Biz toplum olarak nefisten, nefsin hastalıklarından, nefse uymamak gerektiğinden bahsederiz. Çünkü toplum olarak biliriz ki, nefse uymak çok kötüdür, nefse uymak, şeytana uymak gibidir… Her ne kadar şeytanın kötü olduğunu, ona uymamak gerektiğini bilsek de, maalesef nefse uymama hususunda yeterince hassas olduğumuzu, duyarlı olabildiğimizi ya da bunu başarabildiğimizi söyleyemeyeceğim. Bu belki nefis ile şeytanın ayrımını tam yapamamaktan, belki nefsi yeterince tanımadığımız için nefsin ne denli kötülük kaynağı olduğunu bilememekten, belki de bizimle iç içe olan nefsi ve onun uzantılarını kendi benliğimizden yeterince ayıramamaktan kaynaklanıyor olmalı diyorum.
Ve her zaman, tasavvufi kültürün bir şekilde bu toplumun hücrelerine indiğini, damarlarımızda dolaştığını, tasavvufi kültürle iç içe yaşadığımızı ve bu durumun, yani bizim gibi bin yıldan daha uzun bir süredir İslam'la müşerref olmuş ve İslam'ın hizmetçiliği ve bayraktarlığı kendisine nasip olmuş bir millet için yadırganamayacak bir durum olduğunu söyleriz.
Ve dahi tasavvufun güzelliğini bilir, hatta en mühim tasavvufi lafları, maksadını aşacak kadar çok hayatın içinde kullanır ve düşünme kodlarımızdan eyleme biçimimize kadar mutlaka bi şekilde tasavvufun etkin rolü olduğunu biliriz… Hatta Şeyh Şazeli'nin deyimiyle; "Mürşidsiz yapılan amelin nefsi kabarttığını" bile bile, İmam-ı Rabbani'nin deyimiyle "Hiç şeyhsizliktense, meczup bir şeyhe bağlanmanın dahi her şeyden evlâ olduğunu" bile bile, mürşidsiz nefis terbiyesinin çok zor hatta bu devirde imkansız olduğunu bile bile, bizler ne yazık ki, tasavvufi düstur ve güzellikleri, günümüzdeki ölçüsüzlük sorunu yüzünden, sahte para gibi gerçek değerinden uzaklaştırdığımızı, kendimizin de gerçek değerler açısından içi boş bir hale geldiğimizi, bizzat kendimizi kandırarak görmemezlikten geliriz!.. Oysa tasavvuftaki hangi orijinal ahlaki değer, Hz.Peygamber'in hayatındaki bir güzelliğe tekabül etmez ki… Hiç şüphesiz hepsinin altında Hz.Peygamber'in ilmî, amelî, ahlakî sünnetleri yatmaktadır. 1500 yıl sonra, Amerika'yı tekrar keşfeder gibi kendi değerlerimizi mi yadırgayacağız. Tabii ki hayır!..
Aslında tasavvuf bizim toplum hayatımızdır bir bakıma… Fakat son demlerinde modernizmin eyleme biçimleri içinde değerlerinden çok şey kaybeden bu toplum, bırakın tasavvufun derinlikli ve bizi ta içimizden kuşatan etkisini, adeta çok sıradan ve kültürsüz insanların sıradanlıklarıyla hemhal eylemiştir bizi; yani toplumu, yani ülkeyi, yani bu coğrafyanın insanlarını… Fakat, "Can çıkmayınca ümit kesilmez" derler ya, bizim de toplumla ilgili ümitlerimiz her zaman yeşermeye adaydır. Yeter ki yeni bir diriliş, yeni bir silkinişle, özgün klasiklerimizle yeniden kucaklaşarak ve o güzel kültürü, belli ölçüler dahilinde zihin dünyamızda, gönül dünyamızda yeniden şekillendirelim, önce kendimiz dirilelim, sonra da çevremizi ışıtalım, diriltelim…
Bugün yapılması gereken şey, eyleme ve düşünme biçimimizi gözden geçirmek, günümüz insanının temel sorununun ne olduğunu tesbit etmektir.
