Sözde, kelamda tasarruf sahibi olmak. Sözlerin tacı "Edep" sözü, "söz"ün de edebidir aynı zamanda... Lisan-ı hal'in lisan-ı kal'den üstün oluşu bilinen manevi bir realitedir. Sözün ulaşamadığı yerde insanın hâli vardır. O hâl ki, kalpten neşet eder. Nitekim "yol almak" isteyenler, büyüklerin haliyle hallenmeye gayret ederler. Hatta dua isteyenlere "büyüklerin duası olsun" diye mukabele edilir.
Çünkü bilinir ki, onların hâli çok ama çok farklıdır. Bunun amele yansıması da öyledir. Amellerin dışarıya çok gösterileni, tabir yerindeyse "bağıra bağıra" olanı değil, "kalbin ameli" yani içten yapılanı daha makbuldur ki, riyadan arınmış olsun… Maneviyat yolunun yüce temsilcileri –ki aziz insanlardır- "kalbin ameli, zahiri azaların binlerce amelinden üstündür" demişlerdir. Çekincelerinde ikrarlarında tasviplerinde redlerinde bazen sükutu, sükutun dingin tarzını kullanır "büyükler". O nedenle, başkalarına karşı kalpten geçen yanlış düşünceyi "gıybet" kabul etmişlerdir. Ne demişler; "Taş yerinde ağırdır." , "Kol kesilir, yen içinde kalır", "Alma mazlumun âhını, çıkar aheste aheste" Tüm bu sözlerde, insanların birbiriyle kavga etmesine gerek kalmadan ilahi adaletin tecelli etmesini bekledikleri engin bir duruş vardır.
Sükutun Ruhun dili olduğu düşünülürse, bu ancak sükut sahiplerinin iletişim I.Q.'nun ne denli yüksek olduğunu gösterir. Duygunun hikmete dair felsefî değeri anlaşıldığında da, ruh dilinin yani sükutun da iletişim değeri ve iletişim zekası içindeki yeri daha iyi anlaşılacaktır.
Bir hikaye vardır ki, dervişlerin "sessiz konuşmasından" bahseder. Çok da hoştur, gönle hitap eder. Çünkü "gönül dilinden" bahseder. Bir yolcu vardır, yolu bir dergaha düşer. Amacı o dergahta kalmaktır. Talep sahibidir. Ne var ki, dergahın özelliği, herkesin orada sessiz bir şekilde, konuşmadan birbiriyle anlaşıyor olmasıdır. Yolcu, kapıyı çalar, kapı açılır. Selamlaşırlar. İçeri davet edilir yolcu. Yolcunun niyeti dergahta kalmaktır. Dergahta hayata devam etmek, manevi tahsil, terbiye… Kapıyı açanlar, yolcunun dergahta kalmak istediğini anlarlar. Sessiz bir anlamadır bu. Konuşmadan fark edilen… Ağzına kadar dolu bir kapla su ikram ederler yolcuya. Kap, ağzına kadar doludur. Yolcu, mesajı anlar. Burada kendisine kalacak yer yoktur. Ne var ki, hikmet, nezaketle tecelli edecektir. Yolcu, bahçedeki güllerden bir gül yaprağını, su dolu maşrapanın üzerine koyuverir. Sessiz mesaj, gayet iyi alınmış ve aynı incelikle iade edilmiştir. Mesaj bellidir. Benden size zarar gelmez, elbet bana da bir yer vardır bu yüce dergahta…
Dergahın müdavimleri yani ev sahipleri, o sessiz ama güçlü mesajı gayet iyi alırlar. O dergahta bir gül yaprağına her zaman kabul edilen bir yer vardır ve yolcu dergaha kabul edilir. Bir gül yaprağı olmayı başarırsanız siz de her yerde kabul görürsünüz. Nice Allah dostları vardır ki, birbirlerini görür ve hiç konuşmadan anlaşır ve ayrılır giderler. Nice münacatlar vardır sessiz yapılan ama yerini bulur ve dergah-ı ilahide yüce bir karşılığı vardır. Günümüzün çok konuşup hiç hikmet üretilmeyen dünyasında, ruhu acıkmış insanlar için "Sükutun ekmeğini yemek" diyebileceğimiz incelikler, zaman zaman karşımıza çıkar da hiç farkında olmayız. Çünkü iletişim dilimiz buna hiç müsait değildir.
