Demokrasi ve özgürlükleri sadece kendileri için isteyen bir kısım insanlar türban konusu ile alakalı olarak ortalığı toza dumana verdiler. Her zaman olduğu gibi; "biz velvele yaparsak bunlar geri adım atarlar" dediler ama bu oyunları tutmadı. Aksine artık silahları geri tepmeye ve ellerinde patlamaya başladı.
Anlaşılması güç bir şekilde aleyhlerindeki gelişmelere rağmen hala aynı taktiklere devam ediyorlar. Demek ki, ya akıl ve izandan yoksunlar ya da ağızlarına kadar kin dolular…
Yalnız, artık bir şey açıkça görülüyor ki, bu ülkede bir takım aklıevvel insanlar kendi doğrularını deli gömleği gibi halkın çoğunluğuna giydiremeyecekler. Kendi inanç ve yaşam şekillerini zorla bütün ülke insanlarına dikte edemeyecekler. Her vatandaş gibi askerlik yapan, vergi veren, vatanını milletini seven, gerekirse bu uğurda canlarını severek feda eden insanlara, inançlarından dolayı ikinci sınıf insan muamelesini reva göremeyecekler. Çünkü halkın çoğunluğu artık bu azınlığın diktatörlüğünden iyice sıkıldı.
Seçimlerde demokrasi ve özgürlük havarisi kesilen ve yasakları kaldıracaklarına dair sözler veren, sonra da "şimdi zaman müsait değil, hele toplumun her kesimiyle bir konsensüs oluşsun, sizin taleplerinize o zaman bakarız", diyerek halkı her seçim döneminde kandırmayı alışkanlık haline getiren siyasileri, halk çok kötü cezalandırmaya başladı. En son yaşadığımız seçimin sonuçlarına bakarak bu gerçeği görebiliriz.
Yani artık particilik kalmadı. En azından halkın çoğu isme değil iş yapana bakıyor. Bunlar çok güzel gelişmeler. Halk değişti, fakat eski siyasetçilerin kafa yapısı değişmedi. Ama ya çekilip gidecekler ya da böyle hezimetler yaşayarak yeni halkla tanışacaklar. Aynı şekilde; Atatürk ilke ve inkılâpları, laiklik, cumhuriyet kavramları üzerinden koparılan fırtınalar ve yapılan siyasi manevralar da kimseye inandırıcı gelmiyor. Yıllardır aynı istismarla ülke insanını uyutmayı başaranlar, böyle kolay siyasetle artık halkı aldatamıyorlar. Gelişmeler bunu gösteriyor.
Bu arada, dindar halkın her türlü özgürlük talebine karşı kazan kaldırmayı alışkanlık haline getiren, ne meclisi ne halkın iradesini tanımayan, ağızlarına pelesenk ettikleri "Ortaçağın karanlıklarına dönmek" cümlesiyle ancak kendi karanlık ruh hallerini deşifre eden, bilim adamı kisveli garip insanlar da var. Akademik unvan ve kariyerleri ile asla bağdaşmayacak şekilde, Ortaçağ Papazlarının yobazlığı ve baskıcılığıyla düşünceler ve fikirler üzerinde baskı kurmaya, herkesi kendileri gibi düşünmeye ve inanmaya zorlayan, yerine göre bilimsel, özgürlükçü olmakla övünen bu sözde aydın tiplerini anlamakta zorlanıyorum.
Her fırsatta İslami düşünceyi ortaçağın karanlık zihniyeti ile özdeşleştiren insanların tarih bilgisi ve kültür seviyesini anlamakta da zorlanıyorum. Ortaçağ kimler için karanlıktır, bunu ilkokul ders kitapları bile yazar. Üniversite hocası olmuş, rektör olmuş, bu ifadeyi nasıl kullanır? Demek ki diplomayla cahillik kalkmıyor.
Herhangi bir ansiklopedi bize ortaçağla ilgili şu bilgileri verir:"Tarihi zamanlardan ilkçağ ile yeniçağ arasındaki devredir. Kesin olmamakla beraber, ortaçağın meşhur olan zaman dilimi, Milâttan sonra 476-1453 tarihleri arasındadır. M.S. 395 tarihinde Roma İmparatorluğu ikiye ayrılmış, 476'da Batı Roma İmparatorluğu yıkılmıştır. Tarihçiler 476 tarihîni ortaçağın başlangıcı kabul etmişlerdir. Bizans da denilen Doğu Roma İmparatorluğunun, 29 Mayıs 1453 tarihînde İstanbul'un fethiyle Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet Han tarafından yıkılmasıyla ortaçağ sona ererek, yeniçağ başlar. Ortaçağın 7. yüzyılda İslâmiyet'in Ortadoğu'da zuhuru ve İslâm medeniyetinin Akdeniz dâhil Asya, Afrika ve Avrupa'da yayılmasıyla başladığını kabul eden tarihçiler de vardır. M.S. 7. yüzyıl, hızlı gelişmeler ve faziletlerin yaşandığı altın çağ olarak da kabul edilir. Bu devirde tarihi bilinen yerleşim alanları Afrika, Asya ve Avrupa kıtalarıdır.
