Karlı bir kış günü gezmiştim bu sokakları, geçmiştim buralardan titreyerek. Mevsim değişti ve ben şu an çok terliyorum. Mevsimler hep böyle geçiyor; ya terliyor, ya üşüyoruz… İlkbahar, yaz, sonbahar, kış… Dünya kuruldu kurulalı böyle. Hayatın kuralı bu, kevnî ayetler… Mevsimlerin değişmesi, birbirine dönüşümü, insanın hayat döngüsündeki sırrı da içinde saklıyor. Çünkü insanın da bir gizemi var. Mevsimler gelip geçiyor, insanlar da… Beden ve ruh, yoktan yaratıldı. Bir müddet, üzerlerindeki hüküm icra olunuyor, sonra tekrar zeval buluyor beden, sonra yine hayat buluyor. Ruhumuzun da mevsimleri var, bazen kış, bazen bahar, bazen de yaz…
Ama ruh, ebedi gençliğin aşısını da alarak gelmiş hayata… Zevali yok ama acı da onunla, hüzün de onunla, neş'e de onunla… Evet, terliyorum, güneşsiz bir sıcaklık çarpıyor bedenime. Etraf sakin, hiç telaş yok, koşuşturma yok… Görüşümün ulaştığı son noktanın kalabalığına ilişiyor gözüm, ortalık sakin olmakla beraber, herkes bir yerde toplanmış adeta… Biraz yaklaştığımda daha da belirginleşiyor insanların hali. Burada da koşuşturma yok fakat demin söylediğim gibi, kalabalık çok… Sanki herkes sükûnetin ekmeğini yiyerek besleniyor. Üstelik bir yere yetişmek gibi bir kaygıları da yok. Hepsi de son durakta inen yolcular gibi dingin ve her şeyi görmüş geçirmiş gibi de engin mi engin… Elbiseleri aynı, hem şeffaf hem renkli hem de güzel… Bir başka dünyanın insanları gibi farklılar ama insanlıkları aşikâr… Onlarla konuşmak istiyorum ama o da ne, dil çaresiz, heceler yetersiz. Kendimce, sembolik bir dille konuştuklarını ve bunun ruha ait bir üst dil olduğunu ve bu dilin bu topraklarda hiç kullanılmadığını düşünüyorum… Onlar herkesi anlıyor ama ben onları anlayamıyorum. Dille ilgili garibanlığımı giderecek bir yol arıyorum. Zaman zaman birbirleriyle bir şeyler konuşuyorlar. Kahkaha atan yok, tebessüm edense çok ama bazı tebesümler, "acı acı" derler ya, aynen öyle… Birbirleriyle gayet nezih, kibar ve vakarlı bir şekilde selamlaşıyorlar. İlk anladığım kelime "Selamünaleyküm…" Ruhum tanıyor ve biliyor bu harfleri, anlayabiliyorum. Hafif kaygılıyım ama ruhum burada rahat ve huzurlu. Kadını da erkeği de bir hoş… Tevazulu, yumuşak ve samimiler… Adeta karaların bitip denizlerin başladığı, başka bir atmosferin teneffüs edildiği, oturuşu kalkışı, duruşu ve gülüşü, insan ilişkileri çok farklı bir dünyada olduğumu hissediyorum. Belli ki görünenin ötesinde, başka bir maveradayım ve artık ben de alışmaya başladım. Ama yine de dokunacak kadar yakın, farklı olduklarını hissettirecek kadar da uzak mesafedeyim onlarla…
En yakınımda olanlara yaklaşıp, bir iki sözle konuşmayı deniyorum. Hafifçe tebessüm ederek "gel!" diyorlar. "Burası neresi?" soruma cevap hemen geliyor; "Burası, gelenlerin geri gidemediği, gerisi olmayan yer!" diyorlar. Hüzünleniyorum. Bedenime, elime, ayağıma bakıyorum. Gözlerim beni yalanlamıyor ama sanki ortam ve şartlar onları doğruluyor. Bir kendime bir de onlara bakıyorum. Hem aynıyız hem farklı, bunu hissedebiliyorum… Yine de onlarla konuşabildiğim ve tanıştığım için mutlu oluyorum. Aksi halde kalabalıklar içinde garip, yalnız ve yapayalnızım. Biraz ilerde bir trafik kazası olmuş, "Hayrola!" diyorum. "Çarpışanları bekliyorduk ama camdan bakan geldi!" diyorlar, yandaki evin açık camını göstererek… "Nereden biliyorsunuz?" diyorum. Acı acı siren sesiyle adeta yanımızdan uçarak giden ambulansı gösteriyorlar.
