Halis Kuralay'la "Hayata Dokunmak" İsimli Eseri Üzerine

FEYZ: Hocam, bu kitabı yazarken amacınız neydi? İç dünyanızdaki duygularınızın ve dış dünyanızdaki olayların etkisi, bir bakıma hayata bakışınız açısından değerlendirir misiniz? İnsanlara neyi anlatmayı amaçladınız?

HALİS KURALAY: Geçmişte beni üzen ya da farklı bir takım durumlarla karşılaştığımda "E canım, ne var yani körsem körüm" şeklinde bir özgüven kazanmıştım. Tabi bu hayatın her tarafında böyleydi. Yani ben şöyle bir örnek vererek belki çarpıcı hale getirebilirim. Bir çok insan beni bir kez görür ve çok iyi hatırlarlar. Ama ben birçok insanla bir kez buluşmakla, bir kez rastlaşmakla onu pek kolay hatırlayamıyorum. Niye? Çünkü o adam açısından –beni görüp hatırlayan kişi açısından- onun, binlercesi arasında beni özel kılan bir özelliğim var benim; görmüyorum ben çünkü... Bu beni, o kişinin hafızasında taze taze tutabiliyor, özel biri olarak tutabiliyor. Ama benim için binlerce insandan birisi gibi o… Benim için ise kafamda çok özel bir manasının olması lazım ki, ben onu nakşedip hatırlayabileyim...

"Hayata Dokunmak" sadece bir âmânın hayatı değil, gerçek bir başarı öyküsü. Aslında toplum olarak bize bizi anlatan bir ayna Halis Kuralay… Kendimize itiraf etmekten kaçtığımız taraflarımızı bize gösteren bir davranış terazisi adeta. Gözü kapalı ama toplumun tınılarını iyi duyuyor. En azından pek çoğumuzdan kat kat fazla… "Gözlerinden içeri ışık sızmadı. Güneş değmedi yüzüne. Onun için gün doğmadı. Aynada kendi yüzünü görmedi. Gün batımını beklemedi. Fakat hiç güneşsiz kalmadı. Geceyi gündüzle bir bildi. Yüzünden aydınlık eksik olmadı. Gözlerinden içeri hep sevginin ışığı girdi. Dostlar sofrasına güneşler taşıdı. Sözlerinden yıldızlar doğdu. Gören gönlümüz oldu Halis." diyor kitabın önsözünde o güzel anlatımıyla Dr. Senai Demirci…
"Halis'in, bizim kıyısına yanaşamayacağımız özel imtiyazları var şu dünyada. Halis lambalar sönse de yolunu buluyor. Karanlıkta bile kitap okuyabiliyor. Dostlarını sesinden tanıyor. Tanıdıklarının isimlerini el sıkışlarından biliyor. Seslerden örülü özel bir dünyada bizim göremediklerimizi görüyor, gösteriyor." diyerek devam ediyor. Halis Hoca bir Milli Eğitim mensubu. Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümünü başarıyla bitirmiş, eğitim ordusunun güçlü bir neferi…
İyi bir eğitimci. Daha söyleyecek çok sözü var… Şimdi onunla yaptığımız anlamlı mülakatla sizleri baş başa bırakıyoruz.

Hayat böyleydi benim için. İnsanlar yazıyı gözleriyle okuyorlardı, ben ellerimle okuyordum. İnsanların yüzlerinden tanıdıkları insanları ben seslerinden tanıyordum. Ya da İnsanların yine yüzlerinden tanıdıkları insanları ben bazen ellerinden tanıyordum. Dolayısıyla hep bir azınlık oldum ben. Yani hayatım, doğumumdan itibaren- tabii ki ilk yılları hatırlamıyorum.- her bakımdan farklı bir insan oldum. İnsanların belli kalıplarla alıştığı hayata bakmayı ben farklı bir kalıpla yapabildiğimi fark ettim bu zaman içerisinde. Yazıyı elimle okumak, insanları dinleyip sesinden tanımak, elimle dokunarak onu tanımak vs. gibi, o farklılığı insanlara anlatmam lazımdı. Doğrusu, benim bu kitabı yazmamda da–yazmayı eskiden beri severdim ama- yayıncımın büyük etkisi ve katkısı oldu. "Hocam, senin hayatın çok ilginç birşeye benziyor, gel bunu kitaplaştıralım." dediği zaman, "Güzel olur aslında ama o kadar çok farklı işlerle uğraşıyorum ki bu kadar işin arasında buna konsantre olabilir miyim, ondan emin değilim" dediğimde, beni desteklediğini, motive ettiğini söylemeden geçemeyeceğim. Bununla beraber benim anlatmak istediğim, yani anlatabileceğim çok şey vardı. Bu farklılıklara dikkat çekmem lazımdı. Ve hayatın tek düze olmadığını anlatabileceğim en güzel imkanlardan biriydi bence böyle bir kitabı yazmam…

