Ekonomi ilminde insan ve dünya kaynakları bağlamında iki farklı tez ileri sürülür; Nedret ve Fevret Teorileri. Nedret Teorisi, dünya kaynaklarının sınırlı olduğunu, her şeyin herkese yetmeyeceğini savunurken; Fevret Tezi uçsuz bucaksız bir zenginlikten, her insanın ihtiyaçlarının rahatlıkla karşılanabileceğinden, dünyanın henüz bakir olduğundan ve gelecekte teknik imkanların devreye girmesiyle tüm insanların istisnasız bolluk içinde yaşamalarının mümkün olduğundan dem vurur. Bu arada söz konusu teorilerin günümüzden 80-90 yıl önce ileri sürüldüğünü de göz önünde bulunduralım. (O zamanlar tıp dünyası da sigaranın insan için yararlı olduğunu söylemekteydi!). Tahsil hayatının on yılını ticaret, iktisat ve işletme dallarında itmam eden bu fakir de Fevret teorisini savunarak; “Sonsuz sayıda insan olsa, sonsuz ihtiyaçları olsa ve sonsuza kadar yaşasalar dünya kaynakları hepsine de yeter!” diye düşünmekteydi. Ancak bir zaman sonra ihtida eyleyip İslamî referansları düstur edindiğimde bunun böyle olmadığını anladım. Meğer ben Fevret teorisinin doğru olduğunu düşünürken dünyayı değil cenneti ölçü alıyormuşum! İlerleyen zaman, vahşi kapitalizmin tüyler ürperten kar maksimizasyon hırsının dünyayı nasıl bir felakete doğru sürüklediğini gözler önüne serdi. Nedret tezi tek başına kaldı! O artık bir tez değil; gerçek!
Bizlere, çok üretimin çok istihdam yaratacağı söylenmişti. Kulağa hoş geliyordu işin doğrusu. Ancak bu ikisinin gerçekleşmesi için de kitlelere çok tüketme duygusunun empoze edilmesi gerekiyordu. Tüketmek! Ne kadar acımasız bir kavram! Kapitalizmin global iktisat teknokratları; kitleler tüketmek istemese de zorla tükettirmek, başka bir ifadeyle insanları tüketim tutkunu, tüketim mahkûmu yapma temelinde çalışırlar. Dünyanın üç büyük ekonomi devi; petrol, otomotiv ve silah sanayi olarak bilinir. Zorla petrol kullandırırlar, istemesek de altımıza otomobil verirler, tehdit ve şantajla silah satarlar. Hele bir alma da bak bakalım başına ne felaketler geliyor! Ancak bu devlerin teslim ettiği bir başka gerçek daha vardır. Onlar kendilerinin tepesinde Hollywood denilen bir sektörün bulunduğunu ve onun etkinliği sayesinde varlıklarını sürdürebildiklerini söylerler. Masum bir eğlence sektörü gibi faaliyet sürdüren Hollywood aslında devletlerin ve dolayısıyla toplumların tüketim dürtüsünü körükleyen bir beyin yıkama merkezi gibi çalışır. Yetinen İnsan’dan Tüketen İnsan’a!… Operasyon bu amacın gerçekleşmesi üzerine kuruludur. Üretilmiş şekil verilmiş her ihtiyaç malzemesi için bir maliyet oluşur ve belirli oranda bir dünya kaynağı tüketilir. Hammadde, araç-gereç, su, elektrik, doğalgaz, kömür, emek vs… Tedavülden kaldırdığımız tüm mamüllerin geri dönüşümü için de yine, yeni kaynaklar -ayrıca- tüketilir. Bu nedenle sahip olduğumuz her mamülü kaldırıp atmak yerine son kertesine kadar kullanmamız gerekir. Heyhat, bu yetinme ve kanaat düsturunu uygulama sahasına sokmak, elde olmayan nedenlerle pek de kolay değildir. Hollywood merkezli moda, reklam ve dizayn kuruluşları tüketim dürtüsünü masum mekanlarımız olan evlerimizin içine kadar sokmuştur. Bizlere mobilyalarımızın demode olduğu, yün halı nakışlarının gözümüzü yorduğu, çamaşır makinasının miadını doldurduğu söylenecektir. Mağazalardaki son sürüm ürünleri izleyen eşimiz, evdeki birtakım eşyaların varlığından huzursuz olduğunu ve artık birçoğunun değişim vaktinin geldiğini dillendirecektir. Bazen de üretim kuruluşları yedek parça üretmeyerek, servis bakım işlerine son vererek bizleri tüketime zorlayacaktır. Otomotiv sektörleri yasal dayanaklar temin ederek neler yaparlar neler! Bu saydıklarımız maliki bulunduğumuz mamülleri gönüllü veya gönülsüz olarak elimizden çıkarmamıza yönelik taktiklerdir. Bir de yenisini almayı planladığımız ürünlerle ilgili oyunlar var. Bir uzman konferansta, seramik ve cam eşyaların, birçok tekstil ürünlerinin imalatı tamamlandıktan sonra son olarak bir yıpratma operasyonuna tabi tutulduğunu ve bilahare piyasaya sürüldüğünü anlatmıştı. Aslında züccaciyenin kırılmasının mümkün olmadığı, giysilerin de elli yıl giyilebileceği bilinir. Mesela kâr marjını yüksek tutmak için sebze, meyve ve birtakım toprak mahsüllerinin fazlasının denizlere dökülerek imha edildiğini hepimiz biliriz. Çünkü az ürünü pahalıya satmak, çok ürünü ucuza satmaktan daha kârlıdır!
