Her insan, bu yazıdan kendine bir pay çıkartabilir. Bu pay hiç de azımsanamayacak bir paydır. Çünkü bu yazıdaki müşkülleri halledememiş her insan burada yazılanlara muhtaçtır. Bu konuda müşkülü olmayan kendisini tanımıyor demektir. Burada önemli olan, maksadın hâsıl olması ve bir iç görü kazanmaktır, kendini muhasebe edebilmek, ölmeden önce hesaba çekebilmektir. Yani ölmeden önce ölmeye zihin ve kalp olarak hazırlıklı olmaktır aslolan…
Yanına henüz otururken gayri ihtiyari dilimizden "Allah" kelimesinin dökülüvermesi, hakikaten ruhun "hu" sadâsını hatırlaması mı, yoksa sosyalitesi gelişmiş dışarıya yönelik celvetî bir tarzın içine gizlenmiş gizli bir riya mı? Ya da yerine göre, Müslüman bir kasaptan alınacak iyi ve avantajlı bir et için bir iki dinî kelam size neleri çağrıştırıyor? Günlük hayat içinde basit kazanımlar için yaptığımız ince kurnazlıklar da hakeza… Burada, bunların riya olabilme ihtimalinden hareketle, bu ve benzeri durumlarda olduğu gibi, içimizin derinliklerindeki riyayı fark edersek, daha üst katmanlarda ve hayatın içinde organize olmuş, oturmuş, gün be gün şekillenmiş, adeta sıfatlaşmış olan riyalarımızı fark etmemiz daha kolay olacaktır. Mesela, tarih içinde olmuş bir vakadan örneklendirirsek; Teheccüd namazına kalktığında ayağındaki takunyayı yere biraz daha sert vurarak gürültü çıkaran dervişe, kendi şeyhinin söylediği söz, hepimizin malumudur: "Biz, o takunyanın sesinin niye öyle çıktığını gayet iyi biliriz!" Bu örnek, sevap ve rıza değeri yüksek amellerinde dahi insanoğlunun ihlâssızlığına iyi bir örnek gibi görünüyor.
Düşünün ki, hiç insan içine çıkmadan en az beş yıl bir kenara çekilip ibadet yapmışsınız, sonra ilk defa biriyle karşılaşıyorsunuz… Tabii ki hangi insanla ve neyi konuşacağınız burada önem kazanıyor. Birincisi, karşınızdaki insanı kendinize kıyasla büyük ya da küçük görüyor olabilirsiniz, eşit ya da Allah'ın kulu bir Hz. insan olarak da görüyor olabilirsiniz… Hele bu duygu beş yıl öncesine dayanan bir duygu, bir küçük ya da büyük görme duygusu ise, daha da önem kazanıyor. Çünkü beş yıl içinde sizde ne tür değişiklikler olduğuna bağlı olarak duygulanmak ya da düşünmek durumundasınız… Nitekim Kalbinizde ne tür değişiklikler oldu ise, aklınız da onu haykıracaktır… Amel ve talep içinde geçen o koca beş yılın sonunda, insanları büyük ya da küçük görmek gibi nefsanî ârazlar, hastalıklar ön plandaysa ilk refleksleriniz kibir, riya ya da ucûb olacaktır. Yok, bunların yerine, afâkî ve enfüsî putları yok ettiyseniz, gönlünüzde "Tevhid" duygusu hakim olmuşsa ne güzel ve ne muhteşem bir gelişme… O beş yıllık çaba, kalbinizde sadece varlık duygunuzu artırdıysa, nefsiniz kabardıysa ve insanlardan sırf bu nedenle imtiyazlı bir saygı bekler hâle geldiyseniz, riyânız… "Ben Allah'ın (Celle Celalühü) en mümtaz kuluyum" diye düşünüyorsanız, ucûbunuz (amellerini beğenerek kendinde varlık görme…) Kendinizde nefsanî bir varlık duygusuyla birlikte insanları küçük görüyorsanız kibriniz ayyuka çıkmış demektir. Maalesef böyle!.. Bu örnekte olduğu gibi, hayat da hep ilk karşılaştıklarımızla doludur. İlk reflekslerimiz kibir, ucub, riya ya da hased ise vay halimize!.. Ne yapalım peki derseniz; okumak, düşünmek, amel etmek ama tüm bunları içimizde izafi değeri pek yüksek olan ve önceden bu yollardan geçmiş murakıb ya da büyüklerin eteğinde bu işi yapmak ve planlamak… Gelin belki de hiç gerçekleşmeyecek olan beş yılı beklemeden arınma çizgisine girelim ve arınalım… İmam Gazali (ks) İhya'sında riyanın inceliklerine şöyle dikkat buyuruyor:
"Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Gerçekten ümmetim için en fazla korktuğum, riya ve gizli şirktir. O şirk öyle bir şeydir ki siyah karıncanın karanlık gecede siyah taşın üzerindeki izinden daha gizlidir.'
