Muhsin Yazıcıoğlu'na Buruk Veda (1954 - 2009)
Yazıcıoğlu 25 Mart 2009 günü seçim çalışmalarını yürütmek üzere kiralanan özel bir firmaya ait helikopterle Kahramanmaraş'ın Çağlayancerit İlçesi'nden Yozgat'ın Yerköy İlçesi'ne giderken kaza geçirdi ve helikopteri düştü. Siyasi görüşünün dışındakilerle bile kollektif bir ruhla gönüllerde sevgi tahtı kurulmuştu onun için. Bundan dolayıdır ki, vefatı acı ve gözyaşı bıraktı sinelerde…
Her türlü zor şartlarda bile tebessümü yüzünden eksik olmadı. Bu dava adamı yedi buçuk sene cezaevinde kaldı. O "Ben bir kuşağı temsil ediyorum, bir dönemin mağduru, bir dönemin mazlumuyum." dediği içinde bulunduğu dönem hakkında çektikleri sıkıntıları kendi ifadeleri ile şöyle ifade etti; "…Mamak Cezaevi'nde ‘kafes' diye bir yer var. Üç tarafı demir parmaklıklarla çevrili. Biz de girdik o kafese. Her hareket için izin almak zorundasınız. İzinsiz oturduğunuz için coplanıyorsunuz. İster bir kişi ol, ister yirmi kişi, belli saatlerce ‘kalk, rahat, hazır ol, yerinde say, uygun adım marş.' Kafesin içinde dört dönüyorsunuz. Ayağını şaşırttın. "Gel bakayım", dayak. "Niye gözüme baktın? Tavana bakacaksın" dayak. Solcular da, ülkücüler de aynı kafeste. Konuşmak yasak. Kesinlikle, sağına soluna bakamıyorsun. Sadece önüne bakacaksın. Çağrıldığın zaman tavana bakarak gideceksin…"
"…Ben cezaevinde arkadaşlara yazı yazın, şiir yazın dedim. Bir kompozisyon yarışması verdim. Orada kader konusunu inceleyeceksiniz dedim. Cezaevindeki arkadaşlarımız içersinden edebiyatçı, şair, roman yazarı çıkmalı. Bunları yalnız onlar yazabilir. Ancak, tevekküle sahip olan birisinin acılarını dışarıya yansıtabilmesi, o acılarından şikâyet ederek bir roman, bir hikaye, bir şiir çıkartması son derece zordur..."
…Yedi buçuk sene kaldım içerde. Zeki Kaman, beni ilk yakalayan komiser haber gönderdi, "Kesinlikle ben işkence yapmadım. Dürüst Oktay yaptı" diye. Dürüst Oktay haber gönderdi bazı kişilerle, "Ben yapmadım, Zeki Kaman'lar yaptı" diye. İkisi de birbirlerini suçladılar. Sonra Zeki Kaman gece rüyasına girdiğimi, çocuklarını okula gönderemediğini, korktuğunu, kesinlikle ilgisinin olmadığını söyledi. Ben de "Biz hukuk dışında asla bir şey düşünmeyiz. Çocuklarına yönelik en küçük bir kaygı içerisinde bulunmamalıdır. Çocukları okullarına gitsin." diye haber gönderdim. Ama herhalde vicdanı çok rahat etmedi, bir trafik kazasında çok ciddi şekilde ağır yaralandı, arkasından da, vefat ettiğini duydum…"
"…Türkiye'de de herhalde sorgulama metotları ile ilgili eğitimi bizimkiler biraz dışarıdan alıyor. 12 Eylül öncesinde sağcıları sorgulamak üzere özel bir grup, solcuları sorgulamak üzere özel bir grup oluşturulmuştu. İhtilalden sonra da Ankara'da solcular başka bir yerde sorgulandı, sağcılar Mamak'ta C 5'te sorgulandı. Başka yerlerde de benzeri şeyler yapıldı. Onun için ülkücülerle ilgili görevlendirilmiş polislerde ideolojik husumet de arandı. O bakımdan tesadüfen seçilmiş kişiler olduğu kanaatinde değilim. İşkenceci portresini, işkencecinin kendisine tarif ettirmek lazım. Yani bu her insanın yapabileceği bir iş değil. "Ben kamu görevlisiyim, bana söyleneni yapıyorum" diyemez bir insan. Akşam gidince nasıl çocuklarıyla oturacak, nasıl yemek yiyecek? Yani sağlıklı oldukları kanaatinde değilim. Eğer bütün yaptıklarına rağmen sağlıklı kalabildiyse o zaman bir arıza var onda demektir..."
"…Ben kalkıyorum, seccademi seriyorum. Namaza durduğumda başka bir âleme gidiyorum, burada yaşamıyorum. Beni tedavi eden böyle bir avantajım var. Bu da ruhi tedavi imkânı veriyor bize. Dolayısıyla bu ağır travmaya rağmen, hem bedenen, hem de ruhen sağlıklı kaldığımı düşünüyorum..."
