Bütün dünyada kabul edilen evrensel olarak nitelendirilen değerler vardır. Bu değerler, sadece bize ait değil, aklıselim herkesin kabul ettiği değerlerdir. Dürüstlük, yalan söylememek, hoşgörü, saygı, vefakârlık, sadakat, sorumluluk vs. şeklinde sıralanabilen bu değerler herkes tarafından kabul edilir.
Doğuştan bizimle beraber hazır olan bu değerler ve bu değerlere sahip olup devam ettirebilme potansiyeli her geçen gün azalmaktadır. Bizi yetiştiren öncelikle anne-babalarımız bizlere bu yüce değerleri kazanabilmemiz hususunda ellerinden gelen çabayı yeterince gösterememekte belki de göstermemektedirler. Kendilerince "geçerli" sebepleri var elbette. Peki, kendilerince "geçerli" olan bu sebepler gerçekten geçerli midir? Bunu örnekle ortaya koyalım; her yetişkin, çocuğunun doğru sözlü olmasını, dürüst olmasını, yalan söylememesini istemektedir. Bu konuda çocuklarına her fırsatta öğütler vermektedir. Şöyle bir bakalım, bu öğütleri hangi anne-baba kendi yaşamında uygulamaktadır? Onlar bu güzel ve özlü değerleri diğer bir ifadeyle ahlaki davranışları, yaşamlarında bir entelektüel bilgi, geçmişteki insanların yaşam sitilinin hatırlanması, belki de sadece tatlı bir anı olarak hatırlamaktadırlar. Akıl, bu değerlerin olmasının gereğinden bahsederken, içinde yaşadıkları aile, akraba, mahalle ve toplumun etkisiyle farklı uygulamalara girebilmektedir.
Klasik olarak kullanılan bir ifade olan "konjonktür" böyle gerektiriyor. Hayır, aslında konjonktür deyimini ortaya atanlar insanlara bir şekilde nasıl düşünmemiz gerektiğini enjekte etmektedirler. Dolayısıyla konjonktür diyerek kendimiz kendi düşünce yapımızı dejenere etmekteyiz. Sonunda da kavramların içini boşaltıyoruz. İçi boşaltılan kavramların ise anlamsız olduğunu söylemeye başlıyoruz. Farkına varmadan (vardırılmadan) artık bizi bir şekilde organize edenlerin istedikleri düşünce kalıplarıyla düşünmeye, olayları yorumlamaya başlıyoruz. Bu durumda biz, biz olmaktan çıkıyoruz. İşin ilginç yanı, kullanmaya başladığımız düşünme strateji ve sitillerini de kendi asli yapımız gibi görmeye başlıyoruz.
Kendi öz benliğimizdeki düşünme ve algılama yapımızı kullanmadığımızda ve kendimizi eksik ve aşağı gördüğümüzde diğer bir deyişle aşağılık kompleksine kapıldığımızda kendimizden uzaklaşmaya başlarız. Oysaki insanı davranışlara yönelten asıl öğe olan duygular için temel unsur olan kendine güven, kendine saygı ve kendini kabul gibi kavramların içini doldurarak hareket ettiğimizde orjinal fikirler ortaya çıkması doğaldır.
"İnsanın nefsinde olanı değiştirmesi" gerektiği ilahi emri bize yol göstermektedir. Nefiste olan ve değiştirmesi istenen şeyler nedir? Nefiste olan, ilahi ilhamla düzenlenmiş, yaratıcının isim ve sıfatlarının tecellisi ve onun zıddı olanı terk edebilme iradesidir. Ancak insan büyük bir potansiyele sahip olmasına rağmen ataleti sevmesi, onun harekete geçmesini engellemektedir. Her insan dünyada kendini azınlık olarak görebilse, azınlık olarak bulunduğu toplumda ayağa kalkmak ve kendi haklarını kazanmak zorunda olduğunu hissetse ne olur hiç düşündünüz mü? Sanırım hayır. Tarih olayların ve toplumların doğru bir şekilde irdelenmesi ve yeni çıkış yollarının bulunmasını sağlayan olgularla dopdoludur. Hangi topluluk kendini azınlık ve ezilen olarak gördüyse topyekün ayağa kalkabilme gücüne sahip olmuşlardır. İşte o zaman kendilerine güvenleri artmış, kendilerindeki potansiyeli fark etmiş, mutlaka bir çıkış yolu olduğu inancına sahip olmuşlardır. Normal zamanda hastalıktan kurtulamayan insanlar şartlar zorlaştığında hayata tutunmayı daha kolay başarmışlardır. Başkalarından bir şeyler bekleyerek, başkalarının kendilerini ayağa kaldıracağına inanan insanlar hep yerle bir olmuştur. Onun için şunu çok kolay söyleyebiliriz: "Zor şartlar güçlü insanlar yetiştirir."