Bu sırra binaendir ki âbid ve muttakîler şöyle dursun, âlimlerin dâhileri bile, bu şirkin tehlikelerine vâkıf olup onu sezmekten aciz kalmışlardır. Bu tehlike, nefsin son tehlikelerinden ve hilelerin gizli kısımlarındandır. Bu riya felaketine, âlimler, âbidler ve âhiret yolu için kollarını sıvayanlar müptela olurlar. Çünkü bunlar, ne zaman nefislerini kahredip, onunla mücâhede ederlerse, onu şehvetlerden kesip, şüphelerden korunurlarsa ve cebren onu ibâdet çeşitlerine zorlarlarsa, nefisleri âzaların yaptığı zâhirî günahlara tamahkârlık etmek hususunda âciz olur. Bundan dolayı da hayır ve hasenatı belirtmek, ilim ve ameli izhar etmek suretiyle istirahata çekilmeyi ister. Böylece mücâhedenin zorluğundan halkın hoşuna giden, tâzim ve hürmet etmelerini sağlayan bir yol bulur. Derhal ibâdet ve taatlerini anlatarak halkı ibâdetine muttali kılar. Hâlık'ın bilmesiyle kanaat etmez. Yalnız Allah'ın hamdine kanaat etmeyip insanların övmesiyle sevinir.
İnsanlar, şehvetleri terkettiğini, şüphelerden korunduğunu, ibadetlerin zorluklarına katlandığını bildikleri takdirde kendisini överler. Mübalağalı bir şekilde takrizde bulunurlar. Ona tazim ve ihtiram gösterirler. Onu görüp, konuşup duasını almak isterler. Görüşüne tâbi olmak hususunda harîs olurlar. Hizmet etmek ve selâm vermekle ona yaklaşmak isterler. Mahfellerde son derece ikramda bulunurlar. Alışveriş ve muamelelerde müsamaha ederler. Meclislerde öne geçirirler, yemek ve elbiselerde kendi nefislerine tercih ederler. Tevazu göstererek kendisine hürmet ederler. Hedeflerine hürmet ettikleri halde kendisine itaat ederler. Bu bakımdan nefis, bu hususta her lezzetten daha büyük bir lezzete sahip olur. Böylelikle şehvetlerin hepsinden daha büyük bir şehvet elde eder. Dolayısıyla bunun yolunda günahları ve hataları terketmeyi pek kolay birşey sanır. Bâtında lezzetlerin lezzetini ve şehvetlerin şehvetini idrâk ettiğinden dolayı, ibâdetlere devamlılıktan meydana gelen sertlik onun için yumuşar. Bu bakımdan insanoğlu zanneder ki hayatı Allah iledir ve Allah'ın ibadetiyle nefsi razı olmuştur. Oysa hayatı ancak bu gizli şehvetle kaimdir. Öyle bir şehvet ki onun idrâkinden nâfiz ve kuvvetli akıllar bile körleşir. İnsanoğlu kendisini Allah'ın ibâdetinde muhlis ve haramlarından korunmuş olarak görür. Oysa nefis, kullara süslü görünmek, halk için yapmacık hareketlerde bulunmak, halkın yanında elde ettiği makam ve îtibara sevinmek hususunda bu şehveti içinde gizlemiştir. Bunun vasıtasıyla ibadetlerin sevabını yakmış, amellerin en iyisini bile kül haline getirmiştir. Kişinin ismini münafıkların listesine yazdırmıştır. Buna rağmen kişi Allah'ın nezdinde makbul kullardan olduğunu zanneder.
