlerin dahi zihinlerinden bir türlü çıkaramadıkları ve hakkında fikir yürüttükleri önemli bir konudur.

Tanrı'nın varlığına inananlar bu inancın felsefî, mantıki, ilmî, dini, tasavvufi (mistik) ve moral temelleri olduğunu ifade etmiş ve bunları da tek tek açıklamışlardır. Ateizme yol açan gerekçelerin ise hiçbir bilimsel, rasyonel ve etik değeri bulunmadığını ifade etmişlerdir.

İnsanı Tanrı'ya götüren yolların sayısı oldukça fazladır. İnançsızlığa götüren yolların sayısı ise mâkul, mantıklı ve vicdanlı olunduğu takdirde yok denecek kadar azdır. Olanların temelinde ise bizâtihî ateizmin kendi gücü değil, din adına sergilenen bilgisizlik, tutarsızlık, iki yüzlülük ve gayri insani tavırlar yatmaktadır. Çünkü ateizm sadece sözel bir tercihin sonucu olarak ortaya çıkacak bir durum değildir. Kastedilen şey ateizm adına göze alınan felsefî ve mantıkî tutarsızlıklarla, moral, varoluşsal ve psikolojik çıkmazlardır. Bu söylemlerin temelinde de pozitivist ya da materyalist esintiler bulunmaktadır. Ancak Ateizm ve Eleştirisi başlıklı çalışmamızda da gösterdiğimiz gibi gibi Tanrı'nın varlığı meselesi herhangi bir ideolojinin dar çerçevesine sığmayacak kadar geniş olan ve insan hayatının bütün yönlerini kucaklayan hayatî bir problemdir. Bir insanın Tanrı'nın varlığını reddetmesi esasen o kişinin kendi iradesine ve aklî muhakemesine bağlı olan bir şeydir.

Nitekim böyle davranan pek çok insan da görülmüştür. Ancak bir insanın mutlak surette inançsız olması veya hiçbir surette aklına Tanrı'nın varlığını getirmemesi mümkün değildir. Bunun imkânsızlığıyla ilgili pek çok kanıt bulunmaktadır. Geleneksel dinlerin Tanrı anlayışlarını reddeden pek çok kişide dahi benzeri kavramlara rastlanmaktadır. İnançsız olduğunu söyleyenlerin büyük bir kısmında da, materyalistler dahil olmak üzere, zihinlerinde Tanrı işlevini yerine getiren ancak mahiyet itibariyle farklı olan değerler görülmektedir. Dolayısıyla mutlak bir ateizmden sözetmek imkânsızdır. Günümüze kadar teorik açıdan Tanrı'nın varlığını eleştirmek amacıyla pek çok itiraz dile getirilmiştir. Özellikle çağımızda bu itirazlara bilimsellik, rasyonellik ve mantıksallık süsü verilmiştir. Ancak burada da ifade edildiği gibi bu nitelikler inansın ya da inanmasın kimsenin tekelinde bulunmayan durumlardır. Ayrıca bağımsız olarak düşünüldüğünde bir şeyin bilimsel, rasyonel ya da mantıksal olmasıyla o şeyin öyle olmadığı konusuyla ilgili elde genel geçer kesin ölçütler de bulunmamaktadır. Çünkü bu terimler elastikî olduğundan değişik biçimlerde de kullanılmaları mümkündür. Dolayısıyla bu kavramların ateizm adına kullanılması tamamıyla yanıltıcı ve çarpıtıcı bir durum olup birtakım zayıf iddiaları güçlü kılmaya ve ayakta tutmaya yönelik beyhude çabalardır.

Ateistler bütün uğraşılarına rağmen Tanrı'nın varlığı aleyhinde güçlü kanıtlar ortaya koyamamışlardır. Buna karşın Tanrı'nın varlığı konusunda pek çok kanıt ileri sürülmüştür. Bu kanıtlar da ateistlerin "Tanrı yoktur" şeklindeki iddialarını tek tek çürütmektedir. Bunlar arasında da varlık (ontolojik), âlem (kozmolojik), nizam ve gaye (teleolojik), dini tecrübe (Keşf, ilham, sezgi v.b) ve ahlâk kanıtları bulunmaktadır. Aslında kimileri için bu kanıtların dile getirilmesine dahi gerek yoktur. Çünkü Tanrı'nın varlığı insan için kanıtlanmaya gereksinim duymayacak kadar açık ve seçik bir konudur. Dolayısıyla ateistin inkârı şaşılacak bir şeydir.

