Seyyidimiz Emin Amca bir Anadolu insanının içtenliği ve doğallığına sahip samimi bir mümindi. Bugün biz, onu kaybetmenin acısını yaşıyoruz. Her canlı gibi, o da ebedi âleme göçtü. Ama ne var ki içimize su serpen bir rüyası bizi teselli ediyor. Aynen Mevlânâ'nın oğluna "..Rüyamda dün gece, ilinin pîrini gördüm. Eliyle bana işaret ederek, bizim tarafa gel artık" dediği gibi.
Seyyidimiz Emin amca ebedi âleme göçtüğü gecenin sabahında neşeli bir şekilde uyanır ve rüyasını şöyle anlatır: "Bugün rüyamda babamı gördüm. Yeşillik ve bahar gibi güzel bir mekanda bana oğlum bak tarlalar aldım artık buraya gel."dediğini ev halkına anlatır.
Seyyidimiz rüya gördü mü mutlaka çıkardı. Bu özelliğine defalarca şahit olduk. Kendisi akşama doğru biraz rahatsızlanır. Sanki uhrevi yolculuğa hazırlık gibidir onun bu hali. Hastaneye kaldırılır. Saat on civarında ise ölüm meleği emaneti almaya gelir. Ehl-i beyti sevmek bile imanlı ölmeye delalet eder, O bir Seyyid idi, O ilmi ile amel eden bir evladın kader-i ilahide takdir edilen babası idi neticede… Ümidimiz onun bu önemli değerleri ile karşılandığı yönündedir. Ölüm o kadar kat'i ve zahirdir ki; gündüzün aydınlığında, gecenin karanlığında başımıza gelebilir. Ölüm bizi her an yakalayabilir. Kim bilir o an, belki çok yakındır bize…
İmam Gazali Hz.: "Müminlerin ve evliyanın ölüm halinde farklı tepkiler göstermeleri hallerinin değişik olmasındandır. Can verirken kiminin üzerinde galib olan hal Cehennem korkusu, kimininki Cennete girme ümidi, kimininki sevgi, kimininki özlemdir. Bunlardan her biri etkisi altındaki hislere göre konuşur ve hepsi de doğrudur." (İhya, IV, 468) buyurmaktadır.
Öleceğini önceden hissedip hazırlık yapan sofiler vardır. Ebu Yakub Nehrecarî anlatıyor: Mekke'de iken elinde bir akçe bulunan bir fakir geldi. "Yarın öleceğim şu parayı al, yarısıyla mezar, diğer yarısıyla kefen hazırla" dedi. Ertesi gün geldi, Ka'be'yi tavaf etti. Sonra gidip bir yere yattı ve can verdi.
Çok az insan hazırdır ölüm gerçeğine. En kudretli insanlar bile onun karşısında boyun eğerler. Bütün insanlara ziyaret eden ölüm; mevkî, makam, zengin, fakir, yaşlı, genç fark gözetmeden bütün kapıları çalmaya devam ediyor.
Hayat, ölüm olmadan sürüp gitse, bu dünyanın keşmekeşliği ve dayanılmaz adaletsizliğinde nasıl yaşanır? İnanan için ölümün de bir nimet olduğunu anlıyoruz böylelikle... Allah'ın rahmeti ve cennet nimeti ile mükâfatlandırılmak ne büyük saadet, öyle değil mi?
Yakîn sahibi, doğru, dürüst ve inançlı Sofiler ölüme o kadar odaklanır, o kadar konsantre olurlar ki, onlara, "öl" denildiğinde hemen ruhlarını teslim ediverirler. Bir gün, Abdullah b. Münazil, Ebu Ali Sakafi'ye: "Ölüme hazırlan, çarnaçar öleceksin" dedi. O da: "Sen de hazırlan, çarnaçar öleceksin" dedi. Bunun üzerine Abdullah kollarını uzattı, başını yere koyup: "İşte öldüm" dedi ve son nefesini verdi.
Ebu Said Kureyşî'ye göre, sadık ve dosdoğru kişi ölüme gönülden razı olur. Hak Teala'nın "Eğer sadık iseniz ölümü temenni ediniz" (Bakara, 94) mealindeki âyette buyurduğu gibi ölümü temenni eder ve ölür. Sadık ve dürüst olduğu böylece ortaya çıkar.
Ebu'l-Abbas Dinverî vaaz ederken yaşlı bir kadın kendine hâkim olamayıp nara attı. Ebu'l-Abbas ona; "Böyle yapacağına öl" deyince kadıncağız kalktı, bir kaç adım attıktan sonra ona döndü ve : "İşte öldüm" dedi ve cansız olarak yere düştü.
Ebu Said Harraz anlatıyor: Mekke'de Beni Şeybe kapısında güzel yüzlü bir gencin vefat ettiğini gördüm. Yüzüne bakınca bana tebessüm etti ve "Ey Ebu Said bilir misin ki âşıklar ölmez, ölseler bile diridirler, sadece bir yerden öbür yere intikal ederler, işte o kadar!" dedi.
Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde
Gönlü her yerde bahardan gibi yıllarca tüter
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.
Yahya Kemâl Beyatlı
Aslında ölümü kendimize hayalî bir düşman yapıyoruz. Dünyaya sığmayan isteklerimiz, doymayan nefsanî arzularımız ölümü uzak tutuyor bizden. Ebedî âlemde sonsuz yaşamayı isteyen ruhumuzu bloke ettiğimizden, bu yaşama isteğimiz dünyevileşti. Ebediyet arzusu; fıtrî yaratılışımızdan olsa gerek. Gelip geçici dünyevî işler huzur vermiyor insana, ne kadar peşinden koşsa ve "yakaladım!" dese de, bir süre sonra aradığının bu olmadığını hemen anlayıveriyorsun.
Ölmeden önce ölmek: Dünya zevklerinin helâl olanlarından yemek içmek, harama tevessül etmemektir. Nitekim yaşadığımız şu hayat, ahiretin tarlasıdır. Hayatta iken yürüyen mezar taşları olmamak ve manevi dirilikle gezmektir; bu dünyada bir ayağı çukurda gibi yaşamayı becermektir ölmeden önce ölmek. Yani bir gün göçeceğini asla unutmamaktır ölmeden önce ölmek…
Mevlânâ ölüm karşısında daha soğukkanlı ve ölümle nazlanır gibidir. Oğlu Sultan Veled'e hitabeden söylediği son gazelinde; "Ölüm günümde tabutunu yürür görünce, beni bu dünyadan ayrılışa üzülüyor sanma. Cenâzemi görünce ayrılık diyerek üzüntünü dile getirme. Benim için asıl kavuşma ve görüşme zamanı o zamandır. Hangi tohum toprağa girdi de tekrar bitmedi? İnsan tohumu için neden bu doğru olmasın" der.
Hiç şüphesiz ölümün soğuk ve sıcak yüzü vardır. İnsan bilmediği bir âleme giderken tedirgin olması ve korkması normal ve insanî bir duygudur. Yakınlarının vefatı için de bu geçerlidir. İnananların ölüme bakışı ise daha metanetli olmalı ve Allah'ın rahmetini Resulullah Efendimizin şefaatini göz önüne getirmelidir. Ölüm, akıl ve şuur ötesi insanın ilgisiz kalamadığı önemli gerçeklerden birisidir. Nasıllığı ve niceliğin yanında zaman kavramı da belirsizdir. İnsan, NECİP FAZIL'ın dediği gibi " Büyük randevu... /Bilsem nerede saat kaçta? / Tabutumun tahtası, bilsem hangi ağaçta?" ölüm meleğinin de kesinlikle kapısını nerede ve nasıl çalacağını bilemez insan. Ancak, hiçbir kimse, ölümü kabullenmek istemez. Ölümü düşününce, maalesef önce başkasının öleceği hatırımıza gelir. Ölüm gerçeğini devamlı tehir ederiz ve kendimize adeta yakıştıramayız.
Bir gün mezarlıkta dolaşırken baktım ki bir mezar taşı ustası bütün hüneri ile kabir taşını büyük bir gayretle oyuyordu. Bu işi o kadar sıradan bir iş imiş gibi yapıyordu ki, elindeki aletlerle mezar boyu ölçüyor, kabir taşı oyuyordu Bir gün de kendisinin dahi o kabre konulacağını düşünmeden gaflet içinde çalıştığını gördüm. Demek ki dünya işi, kabir taşı oymak olsa bile, kabri hatırlatmıyor insana…. Ne tuhaf değil mi?
Kuran-ı Kerim'de; "Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi akıbetlerini unutturmuştur." (Haşir, 59/19) buyurmuyor mu?
Hayat ile ölüm arasındaki çizginin gâyet ince olduğunu belirten Bediüzzaman şöyle der: "Bir vakit, hayatım çok ağır şartlar ile sarsıldı ve dikkatimi ömre ve hayata çevirdi. Gördüm ki, ömrüm koşarak gidiyor, âhirete yakınlaşmış; hayatım dahi baskılar altında sönmeye yüz tutmuş. Hâlbuki Allah'ın, Hayy ismiyle ilgili bir risalede açıklanan, 'hayatın mühim vazifeleri ve büyük özellikleri ve kıymetli faydaları, böyle çabuk sön-meye değil, belki uzun yaşamaya lâyıktır' diye üzüntülü bir şekilde düşündüm. Yine üstadım olan 'Hasbünallahu ve ni'me'lvekîl' âyetine başvurdum. Âyet bana dedi, "Sana hayatı veren ve hayatı devam ettiren Zâta göre hayata bak!"