Dediğim gibi, mesela elektrik, bir odada yanıyor mu, yanmıyor mu? İnsanlar diyor ki "Yahu kardeşim zaten yanıp yanmadığı açık açık bellidir. Bunu konuşup gündeme getirmenin ne alemi var?" diye düşünüyorlar. Hayır, bir ışığın yanıp yanmadığını, yalnızca o ışığın yanıp yanmadığına gözünüzle bakarak anlamanız gerekmez. Gerekiyorsa ortaya bir sandalyeyi çekip, elinize ampulu dokunarak sıcaksa yandığına karar verebilirsiniz, soğuksa değildir diye icabında hiç akla gelmeyecek bir yöntemle anlayabilirsin. Boğaz köprüsünden geçip geçmediğini nasıl anlayacaksın? Herkes şöyle düşünüyor, koca boğaz karşında yani. Hayır, öyle değil, görmeden nasıl anlayacaksın? Evet, görmeden de anlamanız mümkün. Boğazın kendine has ritmik salınımları vardır. Buradan da anlayabilirsiniz... Yani farklı, görmek gibi, insanların taparcasına olmazsa olmaz diye düşündüğü, olmazsa olmaz diye algıladığı bir şeyin olmadığı hallerde bile hayatın pekala yaşanabilir olduğunu ve bunu farklı yöntemlerle görmek gibi çok kıymetli bir duyunun yerini alabilecek özellikler kazandırabileceğini anlatmak maksadıyla böyle bir kitabı yazdım. Çok da memnun oldum böyle bir kitabı yazdığıma… Tabi bunu anlatırken elbette ki şimdiye kadar yaşamış olduğum hayatın içindeki hayata bakışımı sergilememem sözkonusu olmazdı.

FEYZ: Kitapta dikkati çeken, kitaba damgasını vuran en önemli şeylerden biri şuydu; "Farklılıkları fark edin, üzerine bir şeyler ekleyin. Siz daha burada kaldınız ama, burayı aşın, hayatın gerçek değerleriyle buluşmak için katedilecek mesafeler var., üzerine bir şeyler ekleyin… Burayı aşamayacaksanız daha neyi anlayacaksınız. Ahlak, fazilet, adalet, merhamet, Allah kul ilişkisi içindeki muhataplığın gerektirdiği sorumlulukları kavrayın…

Bir âmânın da hayatı, ailesi, çocukları var. Hakikat onun için de geçerli, sorumluklar onun için de var şeklinde bir vurgu da ön planda…

HALİS KURALAY: Evet, anlatmak istediğim oydu. Benim yaşıtım olan görme engelli inanan arkadaşlarımla "Abese ruhu" deriz buna. Abese Suresi'nde bahsediliyor ya. Hani Peygamber (asv) Mekke'nin eşrafıyla birarada iken bir ama gelir, O da yüzünü ekşitir, şu anda niye geldi ki, nereden çıktı gibilerinden… Önemli bir iş yapmaktadır O, Sözünü kesme gibi, o gidişatı bir engelleme, ara verme gibi… Bundan dolayı Peygamber (asm) rahatsız olur. Sonradan; "Sen, senden bir şey talep edenle değil de talep etmeyenle niye ilgileniyorsun" temelinde ayetler gelir. Biz buradan şöyle bir anlam çıkartıyoruz; -Farklı anlamlar çıkartılabilir tabi. Çünkü Kuran-ı Kerim evrenseldir, Cenab-ı Hak tek bir manayı kastederek göndermemiştir onu, bundan şüphemiz yok Kardeşim, gözün görüyor mu görmüyor mu; imtihan denen şeyin bununla hiç alakası yoktur. İmtihan imtihandır. Senin yapabileceklerin belli mi, belli... Mesela namaz kılabiliyor musun, o halde kılacaksın. Peki, Kuran'ı ya da hadisleri ya da duyduğun herhangi bir ifadeyi, maneviyatı anlayıp algılayabilecek kabiliyeti Allah sana vermiş mi, vermiş… O halde bundan sorumlusun. Bunu şuna benzetelim. Zengin olan kişinin zekat vermesi gibi. Gözü olan kimsenin görmesinden zekat vermesi gibi. O halde biz de kulaklarımızdan sorumluyuz, ellerimizden sorumluyuz.

