Hakikatten Firar Edenlerin Maskesi

Hakikatten firar edenlerin maskesi: zamanımızın en müştehir, en sığ müdafaalarından biridir. Bu cümle, hakikat karşısında siper arayan nefsin, telaş içinde bulduğu ucuz bir kalkandır. Kalbiyle yüzleşemeyenler, kendisine uzatılan aynayı kırarak kurtulduğunu zanneder. Hâlbuki herkes bilir ki bir başkasının günahı senin günahını tahfif etmez. Benim hatam senin hatanı meşru kılmaz. Amellerimiz ayrı defterlere kaydolur, mizanda kefelerimiz ayrı tartılır. Bu söz, bir hakikati reddetmenin değil, ondan firar etmenin ifadesidir. Fikrî cesaret yerine şahsî saldırıyı tercih etmektir. Muhatabın sözünü çürütmeye delil bulamayan, onun şahsını hedef alır. Bu, aklî istikameti olmayanların müracaat ettiği basit bir hiledir. Psikolojide buna “whataboutism” derler, Kur’an lisanında ise bu, nasihati inkâr tavrıdır. Nitekim tarih boyunca inatçı kavimler peygamberlere “Sen de bizim gibi bir insansın” diyerek ilahî mesajı itibarsızlaştırmaya çalışmışlardır. Hakikati değil, taşıyıcısını tartışma konusu yapmışlardır. Netice? Onlar silinip gitmiş, hakikat baki kalmıştır. Korkunç bir mantık hatasıdır bu. Mantık felsefesinin en kaba safsatalarından biri olan ad hominem, özelde ise tu quoque denilen bu yöntem “itiraz eden de kusurlu ise itiraz hükümsüzdür” anlayışına dayanır. Hâlbuki hakikat, mübelliğin masumiyetine bakmadığı gibi doğru söz de sahibinin günahına göre kıymet kaybetmez. Formel olarak ifade edersek; eylem a günahtır, bu hükmü söyleyen b geçmişte c günahını işlemiştir, o hâlde a mazurdur. Bu netice aklen muhaldir, yani öncüllerden doğmaz. Bir kimsenin kusuru, başka bir kusuru iptal etmez. Ahlâk ile mantığın müşterek hükmü şudur: Hüküm, delile bakar; delilin taşıyıcısına değil. Mesele şahıstan ziyade, mîzandır. “Söz kimin?” sorusu, “Söz doğru mu?” sorusunun önüne geçtiğinde akıl devreden çıkar, nefis kumandayı alır. Bu yüzden “Senin hiç mi günahın yok?” diyen, hakikati tartmak yerine teraziyi yumruklar. Yumruk teraziyi bozar; fakat hakikatin ağırlığı yerinde durur. Zira hakikatin değeri, onu söyleyenin hâlinden anlaşılmaz, aklın ve fıtratın terazisinden anlaşılır. Akıl, fıtrat ve burhan ile İslâm’ın hakikatine bakıldığında ise netice açıktır: Âlemdeki varlıkların mümkün oluşu, imkân-vacib delilinin gösterdiği üzere zorunlu bir Varlık’ı, Vâcibü’l-Vücûd’u gerektirir. Hudûs deliliyle âlemin sonradan var olduğu, sonradan olanın ise ezelî bir Muhdis’e muhtaç bulunduğu sabittir. Gaye ve nizam delili, atomdan galaksiye kadar görülen hikmet ve ölçünün kör tesadüfle izah edilemeyeceğini, nizamın bir Nâzım’ı işaret ettiğini ortaya koyar. Ahlâk delili, insanın evrensel iyilik-kötülük şuurunun, bağlayıcı bir Şâri’ olmadan izah edilemeyeceğini gösterir. Kur’ân’ın icazı, korunmuşluğu, meydan okuyan tahaddîsi ve Hz. Muhammed’in sıdkı, emâneti, fetaneti de vahyin hakikatini tasdik eder. Demek ki hakikat, şahısların kusuruna bakmaz; kendi burhanıyla ayaktadır. Aklın hükmü açıktır: Delil varsa kabul, tereddüt varsa tahkik, kibir varsa tevbe edilir. Ve unutmayalım, mîzan günü “Senin hiç mi günahın yok?” cümlesi kimseyi kurtarmaz; kurtuluş, hakikati duyunca teslim olan kalbin payıdır.