Değişmesi gereken nice ölçülerden biri de tevazu ölçümüzdür. Tevazu eğer, bugün bizim anladığımız gibi, yumuşaklık ve alttan almanın karışımı ama niye yapıldığı belirsiz bir tavrın adı ise, bu, İslam'ın öngördüğü bir tevazu olamaz. Bu, bugün gerçek tevazunun bir unsuru dahi olamayacak kadar karışık bir davranış biçimidir ancak. Çünkü tevazunun ahlaki boyutu gayet derin ve herşeyin fevkindedir. Tevazu, pek çoğumuzun zannettiği gibi, altta kalmak, üste çıkmak, eşit durmak gibi komik kıyaslamaları muhtevî değildir. Tevazunun, merhametle, cömertlikle, adaletle, içtenlikle velhasılı Allah'a (Celle Celalühü) kullukla ancak anlatılabilecek boyutudur asli unsuru… Düşünün ki, güya çok tevazulusunuz ama ihtiyaç sahibine karşı hiç cömert değilsiniz, daha doğrusu, gerektiğinde ve sizin için de zor olan zamanlarda fedakarlık aklınıza dahi gelmiyor… Merhamet tatile çıkmış gönlünüzde…
Dolayısıyla insanın, Allah'ın (Celle Celalühü) emaneti olduğuna dair bir "emanet duygusu" duruşunuz da yok! Böyle durumlarda neyi neyle kıyaslayıp, hangi ilginç benliğinizi ne ile kıyaslayıp, kendinizce ne olmaya çalışacaksınız, bu hakikaten merak mevzuu bir konu olurdu!.. Üstelik de orada tevazudan bahsedeceksiniz… Merhamet yok, cömertlik yok, adalet yok; tevazu var öyle mi? Bunu anlayamayana, kendine karşı istediği kadar, kafasındaki ölçüye göre tevazu göstermesi serbest demek gerekirdi herhalde…
Yazımızın başında "İmanını küçük görene tevazu yapılmaz." derken, aslında "Kendi imanî değerlerini küçük görene tevazu yapılmaz, o, kendisiyle ve imanıyla birlikte sizdeki imanı da küçük görür." demek istedik. Ama, merhametli, cömert, adaletli ve aynı zamanda bu haliyle tevazusu olana eğmeden bükmeden hakikati de söyleyebilirsiniz, dostluk ve yarenlik de yapabilirsiniz, tevazu da gösterebilirsiniz… İşte o zaman tevazunuz tevazu olurdu… Aksi halde insanın enaniyetini besleyen sahte tevazuların, duygu ve amel bakımından nötr duruşların, garip sükûnetlerin adı tevazu olamaz, olmamalı… İnsanın kibri, sadece görünen yüzünde olsaydı, sahte tevazular göz doldururdu. Ancak o iç kibrini tedavi edememiş insanın, dış kibrini frenlemiş dışarıdaki tevazu görüntüleri ancak sahte bir tevazunun konusu olabilir. Yani cimriliğin, yani merhametsizliğin, yani kibrin… Tevazunun içinde merhamet olmalı demiştik, tevazunun içinde samimiyet de olmalı yani riyasızlık, cömertlik de olmalı ki, tevazu bir işe yarasın… Cömertliği sadece parasal bir ilişki biçimi olarak görenler, tabii ki insanlara yardımcı olmakta nakıs kalacak ve cömertlikle tevazu arasındaki ilişkiyi anlayamayacaklardır. Kamil bir insanın kişilik ve duruşunun bir parçası olarak sergilediği ve o kimliğinin önemli bir parçası olan ama ahlaken sıfatlaşmış bir tevazu ancak, gerçek bir tevazudur demek istiyorum.
Konuyu rahatlatmak bakımından bir örnek vermek istiyorum. Aziz Mahmud Hüdai Hz., Bursa Kadılığını, tüm dünyalık makamları bırakıp yollarda, arkasında köpekler dolaşıp bir taraftan da ciğer satarken, çok kısık bir sesle "Ciğer, ciğer" diye seslenmektedir. O esnada evinin penceresini açan bir yaşlı teyze, yüksek sesle, Aziz Mahmud Hüdai Hz.'ne bağırıverir; "Şeyhin sana böyle mi yap dedi." Yani kısık sesle değil, yüksek sesle "Ciğer, ciğer" diye bağırman gerekiyor demek istiyor. Evet, kıymetli okurlar, yani bu değerler, cömertlik, merhamet, tevazu, şecaat şu an bizim yaşattığımız gibi mi olmalı, yoksa tüm samimiyetimizle, sadece Allah (Celle Celalühü) için yaptığımız ameller mi olmalı? Hiç şüphesiz yerli yerinde, büyük bir muhabbetle, imanımızın gereği bir estetik ve bütünlük içinde olmalı tüm bu ahlaklar… Aksi halde, kendimizin dahi inanmadığı, başkalarını ikna etmekten ya da örnek olmaktan uzak cılız tavırların amel değeri olmayacağını hepimizin bilmesi gerekiyor vesselam…