Bizim Tefekkürümüz; Gönül Açar Bir Tefekkürdür / Prof. Dr. Kenan GÜRSOY

FEYZ: Tamamen duygusal bir yerden giriş yapmak istiyorum. Bir felsefeci olarak bir Kiegard'ı, Nietzsche'i, Sartre'ı okuyup duygulandığınız ya da devamında bir adım ilerde Goethe'yi, Tolstoy'u okuyup ya da bir Rene Guenon'u, devam eden hayat serencamlarına bakıp insanlığın serüveni açısından, bir entelektüel olarak durduğunuz yerde, bir felsefeci olarak, bizim başat, kendi öz kültürümüzün insanlara neler vereceğini bilen bir insan olarak ne tür duygular yaşıyorsunuz?

Prof. Dr. Kenan GÜRSOY: Bir felsefeci olarak akıl yürüten, zihni anlamda düşünen bir insana, ne tip duygular yaşadığını soruyorsunuz. Bu çok hünerli bir soru aslında, hem uzun, hem çok anlamlı, hem de ifade etmeye çalıştığım gibi, çok hünerli bir soru…

Demek ki yavaş yavaş bizim düşünce iklimimizin içinde sadece zihni spekülasyon anlamında tefekkür olmadığını, sadece akıl yürütmeler olmadığını, fakat burada gönlün de işin içine girdiğini, bana -elbet ben de buna inanıyorum- söyletmek istiyorsunuz ki doğrudur. Evet, bizim tefekkürümüz, kendi düşünce iklimimiz dolayısıyla içinde duygunun, özellikle de gönlün olduğu bir tefekkürdür. Şimdi bunu söylerken ben felsefe adına, felsefe tarihinde, başlangıçtan bugüne söylenmiş olan, çabayla ortaya konmuş bulunan hiçbir fikrin yabana atılmaması gerektiğini düşünüyorum. Eğer bunlar bir egoizm sonucu değilse, eğer bunlar hasbi bir tefekkürün ürünü ise, eğer bunlar herhangi bir şekilde insanlığı ve dünyayı kargaşaya sokacak düşünceler değilse, bu fikirlerin aziz olduğunu düşünüyorum ve bunların bir değerlendirmeye tâbi tutulması için de Allah'ın bize bir entelektüel sorumluluk bahşetmiş olduğunu düşünüyorum.

Dolayısıyla felsefe faaliyetini insanlığın ilk dönemlerinden itibaren alıp bugüne kadar getirdiğimizde, bir platformun bulunduğunu, bu platformda, nasıl çarşı pazarda herkes kendi malını gösterir, onları vitrinlerde sergileyerek satmaya çalışır ve onlardan alış veriş yapanlar da eğer kıymetliyse alarak, kendileri açısından bunları kullanır, istimal ederlerse, felsefenin de bu şekilde geniş bir platformda farklı, çeşitli düşünceleri içine alan bir tefekküre ilişkin zenginleşme alanı olduğunu düşünüyorum. Ancak, bu kendini kapıp koyuvermek anlamına gelir mi? Elbette gelmez. Herhangi bir şekilde, herhangi bir konu üzerinde, herhangi bir şeyler söylemek anlamına gelir mi? Elbette gelmez…

O halde bir ciddiyete ihtiyaç vardır. Felsefe önce tefekkür olarak kendini ortaya koymak istiyorsa ciddi bir tefekkür olmak durumundadır. Bu ciddi tefekkürden neleri anlamalıyız? Bir kere Allah insana bir zihin bahşediyor, bir akıl bahşediyor ve bu aklın mutlaka kullanılmasını istiyor. Akıl yürütmeler yapmamızı istiyor, taakkul etmemizi istiyor. Bir ölçü olarak bu aklı kullanmamızı istiyor. Bir bağlama, farklı hakikatleri farklı doğruları birbirlerine bağlama melekesi olarak bu aklı kullanmamızı istiyor. Ve aklın kendi sınırının çizildiği o noktaya kadar da yürümesini, sınırının bulunduğu o noktadan itibaren de bir başka alana kendisini bırakmasını ona salık veriyor. Böyle bakıldığında, pek çok düşünürün ifade etmeye çalıştığı ama farklı şekillerde ifade etmek durumunda kalmış oldukları gibi, diyebilirim ki akıl, aslında bir edep işi olmalıdır. Çünkü ölçüyü, ölçütü vermektedir. Sınırlarımızı bize fark ettirmektedir ve farklı alanlarda bildiğimiz o bilgileri, farklı alanların bilgilerinin içinde bulunulan o kavramları birbirlerine bağlayarak bir tevhidi, bir birlikte, bir "bir"e doğru giden bir düşünce ortaya koymaktadır. Mantık önemlidir, burada mantıklılık ve mantık önemlidir. İşin ciddiyetini söylerken bunu ifade ediyor. Bir başka cihetten söyleyecek olursam felsefede sual sormak önemli bir şeydir. Sual sormak dediğimiz zaman insanlar daima bir itirazcı eleştiriyi düşünüyorlar…