İşte bu düşünce şekli, insanın yeryüzünde Allah'ın halifesi olduğunun farkında olmayı gerektirir. Allah'ın halifesi olduğuna inanan bir insan hiç bir zaman sağa sola bakmadan ayağa kalkabilir. Sadece kendi nefsindeki olanı değiştirmenin yeterli olmayacağını görür. Çünkü tek tek iyi insanların olması toplumun yok olmasına (başına bela gelmesine) engel değildir. İnsan olmanın yani Allah'ın halifesi olmanın zorunluluğunda ben adam olacağım, içinde bulunduğum toplumda adam olacak, hep beraber gelişip değişeceğiz. Kötü özelliklerimizden iyi özelliklere doğru bir inovasyon yapacağız.
Allah'ın halifesi adayı olmak demek yüksek sorumluluk demektir. Sorumluluk da tek boyutlu değildir. Sorumluluk önce kendi nefsinde olanla ilgilidir. İnsanın içerisinde bulunan potansiyelini en üst düzeye çıkarmak, ilk ve en önemli sorumluluğudur. Kendindeki potansiyelini geliştirmek, sınırlarına ulaşmak bir inovasyondur. Aynı zamanda bir değişimdir. Değişim, bilindiği gibi mevcut memnun olunmayan durumdan memnun olunan duruma geçmedir.
Halife yalnızca kendini değil, ailesini, akrabasını, mahallesini, toplumu vs değiştirmek ve yenileştirmek için çaba göstermek zorundadır. Bu zorunluluk, adalet ve sorumluluk değerleriyle iç içedir. Demek ki ilk önce sahip olunması gereken özellik, sorumluluk hissetmektir. Sorumluluk duygusuna sahip olan insanlar, kendileriyle beraber içinde yaşadığı toplumun da değişimine katkı sağlamaktadır. Sorumluluk, örnek olmayı da zorunlu kılmaktadır.
Dikkat edilirse bizim halife diye nitelendirdiğimiz kavrama bir başkası kendini gerçekleştirme diyebilmektedir. Halife olmak durağanlık değil sürekli eylem içerisinde olmak demektir. Halife olmak demek sürekli değişim demektir. Halife olmak demek sürekli inovasyon demektir. Yani kısaca halife iki günü birbirine eşit olmayandır.
İşte bizim kullandığımız ilahi bir kavram olan halife kavramı duyguların ve düşüncelerin nasıl hareket etmesi gerektiğinin ölçüsünü taşımaktadır. Bu ölçünün içerisinde sahip olunması gereken isim ve sıfatların mürekkepliği söz konusudur. Bu durumda kullanılan hiç bir kavram içi boş ya da boşaltılmış olamaz. Çünkü içi boşaltılmış kavram demek, bana göre başkalarının inançlarına, duygu ve düşünce biçimlerine hatta yaşam tarzlarına göre hareket etmek demektir. Asimile olmak demektir. Oysa her güzel davranış, her güzel söz, her doğru bilgi ve ilim yitik mal olarak görülür ve alınır akomodasyon süreçleriyle içselleştirilir. Ama asla asimile olma söz konusu değildir.
Biz kendimize bir ad koyalım ve ona göre duygulanalım, düşünelim ve davranalım. Değerlerimiz de ona göre olsun. Haydi kendimize isim koymaya...
Ben halife adayı mıyım yoksa başkalarının dayattığı bir düşünce duygu akımı ile hareket eden bir kukla mıyım?
Ziller ve ipler diye bir şarkı vardı. Bu şarkıda olduğu gibi ipleri başkasının elinde olarak hareket eden ama kendi başına göre hareket ettiğini sanan; kendisine göre duygu ve düşünce geliştirdiğine inanan fakat birilerinin kulağına (kalbine-aklına) üflemesine göre hareket etmekten başka bir yol bilmeyen insan olmak ne korkunç bir işkencedir. Yalan söyleyeceksin ama yalan olmadığına kendini bile ikna edeceksin üstelik diğer insanları da doğru söylüyormuş gibi inanarak yönlendirmeye çalışacaksın. Düşünebilir misiniz bu şekilde bir yaşam içerisinde olduğunuzu? Hayatının koca bir yalandan ya da hayalden ibaret olduğunu anladığında çok geç kalmış olursun.
Geç kalmayanlardan olmak ve en azından halife adayı olarak hayatını geçirebilenlerden olabilmek için enfüsi diye nitelenen yönümüzün tedavi olabileceği tasavvuf adıyla meşhur hastanelerden faydalanabilmek umuduyla…