Ne ilginçtir ki, Hz.Peygamberin sorulan sorulara ya da gelişen olaylara bazen sessiz kalarak cevap vermesi dediğimiz "takrir-i sünnet" de bu konuda çok önemli bir mesaj değerine ve çok önemli bir yere sahiptir. Takrir-i sünnetin değeri, "o kudsi sessizliğin", hayatın içinde, insana, hayatın farklı alanlarında ve farklı durumlarda nasıl davranacaklarına dair"yeni bir dünya" açıyor olmasıdır. Kıyamete kadar devam edecek bir dinin müntesiplerine ölçü olacak bu durum, Hz.Peygamberin belli zamanlarda belli konularda gösterdiği sükutun bir eseridir. Büyüklerin "söz orucu" dediği bu tavırda da aynı parlak yansımaları görürüz. Mesela Fethi Gemuhluoğlu, yıllarca "söz orucu" tuttuğunu söylüyor. Mesnevi'nin "Konuş!" diye değil de "Dinle!" diye başlıyor oluşu da yine aynı amaca matuf bir örnek değil midir? İslam Alimlerinin "Dilin Afetlerinden" bahseden bir bahse her zaman kitaplarında yer veriyor olmaları da bunun ilmî bir yansıması değil midir? Mesela Hasan-ı Basri Hz.'nin sessizliği ve hüznü tercih edişini düşününüz… Yine biraz önce de değindiğimiz gibi, tasavvuf büyüklerinin, "kalbin amelini, zahiri azaların amelinden üstün tutması da" sükutun üstünlüğüne dair deftere yazılacak değerlerden değil midir?
Tüm bunlara mukabil, konuşunca da doğru konuşmak, hikmet aktarmak, bilinç aşılamak, şuur vermek, hepsi ama hepsi sessiz bir tefekkürün ürünleri değil midir? Demekki, sükuttan kasıt susmak değil, aslen insanı eğitmek ve öğretmektir. İnsana insanı anlatmaktır. İnsana Allah'ı (Celle Celalühü) anlatmaktır. İnsana yaradılış amacını hatırlatmaktır. Günümüzde de bu "sükut mürebbilerine" "hikmet adamlarına" "gönül insanlarına" o kadar çok ihtiyaç var ki… Gönül dilinin iletişim CEO'luğuna soyunan ne kadar az…
Bugün, dünyadan göçüp gitmiş ve ömrü boyunca "gönül dilini" kullanmış nice mana yiğitleri var ki, insanlık onları arıyor, onların sözlerini haykırıyor, onların hikmetli sözleriyle birbirlerine bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Onların sözleri bugün tüm dünyayı çınlatan güçlü bir çığlığa dönüyor. Tevazulu bir biçimde adeta "dinlemeyi unutmuş kulaklara kar suyu akıtıyor." İlahi iradeyi seyreden ve kulak verenlerin, kainatı tefekkür gözüyle temaşa edenlerin çığlığıdır sükut. Kesret yerine vahdeti, çokluk yerine birliği, nifak yerine tevhidi koyanların duruşudur sükut… Onların duruşudur ki, insanların iç aleminde bekleye durdukları huzuru, sükunu, enginliği, coşkuyu; insanın özünü dirilten, insanı içinden fetheden ne varsa, insana nezih bir şekilde sunulan bir "gül" gibidir.
Ne mutlu o sessizliğin içindeki sağlam mesajı alanlara!..