Evrenin var oluşu... Bu konu daima insanların ilgisini çekti. Bu mevzu üzerine asırlarca konuşuldu, farklı teoriler ortaya atıldı. Mesela “durağan evren teorisi” bunlardan biriydi. Durağan evren teorisi maddenin ezelden beri mevcut olduğunu savunmakta idi. Lakin yapılan uzun ve kapsamlı araştırmalar ile maddenin bir başlangıcının olduğu ispatlanınca “durağan evren teorisi” tarihin tozlu raflarındaki yerini aldı.
Durağan evren teorisini tarihe gömen ‘Big Bang’ teorisi idi. Araştırmalardan elde edilen verilere göre evrenin bir başlangıcı vardır ve bu başlangıç Big Bang adı verilen patlama ile gerçekleşmiştir. Yani Big Bang’ten önce mekân, uzay, güneş, ay, yıldız, kısaca hiçbir şey yoktu. Sonsuz yoğunlukta ve sıfır hacmindeki bir noktanın patlaması ile müthiş hızla her tarafa dağılan maddelerden yıldızlar, güneşler, gezegenler meydana gelmiş, evren hızla genişlemiş ve büyümüş, sonra da zamanla soğuyarak şimdiki halini almıştır.
Bilimin ispatladığı bu teori aynı zamanda kâinatın yoktan var edildiğinin de delili olmuştur. Daha önce aksini savunan bilim adamlarının çoğu artık, “Güneş yoktu var oldu; mekân diye bir şey yoktu var oldu; hayvanat, nebatat, insan yoktu var oldu; kısacası kâinat yoktu var oldu.” diyebiliyorlar. Ki insanoğlu, yokken var olma hadisesine doğumlar vasıtasıyla her zaman şahit oluyor aslında. Biz ana babalarımızın hayatına yokluk sahnesinden ışınlandık, keza bizim evlatlarımız da öyle. Ve etrafımızda akrabanın eşin dostun evlatlarının varlığa teşriflerini de gördük.
Yok olan bir şeyin varlık sahnesine çıkması demek ise bir yaratanın var olması demek. Ve dünya üzerindeki yaşam tarzlarına baktığımızda yaratıcının sadece yaratmadığını, muazzam bir düzenle yarattığını görürüz. Her şey olması gerektiği yerde, olması gerektiği biçimdedir. Detaylar bize hiçbir şeyin körü körüne, tesadüfen olamayacağını gösterir. Atmosferdeki gazların oranı, Güneş’in Dünya’ya olan mesafesi, atmosferi oluşturan tabakaların sırası, kalınlığı, oksijen-karbondioksit dönüşümü, su döngüsü vs. kâinattaki nizama ve ahenge şahitlik eden birkaç örnek sadece.
Şimdi düşünün! Allah birçok farklı varlık vücuda getirmiş. Aynı formda yarattıklarını kendi içinde türlere cinslere ayırmış. Mesela karıncalar... Yaşadıkları yere ve iklime göre diğerlerine nazaran daha büyük olanları olduğu gibi daha küçük olanları da var. Zehirli olanları, zehirsiz olanları; işçisi, kraliçesi var. Lakin vücut yapıları yani formları aynı. Yani farklı cins karıncaları görmüş olsak, türünü bilmesek de biz onun karınca olduğunu biliriz. Tek bir tür karınca bile katrilyonlarca karınca demektir ve sanki bir kalıptan dökülmüşçesine hepsi de aynıdır. Türler farklılaştıkça sadece kalıplar bazen küçültülmüş bazen büyültülmüş. Ama karıncaların formu var olduklarından bu yana hiç değişmemiş. Kâinata bir bakarsak karıncaların yaratılışındaki bu muazzam tertibi her şeyde görmek mümkün.
Zaten Allah’ın yoktan var etmesi O’nun El-Hâlik, kusursuzca var etmesi ise El- Bâri isminin tezahürüdür. Mahlûkatın âzâ ve cihâzatlarına bir bakın... Birbirlerine ve kâinattaki umumi nizama, yaratılış gayelerine ne kadar da uyumlu yaratılmışlardır. Mesela ayak parmaklarımız elimizde, el parmaklarımız ayaklarımızda olsaydı ne el ne de ayak randımanlı kullanılabilirdi. Ya da dilimiz, ağzımızın içine sığmayacak kadar büyük olsaydı ne olurdu? Ağzın ve dilin, dişlerin uyumunun ne muntazam olduğu bunu düşününce ortaya çıkıyor. Vücudumuzda eklem diye bir şey olmasa idi nasıl olurdu? Bir odundan farkımız kalır mıydı? Bu, insanın kâinattaki yeri ve görevine uygun olur muydu? Ya da kulak, sesi alacak sistemle donatılmasa, göze mercekler yerleştirilmese, sesin, ışığın yaratılmasının manasını nasıl okuyacaktık? Bir yağmur damlasının şimdi olduğundan yirmi otuz kat daha büyük düştüğünü düşünün... Ağaçlarda yaprak kalır mıydı, yerde börtü böceğin hali nice olurdu?
Şu kısacık beyin jimnastiği ile bile Allah’ın her yarattığına bir hüviyet verdiğini ve bütün varlıkların hüviyetlerini kendilerine özel hususiyetlerle donattığını anlayabiliriz. Allah yaratmayı murat ettiğini, onu sadece biçimlendirerek değil kendine has suret vererek varlık sahnesine çıkarmış... (El-Musavvir) Bunu, insanı ele alarak biraz açalım. Allah beşeri, fizikî olarak aynı şekilde biçimlendirmiş... Kol, bacak, baş, gövde... Ciğerlerimiz, kalbimiz, beynimiz, böbreklerimiz... Bu açıdan baktığımızda diğerinin ötekinden farkı yok. Fark bizim hususi özeliklerimizde. Simamız, aklımız, kabiliyetlerimiz bizi hususileştirir. Bazılarında bu hususiyetler öyle belirgindir ki biz onlara “Bedrin Aslanları” deriz, “İkinci binin yenileyicisi” deriz, “Çağ açıp çağ kapattı” deriz. Bazıları icatlarıyla bazıları sanatlarıyla hususileşmiştir...
Ve inanan ya da inanmayan, insanlığa hizmette kendilerini gösterenlere baktığımızda bireysel çabanın önemini idrak etmek hiç de zor değil. Allah en çok da bireysel çabayı kullukta ortaya koymamızı ister bizden. Çünkü bize verilmiş olan tüm hususiyetlerin hedefinde “kul olma” ayrıcalığımız var. O halde Suret, varlığın kendisiyle nakışlanıp onu diğerlerinden ayıran şey ise, insana en yakışanı “kulluk” suretidir.