Hayır, bir iki yaratıcı düşünceden bahsedebilirsiniz, dinamik bir düşünceden bahsedebilirsiniz, fakat bu mutlaka itirazcı bir eleştiri değildir. Sual itiraz etmek için, reddetmek için sorulmaz; derinleşmek için sorulur. Tefekkür, bu derinleşmeye bizi sevk eden o ortamı sağlamak durumundadır. Bu derinleşme zihni bir derinleşme olabilir, mefhumlara yani kavramlara dayalı bir derinleşme olabilir, kavramların biraz evvel ifade ettiğim gibi sınırına dayandığı noktada da kalbi, gönlü işaret eden bir tefekkür olabilir, bir derinleşme olabilir. Dolayısıyla mutlaka bu sual sormayı, yanlış bir tarzda değerlendirmeyelim. Temel hakikatler, elbette bizim hareket ettiğimiz o hakikatlerdir. Temel doğrular, kendilerinden hareket ettiğimiz o doğrulardır. Ancak, o doğruları öyle bir açabilmeliyiz, o doğrular dolayısıyla öyle bir derinleşebilmeliyiz ki bize en sonunda temel prensip, temel ilke, kendini ayrı ayrı ifade edilen bu doğrularda hissettirebilsin…

Bir üçüncü noktada da; bakınız, bilimler hâdisatı, olayları nesneleştirerek değerlendiriyorlar. Bu nesneleştirmenin şahikasında da 20. yüzyılın başında, dünyayı dolayısıyla Türkiye'yi çok etkileyen "pozitivist düşünce" var. Nesneleştirerek değerlendirmek ve nesneler arasında, olaylar arasında neden-sonuç ilişkisi bulmak gibi bilimlerin bir tabiatı var. Öyle bir durum oluyor ki insanı ele alan bilimler; bunlar tarih, sosyoloji, psikoloji, antropoloji, etnoloji vb. bilimler olabilir; onlar da nesneleştirmeye başlıyor insanı... Eğer insan bir nesne gibi ele alınırsa kendisine kendisi olmak itibariyle yabancılaşır. O, kendisini bir insan olarak, bir özne olarak fark etmek durumundadır. İsterseniz buna bir ruh olarak fark etmek deyin. Felsefe diğer bilimlerden, bilgi alanlarından farklı olarak, insandaki bu enfüsî dediğimiz –kötü bir şey anlaşılmasın buradaki enfüsîden- kendine ilişkin olan, insan olmak durumuna ilişkin olan o temel cevheri, tam manasıyla yakalayamasa bile, onun üzerine eğilmemize, dikkat çekilmesine izin ve imkan veriyor. Çünkü nesneler seviyesinde kalınmasından hoşnut olmuyor. O zaman insan sadece bilen değil, sadece kavrayan değil, fakat etik anlamda, ahlaki anlamda da kendi vicdanını fark eden, vicdanı dolayısıyla sorumluluğunu fark eden, sorumluluğu dolayısıyla da yönelmekte olduğu ödevleri fark eden, bunları sorgulayan, bunlar üzerinde sorular ortaya koyarak neyi niçin yapması gerektiğini ifade eden bir varlık halinde kendisini değerlendirmiş oluyor. Bu önemli diye düşünüyorum ve böyle bakıldığında da mesela ahlak öznesi olarak o insanın ele alınmasının çok büyük bir gereklilik olduğunu düşünüyorum. Ahlak öznesi olmaklığının dışında da insanın insan olmak bakımından kendini tefekkür etmesinin gerekli olduğunu düşünüyorum. Buralarda felsefe, bize soracağı sorular dolayısıyla, bilimlerin kazandırdıklarını kabullense de bunların bizi ikna etmediğini ve tatmin etmediğini söyleyerek yön vermek durumunda olacak...