İşte bu, nefsin bir hilesidir. Bu hileden ancak sıddîk olanlar kurtulurlar. Bir düşüş yeridir ki ondan Allah'ın dergâhına yakın olanlar ancak çıkarlar. Nitekim şöyle denilmiştir: ´Sıddîkların zihninden en son çıkacak şey riyaset (reislik, baş olmak) sevgisidir´. Mademki riya, gizli ve şeytanların en büyük ağı olan bir hastalıktır. Öyle ise riyanın sebebini, hakikatini, derecelerini, kısımlarını, tedavi yollarını ve kendisinden sakınma yolunu izah etmek farz olmaktadır."
Riyanın ilacı, karşılığını sadece Allah'tan bekleyerek iyilik ve ibadet etme bilincini diri tutmaktır. Kullardan beklenti içinde olmak riyakâr davranışları arttırır, ibadeti boşa çıkarır.
İmam Ebu Hanife Numan b. Sabit (rh.a.), "El-Fıkhu'1-Ekber" adlı meşhur eserinde şöyle diyor:"Herhangi bir amele riya karıştığı zaman, o amelin ecrini yok eder. Keza ucub (kendi amelini üstün görme) de böyledir. (1)
"EI-Fıkhu'1-Ekber" adlı eseri şerh eden Allâme Aliyyu'l-Karî (r.a.) bu konuda şunları kaydediyor:"Riya ve aynı manaya gelen sum'a, amellerden herhangi bir amelde vaki olursa, o amelin sevabını ibtâl ederler. Bunlardan biri söylenip her ikisinin murad edildiği de olur. Çünkü her ikisi de ihlâssızlığa gider. Çünkü mürâî, insanlar görsün diye amelini gösterir ve ünsiyet makamında onu güzelleştirir. Gösteriş ve duyurmak için iş yapan ise, amelinde Allah rızası bulunmayıp sırf insanlara işittirmek için amelini yapandır. Bu ikisi de, amelin özünü iptâl eder."
Bir cemaat büyüğünün söylediği gibi; "Makam, paye ve rütbe bağımlısı olan kimselerin verdikleri tavizler, uyuşturucu bağımlılarının o zehri bulabilmek maksadıyla yaptıkları maskaralıklardan daha aşağı değildir". Allah Resulü (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyurmuştur: "Şöhret ve makam sevgisinin insana verdiği zarar, koyun sürüsüne saldıran bir kurdun o sürüye verdiği zarardan daha çoktur!".
Allah Teâlâ buyuruyor ki:"Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın."(2) Yani, Rabbine gizli ve aşikâr olarak şirk koşmasın. Bunda, şöyle bir işaret vardır: Kişi, riya ve süm'a'yı taat ve ibadetle birlikte kastettiğinde, bunların birinin diğerine galebe çalmasıyla veyahut eşit bir hâl alması ile mutlaka bir ortaklık vasfı bulunur. İşte aralarındaki bu ortaklık vasfı, amelin sevabını giderir, günah işlediğini isbat eder. (3)
"Ey iman edenler, Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer. Ona, sağanak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremez(elde edemez)ler. Allah, kâfirler topluluğuna hidayet vermez." (4)
Riya ve rol arasındaki kavramsal ilişkiden hareketle üzerinde durulması ve mutlak riyadan ayırt edilmesi gereken durumlar da var tabi. Özellikle davranışlar açısından önemli olan bu konulardan birisi Cah ve riya arasındaki fark… İmam Gazali (rh.a.), bu konuda şunları beyan eder:"Bilmiş ol ki riya, rü'yetten (görmekten), süm'a, sima'dan (işitmekten) müştaktır. Riya demek, iyi görünmekle insanların kalbinde yer almak istemektir. Câh da, insanların kalbinde yer almayı istemektir. Fakat bu, ibadetle olduğu gibi, başka işlerle de olabilir. Ancak riya, yalnız ibadetle insanların gönlünde yer almayı istemektedir.