Ben şuna benzetiyorum bunu, ne kadar doğru bilemiyorum.

-Bir sınav var. 100 puanlık bir sınav. Bu sınavda beş tane soru sorarsa öğretmen, her bir soruya verilecek puan 20 puandır. Ama soru dörde indirilirse, her bir soruya verilecek puan 25 puandır. Ben de bu anlamda, görmekten hariç, ‘Görmek' sorusu bize sorulmamış… Herhalde sen niye harama baktın demiyecektir. Onun adaleti bunu gerektirir. Ama bize şunu hiç çekinmeden soracaktır herhalde. "Kulaklarınla seni rahatsız eden bir haram ses vardı, yanlış sözler vardı, Sen niye buna kulaklarını daha çok kabarttın…" Kulaklarıyla ilgili herkese 20 puanlık soru soruyorsa sana da 25 puanlık soru sormaktan çekinmeyegektir diye düşünüyorum ben. Doğrusunu Allah bilir mutlaka. O bakımdan, imtihan imtihandır. Herkes yapabileceklerinden sorumludur. Yani o kişinin gözlerinin görmüyor olması, imtihan dışına çıktığını göstermez. Bunun idrakine varmak lazım. Böyle olunca, bu defa da gören dostlarımız da diyeceklerdir ki, "Gözleri görmeyenler bile imtihanda ise eğer, o zaman biz de çok daha fazla imtihandayız…" Bu da ayrı bir yorum. Bizi Allah'a yaklaştıran her türlü yorum bence makbuldür. Zaten mesul olmayanlar belirtilmiş, bunların içinde âmâlar yok… Akılsızlar, çocuklar gibi konu belirlenmiş… Namaz kılın derken Allah (Celle Celalühü) "amalar hariç" demiyor, zekat verin derken de… Dediği yerler de var, savaşa gitmemek gibi… Ama normal şartlarda yapabileceklerinden mutlaka sorumlusun yani.

FEYZ: Kişinin yoksunluğuna dairse eğer, aleksitimikler daha mağdur öyleyse. Oysa duygu önemli bir şey. Materyalist bir açıdan hayata bakıldığında nedense görmemeyi sözkonusu eden bir yoksunluk sözkonusu ediliyor. Oysa farkındalık oluşturulması gereken konu çok, dört dörtlük bir insan tasavvuruyla düşündüğümüzde. Burada nedense görmemek sadece tek yönlü bir antite olarak karşımıza çıkıyor. Duygu fakirlerini ne yapacağız; merhamet eksikliklerini... düşündüğümüzde daha çarpıcı olarak bu karşımıza çıkıyor. Görmeyenler açısından da kulağın hakkını daha çok vermek gereken durumlar da olabilir…

HALİS KURLAY: Tabiî ki, görme engelliler içinde, -Peygamberler içinde Yakup Peygamber gibi, görmediği zamanlar olduğunu biliyoruz- gayet dindar insanlar olduğu gibi, bir o kadar inançsız insanlar da biliyorum. Demek ki, imtihan sonsuz… Nasıl deniyor; esfel-i safilinden, ala-yı iliyyine kadar yol, gören ve görmeyen herkese açık. O anlamda bir sınır, açıkçası yok… Söylediğiniz ilginç tabi. Madde denilen şeyle muhatabiyet yalnızca gözle değil; Cenab-ı Hak maddenin üzerine aslında, görselliğin üzerinde birçok özellik koymuştur. Koku koymuştur, şekil koymuştur. Tat vermiştir. Bir sürü… Cenab-ı Hakk'ın isimleriyle düşünürsek, çok büyük bir genişliktir bu. Herkese hitap edebilecek bir isminin tecellisini eşya üzerinde bulmak gayet sözkonusudur bana göre. Görme ve görmeme olayını böyle anlamak lazım. Bir başka hususu da şöyle; görme engellilik diyorlar. İnsanda birçok engellilik olabilir. Duygu engelliliği olabilir, şefkat engelliliği olabilir. Kıskanmama engelliliği olabilir, cimrilik olabilir. Bunlar hepsi birer engellilik aslında. Görmemek bunlardan sadece bir tanesi aslında. Ama çok büyük bir engel… mesela dünyada 1 milyon adam yakalasanız, bu bir milyon adamdan hiçbir tanesi, sizin iki gözünüzü çıkartacağız deseler kabul et-mezler herhalde. Öylesine kıymetli bir organ ki… Bunu da teslim etmek lazım. Bir görmeyen olarak, görmenin kıymetini takdir etmeye çalışıyorum kendi çapımda. Hakk'al yakîn olmasa da, İlm'el yakîn nasıl bir şey olduğunu tahmin edebiliyorum. Bunun aşılabilecek bir boyut taşıdığını kitabım boyunca anlatmaya çalıştım.