Ortaçağ; İslâm medeniyeti ve Türk tarihî bakımından en şaşalı devirdir. Hıristiyanlık ve Avrupa tarihînin de en karanlık devridir. Ortaçağ, Avrupa'da, Endülüs (İber Yarımadası) hariç, cehalet ve taassupla geçmiştir. Osmanlı Devletinin 14. yüzyıldan itibaren Doğu Avrupa'ya hâkim olmasıyla kıtanın doğusu da batısı gibi medenileşmesine rağmen, orta ve kuzeyinin tarihi karanlıktır. Bu çağda Ortadoğu, Orta Asya, Hint Yarımadası, Kuzey Afrika ve Endülüs'te, tarihin en büyük ve medenî devletleri kurularak, hala istifade edilen eserler yapılmıştır. Bu devirde Fransa, İngiltere, İtalya, Papalık ve diğer Hıristiyan devletler, İslâm medeniyeti devletleri ve Türklerle kıyas edilemeyecek kadar geridir. Avrupa'da insan hakları ve hürriyetten söz edilemeyen derebeylik idaresinde, çoğunluktaki köylü ve işçiler serf (esir) durumunda olup, medenî yaşamaktan mahrumdular. Asilzadeler her şeye hâkimdi ve bunlar kale tipi şatoların kıyısında ikamet ederlerken, köylü ve işçiler bunlardan da mahrumdular. Avrupalılar idari, sosyal, eğitim ve öğretim müesseselerinden habersizken, İslâm medeniyetinin hâkim olduğu Ortadoğu, Orta Asya, Hint Yarımadası, Kuzey Afrika ve Endülüs, nadide sanat eserleriyle süslüydü. İslâm devletleri muhteşem müesseselere sahip olup Müslümanlar müreffeh ve modern hayat sürüyorlardı. Halifelik merkezi Bağdat'ta kışın ısıtıcı, yazın serinletici klimaya, temizlik ve günlük ihtiyaçları için en medenî sıhhî tesisata sahipti. Buna en güzel misal Bağdat yakınlarındaki Samarra şehridir.
Papalık ve derebeylik idaresindeki Hıristiyanlık âlemi ise temizliği ve banyoyu bilmediklerinden yıkanmazlar, ortaya çıkan pis kokuyu gidermek için parfümler kullanırlardı. (Hala bazı ülkelerin tuvaletlerinde taharet musluğu yoktur, örneğin Kıbrıs.) Vaftizleri bozulmaması için yıkanmayan Hıristiyan din adamları ve papanın büyüklüğü, medeniyet tarihçilerinin ifadesiyle, ölümünde cesedinin üzerindeki kir katmeri ve bit sayılarıyla ölçülürdü.
Avrupalılar, antik devir denilen ilkçağda yetişen Yunan filozoflarının yazdığı eserlerden bile habersizken, İslâm âleminde İbranîce, Lâtince ve Yunanca eserler Arapçaya tercüme edilerek çoğaltılıyordu. İslâm âlimleri milyonlarca cilt eser yazıp, bu eserler her biri bir kültür ve medeniyet abidesi olan halifelik, devlet, şehir, medrese, sultan, bey ve şahsî kütüphanelerde bulunmaktaydı. Dînî ve fennî ilimler çok yayılıp dünyâda ilk defâ üniversite mâhiyetinde pek çok medrese, tıp fakültesi yerinde darü't-tıp, darü'ş-şifâ, darü's-sıhha, bîmârhâne, bîmaristân; gök cisim ve hareketlerini inceleyen rasathaneler kurulup, matematik, astronomi, tıp, fizik, biyoloji, zooloji, coğrafya, mîmarlık sahalarında kitaplar yazılıp eserler verildi.
Mesela; Bugünkü fiziğin optik (ışık bilimi) sahasında, temel olarak ne görülüyorsa ilk kez ortaya koyan, İslâm Dünyası'nın ünlü fizik âlimi İbnü'l-Heysem, (960-1039) İzafiyet (Rölativite) teorisini ilk olarak fizikî manada ele alan İslâm âlimi El-Kindî, (796 yılında Kûfe'de doğmuştur). Daha çok felsefe, fizik, tıp ve müzik sahalarında çalışmalar yapan Kindî'nin, birkaçı Latinceye çevrilmiş 260 eseri vardır. )
12. yüzyılın en değerli fizikçilerinden Ebu'l Feth Abdurrahman el-Hazinî, "Kitabu'l-Cevahir" isimli eserinde birçok maden ve minerallerin yoğunluklarının değerlerini doğru bir şekilde hesaplayan Ebu Reyhan el-Birûnî (973-1048).
