Feyz 224. Sayı Editörden

İnsanlık tarihi boyunca hak-batıl mücadelesi en amansız mücadele olarak hiç durmaksızın devam etmiştir. Günümüzde de bu mücadele devam etmektedir. Hak-batıl mücadelesi aynı zamanda insanın iç dünyasının dışa yansıyan bir şablonu gibidir. Nasıl ki nefis ile ruh, insanın beden ülkesinde savaşlarına devam ediyorsa, yeryüzünde de nefsine yenilenlerle beden ülkesinde ruhunu hakim kılanlar arasında en amansız bir biçimde bu kavga bugün de devam etmektedir.

Nefis denen unsur, "zerrelerine kadar küfür ve bağnazlık içinde" dünya hayatında kendisine verilen mühleti en berbat bir şekilde bitirirken, i'lay-ı kelimetullah uğruna mücadele edenler de Allah'ın adını ötelere, daha da ötelere ulaştırmak ve temiz sinelerde yer etmek için çarpışır dururlar.

Tevhid cephesi açısından bu mücadelenin bayraklaştırılan değer ve ifadesi, "emr-i bi'l ma'ruf, nehy-i ani'l münker"dir. Yani iyiliği emretmek kötülükten alıkoymak… Bu bazen elle bizzat müdahale ederek, bazen dille uyararak ve anlatarak, bazen de "imanın en küçük derecesi" şeklinde ifade edilen, kalpten karşı duruşlarla olur.

Günümüzde insanlara iyiliği anlatmak ve onları kötülükten alıkoymak ise başlı başına bir ilim, kültür ve ahlak meselesidir. İlim, bilerek yaşanan bilgiyi, kültür içinde yaşadığımız ortama dair her şeyi, ahlak ise, dille anlatılan güzelliğin davranışlara dökülmesini ifade eder. Dolayısıyla alabildiğine kendinin, amacının, ne yapmak istediğinin farkında olan insanların yine diğer insanlar arasındaki duygu, düşünce ve davranışlarıyla yürütülebilecek ölçü ve disiplinler bütünüdür ki, insana söz söyleme hürriyeti, kendini ifade etme ve etkileme gücü, akıllara ve gönüllere nüfuz etme yetkisi verir. Tüm bu değişkenler, bir bütünlük içinde tebliğ sahibinin "duruşunu" belirler.

Bazen tam yerinde ve zamanında söylenmiş bir çift söz, bazen gösterilen yiğitlik ve cesaret, bazen de sadece bakışların, mimiklerin, hareketsizliğin verdiği görüntü insanı ta derinlerinde bir yerinden tutuverir ve etkiler. İşte akıl, nerede neyi nasıl yapabileceğini ortaya koyarak kişinin makamını ve yerini belirlememizi sağlar. Bir bakıma tebliğ sahibinin kendine görev edindiği kutsal amacın, insanların nezdinde de ona verilen bir görev halini almasının gerçekleşme zeminidir bu.

İnsan bu anlamda toplumla sürekli alış-veriş halindedir. "Müslüman ülfet eden ve kendisiyle ülfet olunandır." Peygamber kelamı da bunu anlatmaktadır. İnsanların dertlerini bölüşen, sıkıntılarını gidermeye çalışan, onlara güzel bir dille hitap eden ve kendini sevdiren her mümin, maneviyat ve kemalat sahibi olur. Allah'ın (Celle Celalühü) rızasına kavuşur. Demekki "kulluk" temel olarak iki şekilde gerçekleşmektedir. Birincisi Allah'ın (Celle Celalühü) emirlerine uymak ve kulluk yapmak, ikincisi de kullarına yine Allah (Celle Celalühü) rızası için hizmet etmektir.

Yani sadece "Kıl beşi, kurtar başı" değil, Mahir İz Hocamızın dediği gibi; "Düşün kul kardeşi…" dua ve niyazlarımızla…


Allah'a emanet olunuz.