Bir de ihlassızlık örneği bu alternatiflerin dışında, ihlasın ta kendisi olarak yapılabilen roller var ki, bu da ancak ilim, amel ve ahlakı sadece Allah'ın (Celle Celalühü) rızasına kavuşmak için yaşayanların işidir. Bilindiği üzere, içinde vıcık vıcık rol kokan nefsaniyetler de ihlâssızlığımız yüzünden bilerek ya da bilmeden yaptığımız daha niceleri de "riya" kapsamında olan nefis hastalıklarıdır. Hakk'ı en büyük bilerek yapılan amellere riyanın karışması mümkün değilken, Hakk'a değil halk'a yaranmak için yapılan hâl, tavır ve hareketlere, amellere, riyanın ya kokusu ya kendisi bulaşıveriyor hemencecik... Bir düşünün bakalım, "Sahtekârlar almak için rol yapar bizlerse vermek için" diyen Mevlana (ks) acaba ne demek istedi? Mevlana'nın (ks) bahsettiği rol, nasıl bir roldür. Hiç şüphesiz bu rol, ihlasla yapılan bir roldür. İçinde kibir olmayan, içinde hased olmayan, içinde riya olmayan bir davranıştır. Nefsini saf dışı bırakarak ancak ehlullah bu rolü yapabilir. İşte o zaman bu rolün adına ancak "ihlas" denir. Mesela İslam'da kibire karşı kibrin sadaka olduğu bilinir. Oysa kibir, tekebbür iyi değildir. Ama kibir sahibine karşı kibir, en güzel silahtır. Kibirli kişilere karşı mütevazı olmak, tevazuun kendisine karşı yapılan saygısızlıktır. Zira, kibirli insana karşı alçakgönüllü davranırsanız, sizi ikinci sınıf görür. Bu kişilere, onların anlayacağı duygu dilinden konuşmak daha yararlıdır. Burada da kibre karşı kibir göstermekle, kibrin "rol boyutu" öne çıkmakta ki; bu role kibir değil tevazu demek daha doğru olur. Ama karşımızdaki insan gerçekten kibirli değil de kompleksini, zilletini gizlemeye çalışan bir kibir gösterisi içindeyse, onun kendinden habersiz bu rolüne de rolle karşılık vermek mümkündür. Bu anlamda günümüz insanının güzel davranışlarla, fiili olarak hoşgörü ve iyi niyet gösterilerine muhtaç olduğu da unutulmamalıdır. Çünkü nefis hastalıklarına sahip olan muhatabınız, belki ömründe samimi, iyi niyetli, hoşgörülü davranışlarla pek de karşılaşmamış olabilir. Bu nedenle "insan başka, davranışları başkadır." düsturundan hareketle muhatabınızdan esirgenmeyecek merhametli ve müşfik davranışlar, yüksek ahlaka sahip mürüvvet ehlinin tebliğ metodu ve hasleti olup, bu sayede muhatabınızın gönlünde sizi doğru algılayacak bir rahmet kapısı açılmasına da sebep olabilirsiniz. Bunu fark etmek ve dengelemek de hiç şüphesiz ahlaken üstün nitelikli insanların işidir. Siz de bu sayede, yerine göre cah gibi toplumsal bir rolden ihlas gibi samimi bir role kanatlanmış olursunuz.
Sahabe-i Kiram efendilerimizin riyaya, ucuba bakışı nasıldı acaba diye hiç düşündük mü? Yani bizzat Hz. Peygamber'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) yanında oturan, birlikte yaşayan, O'nu dinleyen insanlardan bahsediyorum. İslâm Ümmeti'nin ilk nesli, öncü, örnek ve en hayırlı nesil Ashâb-ı Kiram, bu konuda çok hassas ve dikkatli idiler... Riyanın her türünden kaçınıyor, tozu üzerlerine konmasın diye gayret sarfediyorlardı... Rabbleri Allah'ı Tevhid ederken, gizli ve açık hiçbir şeyi ortak koşmamaya dikkat ediyorlardı... Bu konuda gerek sözlerinde, gerekse hareketlerinde çok titiz idiler.. Çünkü örnekleri Hz. Peygamberdi. "Karıncanın yürüyüşünden daha gizli olan şirkten nasıl sakınabiliriz Ya Rasulullah?" sorusuna Rasulullah (s.a.s.): "Allahımız, bildiğimiz bir şeyi Sana ortak koşmaktan Sana sığınırız! Bilmediğimiz şeyler için de Senden bağışlanma dileriz, diye dua ediniz!" buyurdu.
Muaz (r.a.)'ın Rasulullah (s.a.s.)'den işittiği; "Şüphesiz riyanın azı (bîle) şirktir.. (5) hadisini ağlayarak hatırladığını biliyoruz. İkrime (rh.a.): Allah Teâlâ, kulun ameline vermediği mükâfatı, niyetine verir. Zira niyette riya olmaz, demiştir. (6)
"Şerhu'l-Eşbâh" şerhinde Hamevî, şunları söylüyor: "İhlâs, seninle Rabbin arasında bir sırrdır. Ona, melek muttali olamaz ki, yazsın! Şeytan, vakıf olamaz ki, şaşırtsın! Heva-heves, yol bulamaz ki, yanıltsın!"