Türk-İslam dünyasının büyük astronomi ve kelam âlimi olan Ali Kuşçu, (XV. yüzyıl başlarında Semerkant'ta doğdu.)
Matematik, astronomi ve coğrafya alanlarında araştırma yapmış olan 9. yüzyılda Hârizm'de dünyaya geldiği için Hârizmi (780-850) adıyla anılan ünlü bilim adamının hazırladığı astronomi tabloları asırlarca ilim dünyasında kaynak olarak kullanılmıştır. Astronomi için gerekli trigonometri bilgisi ve trigonometri cetvelleri de bulunmaktadır.
Dokuzuncu yüzyılda yaşamış, ekliptik eğimi ve Güneşin de kendine göre hareketli olduğunu keşfeden büyük astronomi ve matematik âlimi olan Fergani. (Türkistan'ın Fergana bölgesinden olan Fergani, astronomi, matematik, coğrafya ve mekanik alanlarında deneye dayanan araştırmalar yaptı. Ancak astronomiye daha çok ağırlık verdi. Gök cisimlerinin hareketlerini inceledi ve Batlamyus'un astronomi biliminde kabul gören iddiaları hakkında yankı uyandıran yorumlar yazdı. Kâinatın ve gezegenlerin hacim ve büyüklükleri ile birbirleri arasındaki mesafeleri araştırdı. Araştırmaları sonucu yaptığı saptamalar, Batı astronomisinde Kopernik'e kadar değişmez ölçüler olarak kabul edilerek yüzlerce yıl kullanıldı.)
Fergani'nin en dikkat çeken çalışmalarından biri ise Güneş tutulmasını önceden belirlemek için keşfettiği yöntemdir. 842 yılında bu yöntemle Güneş tutulmasını önceden saptamıştır. Astronomi, matematik, coğrafya ve mekanik alanlarındaki çalışmaları bu ilim dallarının gelişmesine ve temellerinin güçlenmesine vesile olmuştur. O devirdeki tüm Türkistanlı âlimler ve Avrupalı bilginler üzerinde Fergani'nin etkisi görülmektedir. Latinceye tercüme edilen eserleri, asırlarca Avrupa üniversitelerinde okutuldu).
Matematik, botanik, tıp, musiki, felsefe ve mantık alanında eserler yazmış büyük İslam âlimi Farabi'nin (870- 950). Yazdığı eserler ders kitabı olarak uzun süre okutulan Farabi, yalnızca İslam âlimlerini değil, kendisinden sonra gelen birçok Batılı bilim adamını da etkiledi.
Dünyadaki bütün ilim çevreleri tarafından dünyanın gelmiş geçmiş en değerli âlimlerinden biri olarak kabul edilen İbni Sina (980-1037), Zehravi (936-1013) (Endülüs'ün Zehrâ şehrinde doğan Zehravi, İslam dünyasında ve Batı dünyasında cerrahiyi konu edinen, son bölümüyle tanınan el-Tasrif adıyla bir eser hazırlamıştır.)
El-Cezeri (1136-1206) yılları arasında yaşadığı tahmin edilen Cezeri, İslam medeniyetinin ileri olduğu Doğu Anadolu'da Diyarbakır Artuklu Sarayında 32 yıl başmühendislik yaptı. Burada ilmi çalışmalar yapan Cezeri, aynı zamanda haberleşme, kontrol, denge kurma ve ayarlama ilmi olan sibernetik ilminin ilk kurucusudur. Zamanla gelişerek bilgisayarların ortaya çıkmasına imkân tanıyan bu bilim dalı, insanlarda ve makinelerde bilgi alışverişi, kontrolü ve denge durumunu inceler. İngiliz nöroloji profesörü Dr. Ross Ashby ancak sekiz asır sonra 1951 senesinde üstün denge durumuyla ilgili bir çalışma ortaya koymuştur.) gibi daha nice İslam âlimi karanlık denilen ortaçağın aydınlık Müslüman bilim adamlarıdır.
Dini ilimlere gelince; Devrin en büyük şahsiyeti, bütün zamanların en üstünü, en şereflisi ve en yükseği olan hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bu zamanda dünyâya teşrif edip İslâm dînini tebliğ etti ve yaydı.
