Nefisten mi Şeytandan mı / Melekten mi?

 

Kafası karışık günümüz insanı en güzel elbiseleri giyip en iyi arabalara binerken, en güzel yemekleri yerken acaba tüm bu rahat görüntüleri, onun her bakımdan sağlıklı olduğunu göstermeye yeter mi? Yani böyle bir insan mutlu mudur? Tüketim kültürünün odağında, hedef tahtasında olan insan daha başka nelerle doyuma ulaşır? Sanki içerdeki büyük boşluğu, en derin açmazları ve engin zaafı gizleyen bu tarz, insana ait sınırsız doyumsuzluğu ve hırsı, içindeki açmazları aşmaya yeter mi dersiniz? Hatta ve hatta uzayın derinliklerinde yaptığı uzun yolculuklar ve keşifler, kendini keşfedememişliğin aşkın çabası olmasın sakın? Acaba insanın kendine ait dipsiz kuyusunda neler var ve o kuyudan yayılan fısıltı, insana neler söylüyor? Yoksa en büyük derdini bağırmak isteyen insanın sessiz çığlığı mı bu? Çaresizlik ancak böyle mi dile gelebiliyor? Bu soruların cevapları bizi bir tesbite götürmeli…Tüm bunları söylüyor ve sorguluyoruz. Çünkü insanın maddi konforuna manevi konforu da eşlik etmedikçe insanın geldiği nokta ancak bir çılgınlık ve cinnet ifadesi olacaktır. Maddi doyumsuzluk, insan için zor konudur ama insanoğlunun dayanma limitleri mahrumiyet duygusunu aşmaya ve gerektiğinde yoksunluk sendromlarıyla yaşamaya da müsaittir. Ne var ki, bu durum çok ertelenebilir bir durum değildir. Eğer acil müdahelelerle, manevi takviyelerle, bilinç değeri taşıyan ölçülerle yönlendirilmezse vahim sonuçlar kaçınılmaz olacaktır. “Ortalık güllük gülistanlık olsa bile akıllı ve zeki insanlar yine de tasavvufa girerdiler.”yaklaşımı işte buradan doğmaktadır. İnsan denen canlının, yine kendi iradesi dışında kalbine gelen düşünce ve hislerle başı derttedir. İnsanın manevi konforu, akıl ve ruh sağlığının yerinde olmasıyla mümkündür. İnsanoğlu daha akla ve kalbe gelen düşünceleriyle bile baş edecek düzeyde akıl ve ruh sağlığını yakalayabilmiş değildir. Bu konunun hassasiyetini ve önemini bilen İlahiyatçı, Araştırma Görevlisi İsa Çelik’in, Din Bilimleri Dergisi’nde yayınlanan “Tasavvufî Düşüncede Havatır” adlı makalesinden bazı alıntılarla konuya açıklık getirmeye çalışalım. Bu makaleden özetlediğimiz bölümler “İnsanın iradesi dışında zihne gelen veya kalpte hissedilen duygu, düşünce ve müşahedeler” hakkındadır: 

“İnsanın iradesi dışında zihne gelen veya kalpte hissedilen duygu, düşünce ve müşahedelerin hepsine birden “havâtır” denir. Havâtır hâtır kelimesinin çoğuludur. Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: “Şüphesiz Allah Teâlâ iyilik ve kötülükleri takdir etmiş ve sonra bunu beyan etmiştir. Binaenaleyh kim bir iyiliği şiddetle arzu eder ve işlemezse, Allah Teâlâ onu, tam bir iyilik olarak yazar. Eğer o iyiliği şiddetle arzu eder ve işlerse, onu on iyilik olarak yazar, yedi yüz kat veya daha çok yazar. Eğer bir kötülüğü şiddetle arzular ve işlemezse, onu tam bir iyilik olarak yazar. Eğer bir kötülüğü şiddetle arzular ve işlerse, onu bir kötülük olarak yazar.Halbuki Allah nezdinde (nefsin) şiddetli arzusunda devam edenden başkası helak olmaz.”17