Felsefî tartışmalarda kendine güçlü bir zemin bulamayan ateizm kendine çağımızdaki bazı bilimsel var sayımların içerisinde yer aramaya çalışmıştır. Henüz kanıtlanamayan ve kanıtlanması da mümkün olmayan bu teorilerin etkisi ve gücü ise günümüzde oldukça zayıflamış, yaygınlığı da sona ermiştir. Bunların arasında Comte'un pozitivist; Feuerbach'ın antropolojik; Marx'ın sosyopolitik; Freud'ün psikanalitik ve Nietzche ile Sartre'ın varoluşçu ateizmi bulunmaktadır.

Yukarıdaki teorileri ortaya atanlar ya da onların sempatizanları düşüncelerini genellemiş ve onları her şartta geçerli doğrularmış gibi savunmuşlardır. İddialarını yanlışlayan sayısız örnekler bulunduğu halde fikirlerinden vazgeçmemişlerdir. Sonuç itibariyle dini ve Tanrı inancını anlamakta yetersiz kalmış ve kendi bakış açılarına göre onları yorumlamışlardır. Söz konusu teoriler genelde Hıristiyanlığın ve bu dinin oluşturduğu Batı kültürünün neden olduğu tepkisel hareketlerdir. XX. yüzyılın ilk yarısında dünyanın her tarafını etkileyen bu hareketler aslında Batı kültürünün kendi iç hesaplaşmasıdır. Bu kültürün çeşitli vasıtalarla yaygınlaşmasıyla birlikte bu varsayımlar da bir dönem geniş kabul görmüştür. Ancak bugün için aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla onları savunurken ya da eleştirirken bu noktanın unutulmaması gerekmektedir. Ateizmi ilke edinen ideolojiler kiliseyi aratmayacak derecede doğmatik, statik ve dayatmacı tavır sergilemişlerdir. Dolayısıyla dinle ilgili eleştirilerinde karşı tarafa teistlere cevap verme ya da yanlış anlamayı düzeltme şansı vermemişlerdir. Bu ideolojilerin etkisinde kalan insanların da kendilerine öğretilen ve gerçek olduğu söylenen şeylerin dışına çıkmalarını beklemek aşırı bir iyimserlik olacaktır.

Kendilerini ilmî, felsefî ve özgür düşünceli diye tanımlayan ideolojiler insanlık tarihinin en doğma, en katı ve en yasakçı ekolleri haline gelmişlerdir. Bu ideolojiler XX. yüzyılın çağdaş dinleri haline getirilmiştir. Bu yüzden onların iddialarına cevap vermek sanıldığı kadar kolay değildir. Kendi içlerinde dahi en küçük yoruma ya da yeniden uyarlamaya karşı şiddetli tepki göstermektedirler. İddialarına karşılık ne denirse densin veya ne anlatılırsa anlatılsın onlar kabul etmeyeceklerdir. Günümüzde Charles Robert Darwin'in (1809 –1882) bilimsel araştırmaları üzerine inşa edilen Darwinizm ideolojisi ve bu ideolojiyi savunanların fikirleri de bunun en güzel örneğidir. Çünkü onların kendi doğruları vardır ve bu doğrular onlara göre hiçbir surette tartışılacak ya da eleştirilebilecek şeyler değildir. Bu ateist ideolojiler bireylerin yaşamlarına, düşüncelerine, inançlarına, kısacası özgürlüklerine dahi ipotek koymuşlardır. Din dahil olmak üzere karşısındaki kurumları ya da fikrî akımları birer ideoloji olarak görme yanlışlığına düşmüşlerdir. Halbuki din ne bir ideoloji ne ekonomik bir sistem ne de felsefî bir ekoldür. Böyle olmadığı gibi herhangi bir ideolojinin ya da ekolün muhatabı da değildir.

Artık ateizmin birtakım gerekçelerle bilimsellik, rasyonellik ya da özgürlük kılıfına bürünemediği açıktır. İnsanoğlu yaşadığı acı tecrübeler sayesinde ateizmden bağımsız olarak bilimin, rasyonalitenin ya da özgürlüğün ne olduğunu öğrenmiş durumdadır. Elde ettiği birikim ve kazanımını da bir takım ideolojik saplantılar neticesinde bir kenara bırakacak ve tekrar kanacak değildir diye düşünüyorum.