"Gaflet ne kötü şey" diyerek bir gün de ben gecenin feyzinden istifade edeyim diye azmettiğim bir gece hatıralarımı karıştırırken, gözüme çalınan satırlar, tekrar yine düşüncelere sevk etti beni. "Bazen dostlarımız bizim sevabımız olur, bazen de düşmanlarımız. Birde insanın dost bildiği düşmanı var ki o da nefsi...
Gerçekten de insan, kafasındaki ve kalbindeki ölçülerle güzellikleri yakalar veya çirkinliklerden kaçar. Ahlaka dayalı kültürel zenginliklerin iyi gelişmediği toplumlarda birey olarak insan, yaşadığı toplumun prototipidir aynı zamanda. İlişkilerinde basitliği yaşayan insanlar ahlaki öğelerinin monotonluğu ile homojenleşirler. Ancak ve ancak farklı davranabilmeyi düşünebilen insanın yakaladığı gerçektir GÜZELLİK.
İnsanın iletişimi, bir diğeriyle yaşadığı canlı temadır. En canlı temayı ise, göze çarpan güzellikler yaşatır. Yani iç dünyamızda yaşanan güzellik, çevre ve insanlarla yaşadığımız etkileşimin ürünüdür. İşte bu etkileşim, sonuç olarak bir "iletişim" olayıdır ve iletişim, farklı boyutlarda farklı hassasiyetleri taşır iç alemimize... Bu hassasiyeti insan en güzel şekilde, Rabbiyle olan ilişkilerinde yaşar. İletişimin güzelliği veya çirkinliği kafamızdaki ölçülerle belirlenir, berraklaşır ya da kirlenir. Kafasındaki yanlış ölçüleri "doğrudur" zannıyla yaşamaya değil, doğru ölçüleri kalbine mihenk taşı yapmayı erdem haline getirmiş insanın "kalb-i selim" olma yolunda mesafeler katettiği söylense, asla yanlış olmaz. Herşeyden önce, hiçbir konuda ölçüsüz yaşanmayacağını kabul ediyorsak -ki etmek zorundayız- yanlış ölçülerle doğruya ulaşılamayacağı bizim için bir karine olmalı...
Günümüz insanın Rabbiyle olan iletişiminde en bozuk ve sapık ölçülerinden birisi olan KÎBİR, insan türünün Rabbi karşısında "uluhiyet" iddiasının en temel örgüsü, nefsinin ilmik ilmik dokuduğu ve insanın üzerine giydiği en pis elbise, temiz elbiseleri olduğu halde kendi iradesiyle kirli giyinen "ham" insanın giyim-kuşam konusundaki modası, insan ise güzelliklere tabi olması gerekirken yanlış tercih yapan bir model...
Bizi üzmeli... Henüz, en usta ve en güzel sanatkarın diktiği "tevazu elbisesini" giyecek nefs mertebelerini aşamamış insanın hali. Azametin Allah'a (Celle Celalühu) yakıştığını bile bile, halkı büyük (haşa) Hakk'ı küçük görmenin hayasızlığına düşen riyakar insan, bilerek veya bilmeyerek Rabbine karşı kibirlenmekte, bazen de halka karşı kompleksini kamufle edercesine kibir gösterisinde bulunmaktadır. Çünkü kompleksli insan, kendi içinde ne kadar küçükse, dış dünyada da "içi ve dışı bir olamamanın riyakarlığıyla" o kadar büyük görünmek istemekte... Aynı basitliği Rabbine karşı yaşayan insanın nankörlüğüne ne demeli?
Nankör olan insanın temel dinamiği haline gelen kibir, Rabbi karşısında küçük olduğunu hissedemeyen insanı "esfel-i safilin" derecesine indirmekte, kendisiyle ilgili gerçeklerden ise "nefs" hayvanına binerek büyük adımlarla uzaklaştırmaktadır.
İşte, içinde bulunduğu toplumun prototipi olan insan! İşte, Rabbin ölçü olduğu gerçeği bu kadar aşikarken, kendini ve diğer insanları Rabbin in ölçülerine göre değil, kendi çirkef ölçülerine kıyasla hem küçük, hem de büyük görme aptallığına düşen, nefs tezkiyesinden mahrum günümüz insanı... Unutmayalım ki "kalbinde hardal tanesi kadar kibir olan, cennete giremez" hadisi, bizim için en büyük ihtar olmalı. Kibirine esir olan insan, gerçekten gerekli olduğu yerlerde de kibirli olabilmenin özgürlüğünü yaşayamamakta... Öyle zamanlar, öyle zeminler vardır ki, aslında adına "vakar" dediğimiz, fakat zahirde ise kibir gibi görünen elzem manzaralar, Hakkı ve haklıyı ezdirmemenin tek yolu haline geliverir. İşte, insanı sorumlu hale getiren, o zaman ve zeminlerde bizi hareketsiz kılan, yanlış ölçü kamburlarımızdan biri olan, ZİLLET...