Mevlânâ Halid-i Bağdâdî (v.1242/1827), nefsin kalbe getirdiği yasak bir takım işlerinyapılmasına ait ait düşünceler beş seviyededir diyerek şu şekilde özetlemiştir:

Hâcis mertebesindeki düşünceler: Bunlar nefsin ortaya koyduğu sonra da gelip geçen düşüncelerdir. Bu düşüncenin kalbe doğmasından dolayı bir mesuliyet yoktur. Hâtır mertebesi: Bu da kişinin içinde her hangi bir düşüncenin cereyan etmesidir. Meselâ birdenbire hatırında arkasına dönüp baktığında görebileceği bir kadının sureti canlanır. Bu düşünceden dolayı da sorumluluk yoktur. Hadîsü’n-nefs mertebesi: Hâtır mertebesindeki bir düşüncenin yapılıp yapılmaması konusunda nefsin tereddüt içerisinde bulunmasıdır. Buna tabiî iradeyi tahrik eden heyecan da demek mümkündür. Bu düşüncenin de fiiliyata intikal etmedikçe herhangi bir mesuliyeti yoktur. 

Hemm mertebesi: Nefsin bir düşüncenin yapılmasına karar verdiği safhadır. Yap veya yapma emrinin gelmesi, örneğimizde yer alan arkadaki kadına bakmaya hükmedilmesidir. Bu da fiiliyata intikal etmedikçe affolunmuştur. Bu mertebedeki duygular ikiye ayrılır: Birincisi, gelip geçen, karar kılmayan ancak nefse ve ruha sıkıntı veren menfî duygulardır. Bunlar affedilmiştir. İkincisi ise, gelip yerleşen menfî veya müsbet duygulardır. Bunlar iyi his ve niyet ise fayda, kötü ise zarar verirler.

Azm mertebesi: Yani bir düşüncenin gerçekleştirilmesine kesin bir şekilde karar verilip fiiliyata geçirme mertebesidir. Bu düşünceden dolayı sahibi sevap veya ceza görür. Şiddetli arzu kalbe baskı yaptığı zaman, Allah korkusu bahis mevzuu değilse ve ondan gaflet edilerek, sahibi onu halkın korkusundan ve utancından dolayı işlemezse bunda herhangi bir sevap kazanmaz.

Ebû Talip Mekkî (v.291/903) de kalbe gelen düşünce ve duygularla ilgili olarak şunları ifade etmektedir: Kalpte hayırlı işlere meyil nevînden vaki olan düşünceler, ilham; şer nevînden vaki olan etkiler, vesvese; korku nevînden olanlar, duyum; iyiliği takdir ve tercih nevînden olan düşünceler, niyet; mubah işlerin takdîr ve tercihi ve bu konudaki tamah nevînden olan düşünceler ise kuruntu ve emeldir. Ahireti, va’d ve va’îdi hatırlatmaya vasıta olan duygular tefekkür ve tezekkür (hatırlatma)’dır. Ayne’l-yakîn gayb âleminin temaşası olarak kalpte vaki olan duyumlar müşahededir. Nefsin maişeti ve işlerin düzenlenmesine yönelik vesveseleri hemm’dir. Nihâyet kalpte alışkanlık ve şehvete meyil türünden vaki olan düşünceler de günaha yaklaşmadır. İnsanın kalbi hangi makamda ise, nefis de onun hizasında, benzeri bir makamda bulunur. Mesela kalp Allah ile olsa, nefis haller ile olur. Kalp haller ile olsa nefis ahiretle olur. Kalp tevekkülle meşgul olsa, nefis helal rızık arama, mubah kazanç sağlama ile meşgul olur. Kalp kerâmetler ve yakınlık makamlarında olsa, nefis de velîler ve hayırlı insanlar arama yolunda olur. Kalp tembellik içinde olsa nefis de harama dalar. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) : “İnsan vücûdunda bir et parçası vardır ki, o iyi olur ise, beden de iyi olur. Eğer o fenâlaşır ise, beden de fenâlaşır. Dikkat ediniz o parça kalptir” buyurmuşlardır. Manevî ilmin ve ilhâmın insan vücudundaki yeri kalptir. Mutasavvıfların bu kalpten maksatları, bütün azaları sevk ve idare eden ve bütün azaların kendisine itaat ve hizmet ettiği latif ve nuranî kalptir. 