Selef, yaptıkları amellerle riya etmezlerken, şimdiki insanlar, yapmadıklarını yapmış gibi göstererek riya ediyorlar. Riya çoğu zaman tek başına bir rahatsızlık olmayıp, yanı sıra kibir ve hasedi de beraberinde getirir. Bu vesileyle nefis çok büyük bir tatmin yaşar ama ruh adeta ölür. Hased sahibi insanlarda gerçeklik algısı bozuktur ve verdikleri hükümler hep sorgulanmaya muhtaçtır. Nefis hastalıklarının ortak özelliği nedeniyledir ki, ya bütün bir ömrü kendini kandırarak geçirir ya da şifa bulursunuz… Kibrin de hasedin de ilacı tevazudur. Kibrin de hasedin de asıl zararı, kişinin kendisinedir, başkasına değil. Bu duygular kişinin aklını azaltır ve muhakeme duygusunu zayıflatır. Bunlardan ancak tevazu ile kurtulacağını fark eden de, akıl ve davranış boyutunda kendi ilacını bulmuş demektir ki, ne mutlu ona...
Günümüzde de dünyanın her yerinde özellikle kapitalist toplumlarda bir ömür boyu yaşadığı tatmini bir çırpıda yitiren insanları bekleyen şey mutsuzluktur. Nitekim ABD'de yapılan bir araştırmada CEO'ların %25'inin emekli olduktan sonra bir sene içinde öldükleri tespit edilmiştir. Çünkü çalışanlarıyla aralarına yıllarca mesafeler koymuş olan bu insanları emeklilik sonrası bekleyen şey, yalnızlık olmuştur. Kendi narsizmlerini besleyen egolarının yokolması 'narsistik yaralanma ve depresyonla' sonuçlanmış, bu da onları alabildiğine mutsuz kılmıştır.
Tüm bunlardan sonra, İmam-ı Gazali Hz. niçin sofileri anlatırken; "Onlar nübüvvet kandilinden aydınlanırlar, onların hareket ya da hareketsizliklerinin altında Allah'ın (Celle Celalühü) rızası yatar." dediği daha iyi anlaşılıyor. Nefsine hakim olarak kemale erme hususunda maneviyat kriterleri yine aynıdır ya da manevi determinizm aynı şekilde devam etmektedir. O nedenle büyüklerimiz "Abdülkadir Geylani'nin amelini işleyen Abdülkadir Geylani olur."demişlerdir. Ama dikkat edin, amelini işleyen…
Evet, belli ki derviş olmak zor, gönül adamı olmak daha da zor… Bu devrin dervişi ya da insanı, kendisi ya da başkaları adına sosyal ve psikolojik şartları iyi değerlendiren bir gönül ehli olmadıkça ne nübüvvet kandilinden aydınlandığını iddia edebilir ne de hareket ya da hareketsizliğinde Allah (Celle Celalühü) rızasının varlığından… Çünkü kendisi kemale ermemiş insan, kaş yapayım derken göz çıkarmaktan bir türlü kendini alamayacaktır. Kendisi adına da başkaları adına da… Peygamber Efendimiz'in (asm); "İnsanlar helâk olur; ancak bilenler kurtulur. Bilenler de helâk olur; ancak bildiklerini yaşayanlar kurtulur. Bildiklerini yaşayanlar da helâk olur; ancak ihlâslı olanlar kurtulur. İhlâslı olanlar da büyük bir tehlike içindedirler" hadis-i şerifi, tüm bunları anlamak için temel dayanağımız olmalıdır.
Kaynaklar:
(1) İmam-ı Azam'ın Beş Eseri, çev. Mustafa Öz, İst. 1981, Sh.69.
(2)Kehf, 18/110
(3) İmam-ı Azam, Fıkh'ı Ekber Şerhi, şerheden: Allâme Aliyyu'1-Karî, çev. Hüseyin S. Erdoğan, İst. 1987, Sh.210-211.
(4) Bakara, 2/264.
(5) Sünen-i İbn Mace, Kitabu'l-Fiten, B.16, Hds.3989.
(6) İmam Gazalî, A.g.e. C.3, Sh.646-647.