Bizi zillete düşüren sebebleri şöyle bir gözden geçirdiğimizde, fıtrata ters düşen ne varsa hepsini bünyemizde topladığımızı ve bunların varlığında veya eksikliğinde teselli bulduğumuzu ya da hüsrana uğradığımızı görürüz. Akıntıya kürek çekmeye benzeyen bu gayretkeşliğimiz, başta kendimize karşı olmak üzere tüm topluma karşı olan riyakârlığımızın su yüzüne çıktığının manzarasıdır. Çünkü, günümüz psikiyatrisinde "kompleks" diye geçen "zillet", onu taşıyan insanlara göre, kafalarındaki yanlış ölçüler nedeniyle "HAYA" duygusu zannedilmekte, buda yanlış davranış kalıplarının, "ÎSLAMÎ DAVRANIŞ" olarak zaten hasta olan bünyemizde yerleşmesine yol açmaktadır. Oysa her iyi davranış, bir kötü ya da eksik davranışın bizlerden ayrılmasıyla yerleşecektir. İnsanı iyiye götüren yollar iyi olduğu gibi, kötüye götüren yollar da kötüdür ve haya ile riya duygusunu birbirinden ayırtetmek oldukça zordur.
Haya, islam'ın utanılmasını emrettiği yerde utanmak, utanılmamasını emrettiği yerde de utanmamaksa, bizler, kompleks dolu davranışlarımızı "haya" diye yorumluyor ve öylece yaşıyoruz demektir. Niye? Çünkü zilletsiz davranmak her babayiğidin harcı değildir. Sadece Allah'tan (Celle Celalühu) korkan ve O'nun ölçülerini baştacı eden, zahiriyle batınıyla bunu yaşayan insan, insanların sevmesine ya da yermesine aldırmadan o dikenli yolda yürüyecektir. Zillet hayasızlığına düşmeden İslâm'ı yaşayan insanlar, riyadan da uzak dururlar. Çünkü zilletli insan, başkalarını büyük kendini küçük görür sonuçta. Oysa Allah (c.c), insanı "eşref-i mahlukat" olarak yaratmış ve ona bir değer vermiş, bütün mahlukatı da ona hizmetçi kılmıştır. Aklı, fikri ve zikriyle insan, diğer yaratılmışlardan farklılaşır ve bu vesileyle Rabbini "en büyük" bilir. Riyakar insan ise halkı büyük (haşa) Hakkı da küçük bildiği için insanların sevmesi ya da yermesi, onu sevindirir ya da üzer. Bu durum ise sadece Hakk'ın rızasından fersah fersah uzaktır. Nitekim günümüz insanına -Sen ne kadar riyakar, yalancı, bencil ve çıkarcısın- denilse kızar köpürür de, -Çok kibirlisin- denildiğinde kibiri izzet bilircesine garip bir zevk aldığını, yine aynı şekilde kompleksli (zilletli) insana da "-Ne kadar efendi, ne kadar ağırbaşlı-" dendiğinde, onun da bu durumu onaylarcasına, hoşlandığını görürüz.
Niçin, herkes birbirine karşı rol yapmakta ve Allah'ı da kandıramayacağının bilgisiyle iç ve dış aleminde kişilik bölünmesine uğramakta? Niçin? Oysa içi ile dışı bir olmak, adaleti sağlamak demektir. Temel problemlerimizin çözümü anlamına gelen bu duyguyu derinlemesine ve hissederek yaşamaya ne kadar çok ihtiyacımız var, değil mi?
Kibir ile zillet arasında oyalanıp duran ve bir türlü kendini bulamayan insanın arayışına cevap; "Nefsini tanıyamamasıdır". "Nefsini Bilen Rabbini bilir" hadisi günümüz insanına iyi bir reçetedir. Nefsini tanısaydı Rabbini bilirdi. Rabbini bilen insan ise fıtratına ters mecralara doğru akmazdı. İyi, güzel ve doğru bu kadar net iken kendini belirsizliklerin içine atan insanın bunalım anaforunun içinde gözlerini açması kadar tabii bir şey olamaz. Oysa bu durum, daha büyük zulümlere kapı aralamak demektir. Güçlü devletlerin güçsüzleri ezmesinde, adalet ölçülerine ters bir şekilde ezenin kibiri, ezilenin zilleti dikkati çekmiyor mu? Tarihte de Firavunlar, Şeddatlar, Ebu Cehiller aynı şeyleri yapmadı mı?
Öyleyse bize düşen görev, bütün gücümüz ve idrakimizle, Hz. Peygamberi ve Ashabını iyi anlamak ve onlara tabi olmak, onlar gibi yaşamaktır. Bunun günümüze uzanan pratik çizgisi ise "Alimler, Peygamberlerin varisleridir" hadisi şerifi gereğince, peygamberi bir şekilde tebliğ ve terbiye eden Allah dostlarını bulmak ve onların eteğinde kibir ve zilletimizi tedavi edip, "tevazuyu" ve "vakarı" öğrenmek olmalıdır.