Rabbimiz Araf suresi 31. ayette “Yiyin, için fakat israf etmeyin! Çünkü Allah israf edenleri asla sevmez.” buyurur. Sevilmemek; sevilmekten elde edilen nimet, ikram ve güzelliklerden mahrum bırakılmak gibi büyük bir felakete işaret eder. Sevmemek Allah’ın pasif veya nötr bir temennisi değildir; ağır bedeller ve yaptırımlar ihtiva eder. Tüm iktisadi doktrin ve tezlerin, teknik analizlerin, arz/talep muhasebelerinin ifade etmek istediği şey, tek bir cümleyle özetlenebilir; israf haramdır!... Allah, dünya kaynaklarının baş düşmanı olan, yüksek kâr marjından başka bir şey düşünmeyen gözü dönmüş vahşi kapitalistleri sevmez. En başta onu sevmez de; Afrika’lı bir bardak temiz içme suyu bulamazken, doldurduğu küvette köpük banyosu sefası süren Türk’ü de sevmez. Beş kuruşluk contayı su sızdıran musluğa takmaya üşenen sorumsuz adamı da sevmez. Su elektrikten kıymetlidir. Temiz içme suyu elde etmenin maliyeti sanıldığından çok yüksektir. Ayrıca elektriği içemezsiniz! İhtiyaçlar hiyerarşisinde öncelik suyun ve ekmeğindir. Tüm dünya dillerinde ekmek sözcüğü yemek yerine ikame olunur. Afrika’da, Orta Asya’da obez yoktur. Obezite gelişmiş ülkelerin hastalığıdır. Yeryüzündeki bir milyar obez, iki milyar insanın doyacağı miktarda yemek yerken, bir milyar insan açlıktan kıvranmaktadır. Gelsin aperatifler! Ardından çorba türevleri! Sonra ara sıcaklar, daha sonra ana yemek ve nihayet tatlı çeşitleri! Bunu, yemek sonrasında içecek menüsü ve nihayet meyve faslı izleyecektir. Bu şükürsüz tıkınmalar “yiyin, için” müsadesiyle cevaz verilen beslenme biçimi değil, İlahi Gazab’a düçar olan Antik Roma halkının ziyafetlerini kıskandıracak bir boğaz şehvetidir. Hastalığı istisna tutarak söyleyelim ki Rabbimiz, yağ fıçısına dönüşmüş, sömürmüş ve semirmiş bedbahtları da sevmez. Materyalizme göre gelişmiş ülke olmanın temel kıstası çok tüketmektir. Kişi başına tüketilen yiyecek, içecek, harcanan enerji miktarı fazla ise ne mutlu size! Gelişmiş bir ülkede yaşıyorsunuz demektir! Bu arada Dünya’nın kirlenmesi; eko sistemin bozulmasını, türlerin yok olmasını, besin zincirinin bozulmasını ve klorofloro karbon salınımı nedeniyle sera etkisinin oluşmasını hızlandırıyor. Arz ısınıyor, bu da buzulların öngörülemeyen bir ivmeyle erimesine neden oluyor. Kyoto Sözleşmesine ABD imza koymayarak “Ben Dünya’yı kirletmeye devam edeceğim!” derken, anlaşmayı onaylayanlar “İmza atalım da kirletmeye devam edelim!” mantığıyla hareket ediyorlar. İçini, dışını, çevresini ve zengin-fakir hepimizin ortak yaşam alanı olan biricik hayat kaynağımızı, dünyamızı kirletenleri de Allah sevmez!
İkinci paragrafta istihsal-istihdam ilişkisinden ve bunların ana sâiki olarak gösterilen tüketimden bahsetmiştik. Kapitalist mantığa göre bu üçlü korelasyon müteselsil olarak birbirini tetikleyecek ve çoğaltacaktı. Böylece piyasa çarkı da tıkır tıkır işleyecekti. Peki öyle mi oldu?