Onun yaşadıkları nasıl bir ruh hali, nasıl güçlü bir irade, buna kaç yiğit dayanır? Hayata ve insanlara küsmeden memleket sevdalısı olarak yoluna devam eder. Vatanını sever, milletini sever ama ırkçı değildir. Bu toprakların insanlarını sever ve sayar, ırkçılık belasına düşmeden. Bu ne kadar önemli…
O, gençlerin ismini ‘Alperen' koymuştur. Velileri sever ve saygı duyar. Yani bizden biri, sanki mahallemizden, sanki her zaman gittiğimiz cami müdavimi birisi. Toplumla barışık yerli yerinde bir demokrasiyi savunan ve büyük acılar çekmiş biri olarak darbe karşıtı güçlü bir Türkiye hayal eden bir dava adamı. Ona siyasetçi demek nedense içimden hiç ama hiç gelmiyor. Uzlaşmadan uzak, kendisini ayrıcalıklı gören, yani bi bakıma alışıla gelmiş siyasetçilerin aksine; köle efendi ilişkisine benzer bir anlayışın karşısında duran bir adam. Karşı görüş tarafından bile böyle saygı ile anılmak her insana nasip olmaz. Bu durum açıkça gösteriyor ki, o dik durdu ve düzgün yaşadı. Kendi tabiri ile ‘üç günlük dünyada bu kadar fırıldak olmaya değmez' derdi ve öyle yaşardı. Siyasetin iki yüzlülüğü ve entrikaları ona her zaman ters geldi. Ama bu vatan için onurlu mücadelesini de hiçbir zaman bırakmadı. Bu vatan hakkında hain planlar kuranlar onu göz ardı edemediler. Güç odakları ile gizli anlaşmalar yapmadı. Halk bunu gördü ve onu sevdi. O sadece bir oy peşinde değildi ve bunu da şöyle ifade etmişti; "Bizi seven herkes oy verse, karşımızda hiçbir parti iktidar olamaz."
Kendisi ile en son Marmara FM de görüşmüştük Feyz Dergisi'ni eline alınca "Bizim Feyz" diyerek eline aldı. Yüzü mütebbessimdi.
Sanki 1991 yılında Feyz dergisi'nde kendisi ile yapılan röportaj geldi gözünün önüne. Kısa ve sıcak sohbetin ardından ayrıldık…
Nasıl oldu gerçekten biz de anlamadık… İsmail Güneş'in telefon konuşması aklımızdan çıkmıyor; "Hala tespit edemediniz mi yerimizi?" "Burası çok soğuk!..." Nasıl olur da yerini tespit edemezler. Hani cep telefonu ile anında bulabiliyorlardı…
Bir iyi haber bekliyorduk ama olmadı. Onun için içimiz yanıyor.
Aklım mantığım almıyor nasıl olur da günlerce aramadan sonra kaza yerine ulaşılamıyor. Onun devlet töreni ile uğurlanmasında da başlar büküktü, mahcuptu gözler. Keş dağlarında bir çarşaf gibi uzanmış beyaz karlar üzerine yatan Muhsin Yazıcıoğlu'nu bulamadılar. Döngel dağlarından dönemedi…
Gazeteci Mehmet Ali BULUT bize sevinçli bir haber yazdı. "Bir dostum aradı, aramaların yapıldığı ikinci günün sabahında… Dedi ki, "Abi büyük ihtimalle Muhsin kardeş gitti." "Nereden biliyorsun?" dedim. Şöyle dedi: "Gece saat üç gibi rüyama girdi. Sağ yumruğunu havaya kaldırmış, bir çocuk saflığı ve coşkusuyla "Şehid oldum ben şehid" dedi. Yataktan sıçradım. Baktım ki rüya imiş "
Bu rüya bir müjde olsa gerek, ızdırapla yaşaran gözlere… Kaç milyon insanın, annenin, bacının, kardeşin yüreği acımıştır, Muhsin Bey'in annesi, bacıları, eşi ve çocukları gibi...
Meclis bahçesinden tekbirlerle uğurlandı. Geçmişte ona çileler çektiren devletten, bu gün mecliste cenaze töreni düzenleyen devlete. Nereden nereye… Çünkü Muhsin Başkan küsmedi, küstürmedi…
Onu sevenler, kaza haberi duyulduktan sonraki her açıklamalarında "Kader" limanına sığındılar. Ölüm virajlarını döne döne gelen ve bedel ödemiş liderin arkadaşları, ancak "Kader"e sığınarak yaşar ve her acıyı, ancak kadere sığınarak hazmederlerdi. Nitekim de öyle oldu.
Muhsin Yazıcıoğlu geçmişte, cenaze törenine çelenk gönderilmemesini, bunun yerine hayır kurumlarına bağışta bulunulmasını istemişti. Velilerin sevdalısı olan Yazıcıoğlu Taceddin Dergahı'nda ebedi istirahatgahına çekildi. İçimiz yanıyor ama sabr-ı cemil en güzelidir. Adam gibi adam, dürüst insan, saygıdeğer Muhsin Yazicioğlu'nu kaybettik. Sevenlerine ailesine ve Türk milletine sabır diliyorum. Allah mekanını cennet eylesin. Bu dünyada çok dert ve acı çektin, her halinle dünyanın geçici olduğunu haykırdın, bence en güzel dersi verdin insanlığa...
Tok yaşadın, tok öldün…
Eminim ki seni sevenler duasız ve fatihasız bırakmazlar, sevgili ‘Muhsin Başkan…'
Feyz Dergisi Nisan 2009, 214. Sayı