İmam Gazzâlî (v.505/1111), havâtır olarak isimlendirilen bu nevi düşüncelerin, her Müslüman tarafından bilinmesinin farz-ı ayn olduğunu ileri sürer. Bütün fiiller kendilerinden önce olan havâtırdan doğmaktadır. Kalbimiz istesek de istemesek de her ân bir çeşit düşünce ile meşgul olur. Kimisi işinin, kimisi eşinin, kimisi maaşının, kimisi de insan ve eşyadaki ilâhî nakışın düşüncesiyle doludur.

İmam Rabbânî (v.1034/1625)’ye göre, hâtırların zararlısı Allahu Teâlâ’yı unutturan, ona karşı daimî teveccühe engel olandır. Bu tür uygunsuz hâtırlara engel olmak ve vesveseleri def etmek gerekir. O, hâtır ile ilgili şu sözün de sahibidir: Sâlikin olgunluk döneminde bu düşüncelere karşı mukavemeti o kadar artar ki, kalbine uygunsuz bir hâtır getirmeye gayret etse bile bunu başaramaz.

Yine Allah Resûlü (s.a.v) bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyururlar: “Kalbe iki yönden telkin gelir. Biri melektendir, hayrı vadeder ve Hakkı tasdik eder. Kalbinde bunu bulan bilsin ki bu, Allah Teâlâ’dandır, ona hamdetsin. Diğeri ise vesvesedir şeytandan gelir ve şerri teşvik eder, Hakk’ı tekzib eder ve hayırdan meneder. Kalbinde bunu bulan, şeytanın şerrinden Allah’a sığınsın.”59

Nefisten gelen hâtırın da iki alâmeti bulunmaktadır. Birisi bu gibi şeylere ihtiyaç duyulduğu zaman, bu düşüncelerin hemen belirmesidir. Nefisten gelen hâtırın ikinci alâmeti ise, aralıksız gelmesi, ısrarlı olması ve kesilmemesidir. Kişi ne kadar onu def etmeye çalışsa yine ısrar eder, direnir. Allah’a sığınma, korkutma, uyarma ve sevaba teşvik kâr etmez; o daima ısrar eder durur. Bu durum, o düşüncenin nefisten geldiğinin en büyük delilidir. Çünkü nefis çocuk gibidir. Ne zaman bir şeyden menedilse daha çok ister, direnir. Nefisten gelen havâtırın bir diğer özelliği ise, kalbin alt tarafından hissedilmesidir.72 Nefisten kalp üzerine gelen düşünceler, ancak iman nuru ile yok edilir ve nefis onunla hevâ ve hevesinden menolunur.73 Mürîdlere gelen havâtırın en şiddetlisi budur. Çünkü nefs insanın iç dünyasının hükümdarı gibidir. Ordusunu ise, şehvet, hevâ, heves, beşerî ve hayvanî ruh meydana getirir. Mürîd ise, o anda kördür, tehlikeleri göremez, iyi ile kötüyü birbirinden ayıramaz. Bu durum, Allah Teâlâ’nın ince hikmeti, güzel muamelesi ve geniş rahmeti ile onun basiretini nurlandırıncaya kadar devam eder. Basiretinin nurlanmasından sonra dost ile düşmanı görür ve ayırdeder. İşte o ana kadar nefis insanî bünyede, domuz hırsı, köpek düşmanlığı, panter kızgınlığı, kurt fesadı, tilki hilesi, maymun ihtirası, merkep şehveti, öküz arzusu, şeytan hilesi ve haset ateşi ile dolu olarak bulunur. Basîret nurundan sonra nefis, sabırla böyle bir yerde oturduğu ve bu düşmanlara emniyet temin ettiği için kendini kınar. Ve vücudundan çekilip gitmeleri için onlara tuzak kurar. Bu tuzakla onları beden evinden süpürüp dışarı atar. Dışarı atma işlemi bitince onun geride bıraktığı rezillikleri de temizler. İmanın altmış küsur -bir rivayete göre yetmiş- şubesiyle süslenir. Nefis o zaman müzeyyen ve mutmain olur. Nitekim Allah Tealâ da şöyle buyurur: “Ey huzura eren mutmain nefs, razı edici ve razı edilmiş olarak Rabbine dön.” (Fecr, 89/27-28). Necmüddîn-i Kübrâ (v.618/1221)’ya göre, bu ayette geçen nefs kalpten başkası değildir.74