FEYZ: Çocukluğunuzla ilgili yaşadığınız süreç, tam anlamıyla bir hayat tecrübesi. Aynı yoldan yürüyen insanlar için iyi bir örneksiniz. Bu konuda topluma ne tür mesajlar vermek isterseniz. Babanız çok güzel bir yol izlemiş… Bir Anadolu insanının sadeliği içinde çok büyük şeyler başarmış biri olarak görünüyor babanız. İnsanlar bu konuda nasıl davranmalı? Bu bir eğitim meselesi artık. Siz de hem Milli Eğitimdesiniz, hem spesifik olarak bu konuyla ilgileniyorsunuz. Eğitsel açıdan bu konuya insanlar nasıl yaklaşmalı?

HALİS KURALAY: İfade edilecek çok şeyler var bu konuda. Bir tanesi fırsat vermenin önemi… Fırsat vermek, kavramsal olarak benim çok ilgilendiğim bir şey oldu aslında. Bunun tersi de tabi engellemek. Kitabımda da sözkonusu ettiğim bir "pireler" hadisesi var. Bilim adamları incelemişler. Bir pire bir zıplayışta 70 cm. zıplayabiliyor. Bunu 25 cm.lik başka bir kavanozun içine koyuyorlar. Aynı pire zıplayıp yukarı çarpıp düşüyor. Bir süre sonra canı yanıyor ve 24 cm. zıplamaya başlıyor. Ama bir süre sonra, 25cm. zıplayabileceği o kapağı da açarsanız, pirenin yine 24 cm. zıpladığını görüyorsunuz. Yani onu engellemekle aslında onun kabiliyetlerini katlettiğinizi fark ediyorsunuz. Onun için küçük şehirde yaşıyor olmam çok önemli bir şey. Büyük şehirde İstanbul'da yaşasaydım, koşamayacaktım, spor yapamayacaktım. Mesela Ford kamyona çarpmam bile büyük bir fırsattı benim için. Yoksa nereden bilecektim, ona çarpmamam gerektiğini… Kabiliyetlerin yolunun açılması açısından fırsat vermek çok önemlidir. Fırsat verme eşittir fırsat verecek zihne sahip olmak... Fırsat verecek zihne sahip olmazsanız fırsat da vermezsiniz insanlara. Babam mesela, İlkokulu bile bitirmemiş adam. Bana harfleri söylerdi. C,U,M,A, ne bu oğlum, Cuma… gibi. Böyle harfleri söylerdi bana da . O söylerdi ki, ben de söyleyeyim. Bu derece az bilirdi babam. Cenab-ı Hakk'ın onun kanalıyla bana gönderdiği çok büyük bir lütuf vermiş Cenab-ı Hak bana.

FEYZ: Altı çocuklu bir ailenin âmâ ve en küçük çocuğusunuz. Ve tabir yerindeyse Boğaziçi gibi imtiyazlı bir yeri kazanarak geliyorsunuz. Buna babanızın davranış biçiminin rolü büyük…

HALİS KURALAY: Babama "Yahu Ramazan, sen bu çocuğa bakamayacak mısın da küçücük çocuğu Çanakkale'den çıkarıp yatılı okula İstanbul'a gönderiyorsun!." Biz, büyük kızımı bu yaz izcilik kampına göndermiştik. Öyle ızdırap oldu ki, öyle zor oldu ki bizim için… O yüzden babamın ve annenin halini biraz anlayabiliyorum. Üstelik ağır laf etmişler, ona rağmen… "Sen bir çocuğa bakamıyor musun da gönderiyorsun…" Yani bunun altında yatan gizli şey şu; "Bu çocuğu göndersen ne olur, göndermesen ne olur. Ne köy olur ne kasaba bu çocuktan. Sen bakamıyorsun da o yüzden gönderiyorsun…" Kendime bunu söyleteceğime, göndermemeyi tercih edeyim, göndermeyivereyim olsun bitsin demek daha kolaydı olurdu o şartlarda… O ise "Hayır" demiş, "Kim ne derse desin bu çocuk okusun" demiş ve bugün ben bu noktalarda isem eğer, dergilerde röportaj yapabiliyorsam, evlenip çoluk çocuğa karışabilmişsem eğer, Milli eğitimde böyle bir görevi dört yıldır devam ettirebiliyorsam, eminim buralardan kazanılmış şeylerin önemli bir kısmı babama gider diye düşünüyorum.