Çok üretim, gelecek kuşaklara da ait olan dünya hammadde ve enerji rezervlerinin gününden evvel tükeneceğinin işaretini verdi. Kolonici emperyalistler “Erken terk etmişiz!” diyerek eski sömürgelerine geri dönüyorlar. Son düzlüğe girilirken denizler, Ortadoğu ve Hazar Bölgesi başta olmak üzere, son petrol rezervleri için son pozisyonlar da alınıyor.
İstihdam oluşacağı beklenirken zaman içerisinde insanın yerini makine ve robotlar almaya başladı. İnsanlar kapı önüne konuyor artık. Robotik makinalar hiçbir sendikal hak iddia etmeksizin üç vardiya çalışıyor. (Bu realite kapitalist felsefeye de uygundur, çünkü o vahşi düşünce formatında insan zaten varlık dünyasının merkezinde değildir.)
Çok tüketim dürtüsü, doyumsuz ve bir o kadar da mutsuz olan insan tipini türetti. İnsan yalnızca enerji ve doğal rezervleri değil umutları, evlilikleri, mutlulukları, bedensel değerleri, dostlukları, aşkları, sağlığı, gençliği, güzelliği, milli ve manevi değerleri, velhasıl sahip olduğu her kıymeti de büyük bir hızla tüketiyor.
Şuursuzca saçıp savurduğumuz değerlerden biri de zaman… Zaman, geri dönüşümü henüz icat edilmemiş yegâne cevherdir. Tagor “Boş zaman yoktur; zamanı boşa geçirenler ve onların başına gelen musibetler vardır!” der. “Zaman öldürmek!” diye ifade edilen deyimi hepimiz biliriz. Bilakis zaman; yaşatılması, nakış nakış dokunması, içi doldurulması gereken bir mefhumdur. Zamanı boşa geçiren müsriflerin geriye dönüp baktıklarında anlatacak hatıraları olmadığını görürüz. Zaten ihtiyarlık kapıyı çaldığında boş zamanlar da büsbütün artıp çoğalacaktır. Hayatı kolaylaştıran teknolojik yenilikler bize boş zaman kazandırırlar. Peki elde edilen bu boş zamanı televizyon, internet oyunları ve benzeri uğraşlarla tüketmek akıl kârı mıdır? Velhasıl Yüce Rabbimiz zaman katili müsrifleri sevmediği gibi boşa tüketilen nefeslerin hesabını da tek tek sorar.
Ekonomi doktrinleri iktisattaki çoklu değişkenler nedeniyle çoğu zaman felsefi görüşlere istinat eder. Deprem uzmanları gibi onlar da gerçekleşmiş istatistik ve sayısal verileri kullanarak tahminlerde bulunmaya çalışırlar. Grafikler, çan eğrileri, paraboller, iktisadi analizler çoğu zaman doğru tespitlere dayansa da pratikte vahşi kapitalizmin dayatmaları geçerli olduğu için bu müsbet bilgiler de bir işe yaramazlar. Bu durumu teyit etmek üzere öğrencilere derslerde anlatılan klişe bir iktisatçı fıkrası vardır: İki araştırmacı bir balonla keşif turuna çıkmışlar. Bir hayli uçtuktan sonra rotaları bozulmuş ve hiç bilmedikleri, tanımadıkları ıssız mıntıkalara sürüklenmişler. Derken bir deniz kenarında yalnız başına güneşlenen bir adam görmüşler. Araştırmacının biri kumsalda yatan adama “Hey hemşerim! Biz şu anda nerdeyiz?” diye yüksek sesle bağırmış. Adam yattığı yerden doğrulmuş, güneş gözlüğünü çıkararak yukardakilere seslenmiş: “Balondasınız!...” Balondakiler şaşkınlıkla birbirlerine bakmışlar. Biri diğerine “Aşağıdaki adam iktisatçı galiba!” demiş. Diğeri merakla sormuş: “Nerden anladın?” Öteki cevap vermiş: “Baksana! Söylediği doğru ama hiçbir işe yaramıyor!...”