Nefsî hâtıraları tedavi etmenin yolu, tamamen nefse muhalefet ve nefsi zora koşmaktır.

Zahmet çokluğu ve ibadetten yorulma hali nefsî hâtıralara sebep olduğu vakit, nefsi rahattan menedip ibadete koşmalı, yahut onu yaptığı ibadetten daha zor bir ibadete sevketmelidir ki o hal bu düşüncenin tahrikini söküp atsın. Şayet düşünce şehvânî ise onun devası, nefsi arzu ettiği şeyden mahrum bırakmak, yahut göz diktiği şeyden menetmektir ki bu nefsin arzusunu tamamen söndürür.75

Havâtırın en belirgin özelliği, sâlikin zihnine iradesiz olarak gelmesi ve gelip geçici olmasıdır. İnsan bir şeyi yapmayı düşünür veya arzularken aklına başka bir hâtır daha gelebilir. Sâlikin uyması gereken olumlu hâtırın hangisi olduğu, birbiri ardısıra gelen ilk hâtıra mı yoksa sonrakine mi uyulması gerektiği konusunda mutasavvıflar arasında farklı görüşler vardır. Muhâsibî (v.243/857), kişiye düşen görevi, hatarâtın hangi türden olduğunu anlamaya yetecek bir ilme sahip olmak suretiyle tedbir alması, aklı, kitap ve sünneti kendine rehber seçmesi olarak zikretmektedir.78 Yine o, akıl, ilim ve tedbirle, kalbe gelen havâtırın hangisinin faydalı, hangisinin zararlı olduğuna dikkat çekmektedir. Aksi takdirde şeytanın vesveselerinden, Allah Teâlâ’dan geldiğini zannedebileceği nefsin teşviklerinden veya nefisten geldiğini zannederek iyiliğe götürecek Rahmanî bir duygudan yüz çevirme tehlikesinden kurtulamaz. Bu durum karanlık ve yağmurlu bir gecede çukur ve hendeklerle dolu bir yolda yürüyen kişinin haline benzer. Feneri yoksa gözlerinin faydası olmaz. Gözleri görmüyorsa fener bir işe yaramaz. Dikkat etmediği için ayağını basacağı yeri görmüyorsa fenerin de gözün de faydası olmaz. Bu misalde sağlam göz, akla; fener, ilme; dikkatle bakmak ise, akılla tedbir almaya, kitap ve sünnetin ışığından faydalanmaya işarettir. Bütün bu tedbirlerden sonra en ufak bir isyan görüldü mü hemen fark edilir. Ancak net olarak anlaşılmayan ve tanınmayan bir hâtır ortaya çıkınca acele etmeyip onu tanıma yoluna gitmelidir. Bu uzun bir zaman alsa bile, onu tanımadan kesinlikle kabul edip yapmamalıdır.79 Görüldüğü gibi, burada havâtıra muhatap olan insanın nasıl davranması gerektiği açıkça belirtilmektedir. Sühreverdî (v.632/1234) de aynı konu ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Gerçek zühdü anlamaktan aciz olduğu halde kalbine gelen düşünceleri birbirinden ayırdetmeye çalışan kimse önce kalbine gelen düşünceyi şerîat ölçülerine göre değerlendirir. Farz veya nafileye yönelmesini istiyorsa onu hemen yapar. Böyle değil de haram veya mekrûh bir şeye sevketmeye çalışıyorsa yapmaz. Bildiği kadarı ile ikisi de birbirine eşit iki düşünce ile karşılaşan kimse ise, bu iki düşünceden nefsin isteklerine karşı gelme durumu ağır basan düşüncenin gereğini yapar. Birbirine müsavi olan her iki düşüncede de nefsin yerleşik ve gizli kalmış bir arzusu bulunur. Çoğu kere nefis, işi yanlış ve süflî tarafa yöneltir. Bu sebeple de bazen hâtır, nefsin istediği tarafa meyleder. Kul da bunun kalp tarafından geldiğini zanneder. Bu hususa dikkat etmek gerekir. Ayrıca kalbin nefisle sükûnet bulması, onda nifakın meydana gelmesine de sebep olur. Kalbin nefis ile sükûnet bulması sebebiyle, özellikle ilmî yönü zayıf olan kimselerin kalbinde, Hak’tan gelen düşüncelere benzeyen, fakat ondan olmayan hâtırlar ortaya çıkar. Kalbin nifakını ve nifakından doğan bulanık hâtırları ise, ilimde derinleşmiş ve zirveye ermiş kişilerden başkası anlayamaz.80