Felsefenin böyle bir yolu var. İşte felsefe, birileri tarafından şöyle söylenebilir; akıl yürütmeye dayalı olarak insan kendisini insaniyet cevheri olarak bihakkın fark edebilir mi? Bunun mümkün olmadığını söyleyebiliriz, çünkü o çok daha derinde bir varlıktır değil mi? İnsan olmak bakımından o insan çok daha derinde bir varlıktır. Ancak hiç değilse bunun bir çağrısı felsefede bulunabilir, bundan bir haberdar oluş felsefede bulunabilir. Buna doğru bir yönelme cehdi, felsefi tefekkürle başlatılabilir. Çünkü felsefe biraz evvel de söylediğim gibi "İnsan kimdir? Ne için buradadır?" diye sormak durumundadır. Burada Yunus Emre'yi hatırlıyorum, adeta Yunus'un şu sorusunu felsefe bize sorduracak gibidir. "Yunus, sen bu dünyaya niye geldin? Ne yapmalısın? Buradaki manan nedir?" Düşünmeyen, tefekkür etmeyen bir insana -belli bir seviyeden sonrası için söylüyorum- kendi vazifesini insan olmak itibariyle yapmış olduğu söylenemez. Tefekküre ihtiyacımız var...

Bu tefekkür sınırlı bir tefekkür olmasın, ufuk ufuk açılsın ama önemli bir merhalesinde felsefenin, orada kendini ortaya koyuşu var. Şimdi biraz evvel zikrettiğimiz filozoflar arasında benim bir başka sevdiğim filozof var. Onun bu sözünü çok seviyorum, bunu kendi düşünce, irfan çerçevemizde de iklimimizde de rahatlıkla görebileceğimizi düşünüyorum. Bu Karl Jaspers'tir. Jaspers "Felsefe yolda olmaktır." diyor. Ne demek yolda olmak? Şu demek; ben hakikati, o hakikat olarak bilmiş olduğum iddiasında olmamalıyım. Dikkat ederseniz, felsefeciye tam tersi bir rol biçer bazı arkadaşlarımız… Halbuki felsefe bir yolda olmaklıksa, ben bir şeyin tam anlamıyla hakikatini bilmiş olduğum iddiasında olmamalıyım. Fakat yürüyebilmeliyim... Nereye doğru? Hakikate doğru yürüyebilmeliyim. Nasıl bir yürüyüş bu? Her seferinde biraz daha açarak, her seferinde biraz daha -eski terimle aynı şeyi tekrar edeyim- vuzuha kavuşturarak, serahate kavuşturarak, bu yürüyüşü gerçekleştirmek durumunda bulunuyoruz. Her seferinde, varmış olduğumuz o sonuçta, varmış olduğumuz menzilde, eğer inanan bir insan olarak düşünecek olursak bunun çok daha etkin olduğunu fark edeceksiniz…

"Allahu âlem" diyoruz, yani "Ben şu noktaya vardım ama yine en doğrusunu Allah bilir." Bu beni, yürümekten alıkoymuyor. Daha da öteye, daha da öteye, ama her seferinde hiçbir zaman külli bilginin aslına varacağımı iddia etmeksizin yürütüyor. O zaman, neden tasavvufi anlamdaki alçak gönüllülükle, felsefenin bu yürüyüşte "yolda olmaklık" şeklinde ifade ettiği entelektüel, zihinsel alçak gönüllülüğü düşünmeyelim birlikte? Niçin düşünmeyelim? O zaman felsefe de bilmek iddiasında olmak şeklinde ele alınmayacak; yürüyüş, tevazu çerçevesinde "yolundayım" diyecektir. Tıpkı tasavvuf erlerinin kendileri açısından, kendi gönülleri itibariyle yaptıkları gibi. O zaman gönüldeki bilgi ile zihindeki bilgi de birbiriyle çatışmayacak…

Birbiriyle paralellik içinde, kendi kemallerine doğru, hep ama yönelmek suretiyle yol almaya devam edecek… O zaman bilimsel bilgiyi de sanata ilişkin o tavır alışı da ahlaki alandaki tamamlanma sürecini de birlikte düşünmemiz mümkün ve hatta burada tasavvufla felsefeye bir yol arkadaşlığı teklif etmemiz mümkün…

FEYZ: Hikmet nedir? Hikmeti, zor kavuşulan sevgili gibi yorumlayanlar da var. Hikmet, bir bilme ve olma şekli midir? Bilmek ve olmak arasında fark nedir? Hikmetin insan şahsiyetinin şekillenmesinde, tekamülünü tamamlamasında rolü nedir? Gerçek ahlak ve basiret nasıl elde edilir?