Bediüzzaman göre; özelde yaşlı, genelde bütün mü'minler, ölümün dünyanın sıkıcı ve stresli şartları arasından, cennet bahçelerine geçiş olduğuna inanır. Dünya, âhirete göre bir zindandır. Ölüm ise karanlık bir çukur değil, güzel bir âlemin kapısıdır. Ruhların uçuştukları tatlı ve güzel bir âleme geçiştir. Hepsinden önemlisi, insanın kendini yaratan Rabbinin rahmet ve keremine kavuşmasıdır. Meşakkat ve sıkıntı bitmiş, ücret ve mükâfat alma vakti gelmiştir.
Havf ve reca dengesini kuran bir insan için ölüm korkusu ise, o insanı uyaran, ihtiyatlı ve tedbirli olmasını sağlayan ve kendini savunma konusunda ona yardımcı olan bir tepki suretine girecektir. İnsanın yaratılış gayesi olan "İyi yolda olan mümin" olmaktır. Hayatın her anında mutlu ve huzurlu yaşayabilmek için, ne Allah'ın rahmetinden ümitsizliğe düşülmeli ne de azabından emin olunmalıdır. Bu ise havf ve reca dengesinin hayatın bütün safhalarında korunmasıyla mümkün olmaktadır. Havf ve reca dengesini hayatın her anında muhafaza etmek apayrı bir önem arz etmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'de ölüme vurgu yapılarak, insanın tüm yaşam seyrine "Allah'tan geldiniz, O'na döndürüleceksiniz" diye işaret edilir. "Küllü nefsin zaikatu'l-mevt" ibaresini yazılı bir örtü ile mevtanın üzerine örteriz. Bununla kendimizi teselli eder ve ölüm sonrasına hazırlık yapmamız gerektiğini düşünürüz. Mevta için ise "âhiret yaşamı" kabirden başlamış olur.
Arkasında kalanlar içinse Peygamber Efendimizin şu sözünü söylemek gerekir. "Ölülerinizi hayırla yâd ediniz." (Acluni, I, 105)
İnsanlarla ilişkilerde hak ve vazife kavramı ile birlikte iyi, geçimli olarak onların hüsn-i şehadetlerini almak da ayrı bir anlam taşır. Allah, insanların birbirleri hakkındaki hüsn-i şehadetlerine önem vermekte ve onları yeryüzünde Allah'ın şahitleri saymaktadır. Nitekim Allah Resulü bir cenaze sonrasında halkın cenazeyi hayırla anması üzerine: "Vacib oldu, vacib oldu, vacib oldu." buyurdu. Bir başka seferinde ise kötü sıfatlarla anılan bir kimse hakkında yine: "Vacib oldu, vacib oldu, vacib oldu." buyurdu. Sebebi sorulduğunda: "Hayırla andığınıza Cennet, şerle andığınıza ise Cehennem vacib oldu. Çünkü siz yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz." (Buhari, Cenaiz, 85; Müslim, Cenaiz, 60; Tirmizi, Cenaiz, 63; Nesai, Cenaiz, 50; İbn Mace, Cenaiz, 30; İbn Hanbel, II, 261) buyurdu.
Ölmüş birisi için yapılabilecek en büyük iyiliklerden birisi onun için dua etmek ve istiğfarda bulunmaktadır. Nitekim; "Ey Allah'ın Resulü, anne ve babamın vefatlarından sonra da onlara iyilik yapma imkânı var mı, ne ile onlara iyilik yapabilirim?" diye soran Ebû Ubeyd Mâlik İbn Rabîa es-Sâidî (r.a)'ye Peygamber Efendimiz (s.a.v): "Evet vardır. Onlara dua, onlar için Allah'tan istiğfar (günahlarının affedilmesini) talep etmek, onlardan sonra vasiyetlerini yerine getirmek, anne ve babasının akrabalarına karşı da sıla-i rahmi ifa etmek, anne ve babasının dostlarına ikramda bulunmak." (Ebu Davud, Sünen, Edeb, 12; İbn Mace, Sünen, Edeb, 2.) cevabını vermiştir.
Ölümün mahiyetinin ebedî âleme geçiş olması, dünyevî sevgi ve ilgilerimiz sebebiyle üzülmeyi engellemez. İnsan olması itibariyle Hz. Peygamber dahi biricik oğlu İbrahim'in ölümünde hüzünlenmiş gözlerinden yaş gelmiştir. İsyan edercesine bağırıp çağırmak haram, hüzünlenmek ise câizdir. Gözler ağladı, gönüller mahzûn oldu; fakat isyan edilmedi.
Mülk O'nundu ve O, mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunurdu.
Biz de Seyyidimiz Emin Amca'nın vefatından dolayı, değerli büyüğümüz Şenel İlhan Beyefendi'ye, bütün yakınlarına başsağlığı diliyoruz. Onun arkasından okunan Fatiha, Yâsin ve Kur'ân hatmi gibi virtlerden her biri, bir anda Seyyidimiz Emin İlhan Amcamızın ruhlarına yetişir ve bu hediyeden okuyanlar da nasiplenir inşallah…
"Baki olan sadece Allah'tır." (Rahman, 55/26)