Konuyu dramatik gerçeklerle toparlamaya çalışalım. İktisadi analistlerin son açıklamalarına göre dünya kaynaklarının 1/3’ü tükenmiş bulunuyor. Güzel! Demek ki daha 2/3’lük bir kaynak rezervi mevcut diye teselli bulabiliriz. Ama ortada anormal bir durum var. Şöyle ki; kullanılmış olan 1/3’lük dilimin % 90’ı, 1995-2012 yılları arasında yani son 17 yılda tüketilmiş! İnsanın kanını donduran bu tabloyu şöyle de okuyabiliriz: Hz. Adem’den 1995 yılına kadar yaşamsal kaynaklara neredeyse hiç dokunulmamış! Bu verilere göre geleceğe yönelik bir orantı kurulacak olursa 2012’den 34 yıl sonra yaşamsal kaynakların tamamen tükeneceği öngörülebilir. Fakat ne yazık ki tüketim ivmesi nedeniyle böylesine iyimser ve masum bir orantı hesabı kurmamız da mümkün değil! Vahşi kapitalizmin kontrolündeki ekonomik etkinlikler, iktisadi genişlemeler tüketim ivmesini ultra hızla öyle sıçratıyor ki 2046 yılında değil tüm kaynakların tükenmesi, bu dünya gibi iki dünyaya daha ihtiyacımız olduğu anlaşılıyor! Demek ki sonun başlangıcı 2046 değil, Allahu âlem daha yakınlarda! En iyimser tahminle bu tarihi bir on yıl daha geriye çekmemiz gerekecek. Tarih koordinatlarının tespiti pek de o kadar önemli değildir. Üç aşağı beş yukarı zaman nasıl olsa gelip geçecek ve akibet kapıya dayanacaktır. Mühim olan romantik ve seküler bir ateist saflığına düşmeden tehlikeyi ciddiye almaktır; çıkış kapısına yaklaşırken toparlanmak, hazırlanmaktır. Geçenlerde Çekirdek Fizikçisi Hawking “Bu gezegenden çıkmak zorundayız, yeni bir gezegene taşınmak için çalışmaları hızlandırın!” mealinde bir saptamada bulundu. Nasa yetkilileri tebessüm etmekle yetindiler! “Emriniz olur efendim! Derhal!” demediler, diyemediler; çünkü ufukta böyle bir gemi yoktur! Kızılderili bilge Seatle “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda ve son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak!” der. Sözün kısası toprak, hava, su, enerji; doğanın dört temel elementini de berbat ettik, vesselam!
Kıyametin de bu ivmeler nedeniyle ansızın geleceğini biliyoruz. Acizane değerlendirmeye tabi tuttuğumuz bu iktisadi tahlilleri kozmik, biyolojik, sosyolojik, psikolojik alanlara irca etmek ve bu alanlarda da anormal yükselişler, ivmeler gösteren grafikleri tespit etmek mümkün. Freni patlayarak yokuş aşağı hız kazanan bir araç misali, iktisadi hayatımızın dışındaki alanlarda da felaketin ayak seslerini işitebiliriz. Bu, zamanı daraltan ivmeler, Deccal, Hz. Mehdi ve Hz. İsa’nın zuhurunu da günümüze yaklaştırıyor. Sanırım kısa zamanda çok şeyler göreceğiz! Tüketim tutkunlarının imtihan edileceği en büyük İlâhi Mekir Deccal’dir. O en son ve en tehlikeli promosyoncudur. Bedava dağıttıkları ile kendi tanıtımını yapar. Doğru Haberci (sas), toplumların ekseriyetini teşkil eden cahil ve akılsız kimselerin, dağıttıklarını kapışmak için birbirlerini tepeleyerek Deccal’e koşacaklarını bildirir. Kuşa darı gösterilir de kalbura bağlı ip düzeneği gösterilmez! Yeni nesli, ulûhiyet iddiasında bulunan Deccal’in fitnesinden korumak için öncelikle Rabbimiz’in zâtî ve subûtî sıfatları konusunda donanımlı kılmak gerekiyor. Sâniyen, bedeli ödenmeyen hiçbir şeyi asla kabul etmemeleri gerektiği, beleşçi-bedavacı bir yaşam tarzı vâdedenlerin her hâlükarda kötülüğe hizmet ettikleri ve promosyonların, oltanın ucuna takılmış tehlikeli yemlerden başka bir şey olmadığı öğretilmeli. Yetinmekle mutlu, tüketmekle bedbaht olacakları kafalarına iyice sokulmalı.
Bu fakir misali, uzmanlık alanı cehalet olan kimseler genellikle böyle kötümser tablolar çizerler. Binaenaleyh serdedilen bu âfâki sözlerde de isabet oranının yüksek olmadığı pekala düşünülebilir. Tarihin seyri içinde bu fani dünyadan felaket tellallığı yapan nice kehanet düşkünü paranoyak gelip geçmiş, hiçbirinin hezeyanı doğru çıkmamıştır. Öyledir zira hiçbir kehanet, hiçbir herze, rakamsal verilere ve istatistik bilgilere istinat etmezler. Öte yandan çocuklarımızın, torunlarımızın uzun yıllar yaşaması, bu dünyadan murat alması, soyumuzu devam ettirecek olmaları hepimizin yegâne hayali ve arzusudur. Beklentimiz böyle olmakla birlikte kıyamet denilen ve dünya hayatını sonsuza kadar termine edecek olan muazzam felaket de illa ki birilerinin çocukları, torunları üzerine kopacaktır. Maalesef bu birilerinin bizim neslimiz olmaması için de hiçbir geçerli gerekçe, hiçbir hafifletici neden yoktur!