Prof. Dr. Kenan GÜRSOY: Bizim tefekkürümüz, inşirah tefekkürüdür. Izdırap, sıkıntı, gönül daralması denen tefekkür değil... Gönül açan tefekkürdür, inşirah tefekkürüdür. Ben şöyle düşünüyorum, bu genel bir tanım aslında ve Farabi'ye bağlı kalarak bunu düşünmek istiyorum. Hikmet için Farabi bir tanım verirken şöyle söylüyor: "İnsan nefsinin -buradaki nefsten tasavvufun mücadele ettiği nefsi anlamayalım, insan ‘ben'ini, insan şahsiyetini, insan olmaklık halini anlayalım- eşyanın hakikatini bilecek seviyede olgunluğa ulaşmasıdır." Şimdi, burada birkaç tane üzerinde durulması gereken kavram var. Bunlardan bir tanesi olgunluk kavramı, diğeri bilgi kavramı, diğeri eşyanın hakikati kavramı…

Yani buradaki eşyadan "şeyleri" anlıyoruz; var olan olayları, olguları, tabiatı, hakikati, hatta metafizik hakikati anlıyoruz; burayı aşan o metafizik hakikati anlıyoruz. O zaman şöyle bir değerlendirme yapalım; Farabi hikmet sözüyle iki alanı, yani bilgi alanıyla var oluş alanını, insan olmak alanını bütünleştiriyor ve buna bir idea gösteriyor. İnsan, kendisi söz konusu olduğu zaman nefsin bir olgunluğundan bahsediyor. İnsan olmaklık itibariyle bir olgunluktan... Bu olgunluğun kazandıracağı o şeyin de eşyanın hakikatini bilmek olduğunu söylüyor. Biz buna felsefede "epistomoloji ve etik ontoloji", üçünün de bir aradalığı da diyebiliriz. Fakat hem var oluş itibariyle o insan, hem de bilgisi itibariyle o insan bir kemâle ulaşmış olacak…

Nerede?

Hikmette...

O halde hikmet en uç noktada bir kavram yani kemâl noktasında bir kavram. Hem bileceksiniz, ama bu bilgi herhangi bir spekülatif zihinsel bilgi değil, sizin olgunluğunuzun ortaya çıkarttığı bilgi. Tersten okuyalım; bilmek burada aynı zamanda olmak anlamına geliyor. Şimdi, biraz evvel yaptığımız tanım dolayısıyla felsefeyi yeniden aldığımızda -felsefenin sınırları içinde duruyorum- felsefe, hikmet değildir...

Felsefe, kelimenin etimolojisinden de anlaşılacağı gibi "philia sophia", yani hikmete bir dostluktur, hikmete doğru bir yöneliştir. O halde felsefe ne herşeyi bilebilecek; bilmek anlamında bir olgunluktan, bir tamlıktan, bir "başka birşey yok" demek durumundan ayrı birşeydir, -oraya doğru bir yönelme halidir- hem de insan olgunluğu itibariyle "Ben bu olgunluğa ulaştım." demek durumunda olmayan bir bilgidir. Çünkü philia sophia; yani hakikate, hikmete doğru bir yürüyüş halidir. "Oldum" iddiasında olmamalıdır, "bildim" iddiasında olmamalıdır, "En doğruyu ben gerçekleştiriyorum." iddiasında olmamalıdır. Burada alçak gönüllülük olması gerekiyor. Hatta tasavvufi bir terimle söyleyeyim, bir tür "fakr" olması gerekiyor. Aksi taktirde bu yürüyüşü temele alamazsanız; hikmete doğru, hikmete olan bu dostluğu temel alamazsanız, siz "fakr"ın içinde olamazsınız; çünkü iddia içinde olmak durumunda kalırsınız. Bu iddia mesnetsiz bir iddia olur. Halbuki biz biraz evvel söylediğimiz o yolda olmaklığı ele alırsak, acaba yolda olmaklığın kendisi bir olgunlaşma süreci yaşamak anlamında düşünülebilir mi? Yani sadece zihni anlamda bir bilgiden ziyade, bu bilginin insan olmak bakımından gerektirdiği bir olgunlaşma süreci şeklinde anlaşılabilir mi? O zaman, bu süreci kastediyorsanız, felsefe ile tasavvuf arasında bir rabıtanın yeniden kurulmuş olduğunu fark edersiniz. Açık bir farkındalık ortaya koymak isterken -zihinsel anlamda- öbür taraftan da size bir olgunlaşma süreci yaşatmak durumundadır felsefe, diye düşünüyoruz.