Ruhu, dünyaya sınanmak üzere bir kez gönderilenler, burada aynı hakikati haykırmak üzere toplanmışlar, belli... Israrla, "Biz dönemeyiz ama sen gelirsin!" diyorlar. Bir müddet sonra beni yolcu ediyorlar. "Caddenin karşısındaki araca binerek evine, çocuklarına kavuşabilirsin." diyorlar. Telaşla sağa sola koşuşturuyorum, bilet arıyorum geçen araçlara binmek için… Karacaahmet'teki mezarcıyı gösteriyorlar; "Buradan geldin, buradan gideceksin."diyorlar. Mezarcının yeri, mezarlıklardan yürüyüp arka kapıdan girdiğim bir büyük oda… Mezarlık tarafından mezarcıya dahil oluyorum. Odaya girdiğimde sürekli bilet kesen mezarcı, ilk girdiğim kapıyı gösteriyor. Çıkış kapısıymış… Ben çıkarken başkaları girmekte… Heyecanlanıyorum. Birisi beyaz önlüklü belli ki doktor, diğeri de beyaz önlüklü fakat kasap… Birisi siyah giyinmiş kadın, rahibe, bir de siyah çarşaflı kadın… Rengarenk giyinenler de var. Fakat mezarcıdan geçenler hep aynı kıyafete bürünüyor. Bazısı parlak, bazısı soluk, çoğu siyah, az bir kısmı da beyaz…
Uyanmışım, kan ter içindeyim. Huzursuz değilim, üstelik mutluyum da… Bedenim de ruhum da benimle beraber, yani ben yine "ben"im… Ama farklı bir ben… Her zaman benden ayrılmaya hazır bir ben… Gezdiğim yerler ne benden uzak ne de çok ötelerde. Hissediyorum bunu… Karacaahmet meclisi gibi daha nice meclisler var. Hepsi farklı yüzyıllara ait ama şimdi aynı mekanları ve aynı zamanı paylaşıyorlar.
Bugün pazartesi ve ben işime gidiyorum. Yolumun üzerindeki şehid kabrine selam veriyor ve "İnnelillahi ve inneileyhi raciûn" diyorum. Yine Mustafa Devatî Hz.'nin türbesinde duraklıyor, dua ediyor ve Fatihalar okuyorum. İhlas mı, ihlas-ı şerife okurken artık daha muhlis olduğumu hissediyorum. Akşamları işten dönerken düşünceli bir şekilde akşam vapuruna biniyor, Üsküdar sahiline inince, Mihrimah Sultan Camii'nden geçerken, caminin avlusunda yatan caminin bânisi zata selam veriyor ve dua ediyorum. Başka birgün yolumu değiştirerek biraz ilerde Aziz Mahmut Hüdai Hz.'ne uğruyor, çok büyük bir saygı ve edeple kendisine selam veriyor, dua ediyor ve Fatihalar gönderiyorum. Yokuşu çıkarak düşüncelere dalmış bir şekilde ilerlerken, hemen sağımda, yol kenarında Mehmet Nasuhi Hz.yaşıyor. Kendisine halimi arzedip, utangaç bir tavırla Fatiha okuyarak, duygulu bir şekilde yanından ayrılıyorum. Evime az kaldı, çocuklarım da beni bekliyor. Henüz yolculuğum bitmedi ve yol üzerinde Karacaahmet Hz. var. Çok kıymetli bir büyüğüm, onun, kendi asrının kutbu olduğunu söylemişti. Hayıflanıyorum ve buraya yaklaşırken içim titriyor. Çünkü o kalabalık meclisle burada karşılaştım ve mülaki oldum. Bu semtin insanları daha kalabalıktı. Büyük bir içtima yeriydi. O an aynı şeyleri, düşünce planında tekrar yaşadığımı hissettim. Hala ruhum, oralarda bir yerlerdeydi. Yoksa aniden gözlerini açıp, Abdülfettah Bağdadi Hz.'nin yanından geçtiğimi fark eder miydim… Bir taraftan Necip Fazıl'ın o güzel dizelerini hatırladım…
Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber…
Ve hemen, ölüm neşesini tadan bu insanların, ölmeden önce ölümü tefekkür ettiklerini anlıyorum. Hz. Ali Efendimizin; "Ahiretle aramızdaki perdeler kalksa, imanım zerre kadar artmaz." sözü zihnimde şimşek gibi çakıyor. Ne büyük ilim, ne büyük idrak, ne büyük ufuk…
Modernite ve kentleşmenin beni yok etmediğini düşünüyor ve Allah'a (Celle Celalühü) hamdediyorum. Çamlıca tepesine doğru yaklaşırken cep telefonum bütün gücüyle bağırıyor, belli ki hanım arıyor;
"Üç ekmek al da gel, çabuk ol, yemek hazır!"