FEYZ: Kitapta hem siz hem çevre konuşuluyor. Vurgulu bir kitap olmuş… Farklılık konusunu biraz açarsanız iyi olur. "El üstünde tutulmak ya da dışlanmak farklı olanların kaderidir. Birçok güzellik, farklılıkların kıyaslanmasıyla gün yüzüne çıkar. Fakat farklılık, çoğunluğun ve azınlığın durumuna göre belli olur" diyorsunuz. Bunu insanların fark etmesi güzel… Konumuz açısından biraz açar mısınız?

HALİS KURALAY: İnsan farklılıklarla kendi doğallığını kavrar belki. Sıcak olmazsa soğuğun kıymetini anlayamazsınız. Ya da soğuk olmazsa sıcağın kıymetini. Kuraklık olmazsa yağmurun kadri kıymeti anlaşılmıyor. Mesela görmemek gibi bir şeyle dünyada karşılaşmazlarsa, kendilerindeki görmenin de kıymetini anlamıyorlar, farkedemiyorlar. Veya siz hayatta "X" türlü davranıyorsunuz ve sadece böyle davranılabileceğini düşünüyorsunuz, bir başka türlü davranılabileceğini düşünemiyorsunuz. Ama bir başka yolu da bulunuyor mutlaka. Mesela üniversitede iken çay yapıcaz odada. Çaydanlığımız, şekerimiz, ocağımız var, bardağımız, çayımız var, ama bir de bakıyorsunuz ki, kaşığınız yok… Kaşığımız yok. Peki ne yapacaz de-yince, birisi, "tamam çözdüm" deyip, kendi diş fırçasının sapıyla karıştırıveriyordu şekeri... Hiç akla gelmeyecek bir yöntem… Yine evde iki tane cep telefonu vardı. Renkleri de tıpatıp aynı. Farklı renkler de olabilir ama benim için aynı. Evdekiler bunu ayırt edemeyince, onun kenarında minicik, benim fark edebileceğim bir özellik bulup, onu fark etmek bana düşüyor. Diyelim evde diş fırçasını ayırt etmek için, -renkleri farklı ama benim için bir önemi yok- onun tepesine bir çentik atabiliyorsunuz. Yani önemli olan, bu iş yapılmalı derseniz eğer, yapılabileceğine inancınız da tamsa, çözüm bulunabiliyor. "Çoban isterse tekeden süt sağar" derler ya… Benim için çok sıradan şeyler bunlar.

FEYZ: Evet engeller takılıp kalmamız için değil, aşmamız için konulmuştur...

Halis Kuralay Bey'le bunları konuştuk. Halis Hoca'yla birlikte ailesi, çocukları vardı. "Aileniz ve sizler, biraz bahseder misiniz?" sorusunu yönelttik. "Hocam, görüyorum ki çok donanımlı bir insan… Sizin düşünceleriniz nelerdir" dedik eşine... Eşinin de iki yeni kitabı olduğunu öğrendiğimizde, Halis Hoca espiriyi patlatmıştı çoktan… "Ben bu sıralar, her başarılı kadının arkasında bir erkek vardır diyorum." Eşinin kitabı "Bilimin eğlenceli dünyası" Anne babaların, çocuklarıyla beraber yapabileceği deneylerden oluşuyor. Eşi de Kimyager… Başlangıçta çocuklarla birlikte evde yaparak başladıkları çalışmaları, daha sonra çeşitli atölye çalışmalarına dönüştürmüşler. Çilek Yayınlarında çıkmış kitabı…

Hakikaten mutlu bir aile, mümin insanlar…

Evet, sonuç olarak, Senai Demirci Bey'in deyimiyle; "Halis Kuralay'ın ‘Kapalı Penceresi'nden gördükleri ve tanık olmamıza çağırdıkları, biz görenlerin göremediği şeylerdir. Hayatın telaşı içinde, hemen gözümüzü çevirir çevirmez görebilir olmanın rahatlığı içinde gözden kaçırdığımız detaylar, onun görmeyen gözlerini telafi etmek için sıyırıp aldıkları inceliklerdir.

Halis'in ‘Kapalı Penceresi' böylece bir üçüncü göz kazandırır bize. Gözlerimizi açar."

Röportaj; Ahmet EMRE