Abdülkadir Geylanî (v.561/1165-66) kalbe gelen düşünceler hakkında şu tavsiyelerde bulunmaktadır: Kalbinin kapısında bekçi ol. Allah Teâlâ’nın gönlüne sakla dediklerini içeri al ve alma dediklerini kalbine sokma. Kötü istekleri kalbinden çıkardıktan sonra bir daha yaklaştırma. Şeytanî arzuları kalpten çıkarmanın yolu, her halde ona uymamak ve daima ona muhalefet etmektir.82 Sûfîler yediği ve giydiği şeylere haram karışmış olan kimselerin ilham ile vesvesenin arasındaki farkı göremeyeceği hususunda ittifak etmiştir.84

Kalbi havâtırdan muhafaza etmenin yolu, sâlikin havâtırın ekserisinin kulak ve göz tarîkiyle kalbe girdiğini göz önünde tutmak suretiyle, devamlı olarak zikr-i kalbî ile meşgul olması, havâtır geldiğinde istiğfar edip Allah Teâlâ’ya ilticâ etmesi, halktan uzaklaşarak boş konuşmaktan sakınması ve kalbini meşgul eden şeylerden sakınmasıdır.85

Nefs, şeytan ve dünya üçgenindeki günümüz insanının daha çok nefis ve şeytan kaynaklı havâtıra muhatap olduğu göz önünde bulundurulduğunda bu konunun ehemmiyeti bir kat daha artmaktadır. Bu nedenle, Allah ve Resulünün istediği tarzda bir mümin olabilmek için her davranışımız öncesinde mutlaka karşılaştığımız, kalbe gelen duygu ve düşüncelerimizin hak mı batıl mı olduğunu iyice bilmek ve ona göre hareket etmek durumundayız. Bu da ancak konunun gereği gibi öğrenilmesi ve hayatımıza tatbik edilmesiyle mümkün olacaktır.” 

Bu güzel açıklamalar konuyu ortaya koymaya yeterlidir. İnsanoğlunun bunlardan nasıl kurtulacağı ise, işin tedavi boyutunu oluşturmakta ve tasavvufun önemini ortaya koymaktadır. Akıllıca olan yol, bu sıkıntıları aşmış ve nasıl aşılacağını “bilen, bulan ve olan” insanlarla beraberliğimizi artırmaktır.