Eshâb-ı kirâm, Aşere-i mübeşşere, Tâbiîn, Tebe-i tâbiîn, müctehidler, âlimler, evliyâ-i kirâm ve İslâm halîfeleri ile devrin meşhur büyük şahsiyetleri: Gazneli Mahmûd, Sultan Alparslan, Sultan Melikşah, Nizâmülmülk, İmâdeddin Zengi, Kılıçarslan, Selâhaddîn-i Eyyûbî, Firûz Şah, Tîmûr Hân, Osman Gâzi, Orhan Gâzi, Murâd-ı Hüdâvendigâr Birinci Bâyezîd Han, Birinci Mehmed Han, İkinci Murâd Han ve ortaçağı nihâyetlendiren Fâtih Sultan Mehmed Han da devrin İslâm dünyâsının, meşhur devlet adamları bu zamanda yaşadılar.
Bugün bütün İslâm âleminin ameldeki mezhep imâmları olan Ebû Hanîfe (699-767), Mâlik bin Enes (713-795), İdris Şâfiî (767-820), Ahmed ibn-i Hanbel (780-855) hazretleriyle, îtikâddaki Mâtürîdî ve Eş'arî mezheblerinin kurucusu Ebû Mansur-i Mâtürîdî (?-944) ve Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî(879-941) hazretleri bu devirde yaşayıp ilim ve irfan kaynağı oldular. Her biri gönül sultanı olan evliyâ-ı kirâmın büyükleri de bu devirde, doğup yaşadılar ve sonraki asırlara feyz saçtılar.
Ortaçağda Hulefâ-i Râşidîn (632-661), Emevîler (661-749), Abbâsiler (749-1517), Osmanlılar ve sayıları yüzü geçen irili ufaklı pek çok İslâm devleti kuruldu.
Ortaçağda İslam âleminde teknikte gelişerek büyük gemiler, ateşli silahlar, barut, kâğıt, matbaa yapıldı. Şehirler büyümeye başladı. Devrin en meşhur büyük şehirleri; Mekke, Medîne, Kâhire, Şam, Bağdat, Semerkand, Buhâra, Gazne, Rey, Harizm, Konya, Sivas, Erzurum, İznik, İzmit, Bursa, Edirne, Roma, Venedik, Kurtula, Gırnata ve çağın sonunu hazırlayan Feth-i mübin ile Osmanlıların eline geçip başşehir yapılan İstanbul'du.
Açıkça görülüyor ki, Müslümanlar ve Türkler hiçbir zaman Ortaçağ Karanlığı yaşamadı. Yaşayanlar Avrupalılardı. Hıristiyan âlemiydi Ortaçağda Kilise her türlü yeniliğe, ilime ve düşünceye karşı çıkıyor. Meşhur filozofların kitaplarını yakıyor, bilim adamlarını Engizisyon mahkemelerinde aldığı acımasız kararlarla hapsediyor, asıyor işkence ediyordu. İşte Galileo, Dünya dönüyor dediği için hapsedildi. Hapisten çıkması için bu fikrinden dönmesi teklif edildi. Ortaçağda Kilise batılı bilim adamlarına göz açtırmıyordu. Batılılar Müslüman ilim adamlarından aldıkları ilhamla kiliseye karşı ayaklandılar ve Rönesansı gerçekleştirecek adımları attılar.
Gelelim 21. Yüzyılı yaşayan ülkemize. Bizler tarihin şahadetiyle görüldüğü gibi, ortaçağda en aydınlık günlerimizi yaşarken maalesef bugün, Derebeyi artığı azınlık bir takım siyasetçi, akademisyen, bürokrat, köşe yazarı v.s. gibi zevatlar yüzünden ‘Uzay Çağında' ‘Ortaçağın Karanlığını' yaşıyoruz. Zira Ortaçağ Karanlığı'nda düşünce üretilmesine müsaade edilmezdi. Papazlar her şeyin doğrusunu bildiklerini iddia ederlerdi. Bu insanlar da her şeyin doğrusunu kendilerinin bildiğini sanıyor. Aykırı düşünceleri dinlemeye bile tahammül edemiyorlar. Dünya genelinde ilk 500 üniversite içine giren üniversitemiz yok. Demek oluyor ki gerçekten bu ülkede düşünce üretilmiyor.
Ortaçağ Avrupa'sında Bilim adamları düşüncelerinden dolayı yargılanırdı. Bizde de üniversitelerden atılanlar, unvanları ellerinden alınanlar olmadı mı?
Evet, Ortaçağın karanlığı ülkemizde hala devam ediyor ama hangi zihniyette, buna siz karar verin değerli okurlar.
Allah (Celle Celalühu) emanet olun.