Bu, hikmetin kendisi olabilir mi? Yani "Olgunlaşmayı kabul ettim, ben bir olgunlaşma varlığıyım, kemâle doğru yürüme varlığıyım, hem bilgi açısından hem var oluş açısından." diye kendi kendinize sorarsanız, belki de hikmete şimdi yeni bir mana vermek lazım… Hikmet "Herşeyi bildim ve şimdi ben kâmil oldum." demek olmamalı ama ona yürüyüş, bu hikmetin bizzat kendisi olmalı.

FEYZ: Burada, tasavvuf, yolun devamı mıdır?

Prof. Dr. Kenan GÜRSOY: Yani ikisinin burada bir paralelliğinin olabileceğini düşünüyorum, çalışılması lazım. Bir taraftan zihni tefekkür olarak kendinizi daha bir farkındalığa doğru açarken, diğer taraftan da ruhi olgunluğunuzu gerçekleştirmiş olursunuz… Bu yürüyüşün, bence hikmete doğru olan bu yürüyüşün, hâkimane bir yürüyüş olduğunu düşünmek güzel bir şey ve hikmetin, hâkimin de yani bilgenin de böyle bir yürüyüşün eri olduğunu, bir yol eri olduğunu düşünmemiz gerekiyor.

FEYZ: Varoluşçu ekolle tasavvufun bağını burada hangi noktada kuruyorsunuz?

Prof. Dr. Kenan GÜRSOY: Şu noktada kuruyorum: Bilmek tek başına spekülatif bir bilgi olmamalıdır. Bilmek, insan olmak itibariyle bizi, yaşamamız dolayısıyla aydınlatmalıdır. Bu aydınlatmanın kendisi de bir tür oluşum, insan olmak tecrübesinin seviyelenmesi olarak düşünülmelidir.

FEYZ: Ebedi felsefe (Philosophia Perennis) açısından baktığımızda, insanlık büyük bir birikimin sahibi aslında.

Şu an öyle ama her insan bunu kendi içinde, kendi mahiyeti ve kendi tekâmülü itibariyle yeniden fark etmek durumundadır.

FEYZ: Tüm bu birikime rağmen insan mutlu değil ama… Sebepleri neler olabilir?

İnsanın mutlu olabilmesi, kendisini bir ahlak varlığı olarak fark etmesi ve bu ahlak varlığının gereğini ifa etmesiyle mümkündür. Neden? Çünkü bir ahlak varlığı, bir ahlak kişisi olarak kendini fark ettiğinde aynı zamanda kendini, varlıkta oluşu demek olan vicdanı itibariyle de fark eder. Kendini vicdani itibariyle fark ederken kendisini sorumluluğu itibariyle de fark eder. Peki, sorumluluğu itibariyle fark etmesi ne manaya gelir? Gerçekleştirilmesi gereken temel değerler vardır -ki onları gerçekleştirmek erdemlilik anlamındadır- "Bu temel değerlere doğru yöneliyorum." şeklinde kendisini belirleyen bir insan olursa, o zaman insanlık fıtratının kendisine bir şekilde yön vermek durumunda olduğu sorumluluğunu anlar. Bir sorumluluğun nasıl yönlendirileceğini değerlere göre anlar. O zaman hayat, dünya, kendisi ve bütün diğer insanlar boşuna, beyhude bir var oluş değillerdir. Onlar şimdi, bir anlam varlığıdırlar ve ben bir anlam varlığı olarak anlamı yakalamaya, bihakkın yakalamaya çalışan bir insan haline gelirim...

Anlam kelimesini -şimdi sizin daha çok hoşunuza gideceğini umduğum ki benim de daha çok hoşuma gidiyor; ama bir kademe daha ilerdeki bir kavram bu- mana olarak düşünelim; anlam kavramını mana kelimesiyle değiştirelim ya da anlamın bir kademe ötesinde manaya doğru çıkalım. O zaman, insan değerlere yöneliyor olmak dolayısıyla, vicdani sorumluluğu dolayısıyla, bir anlam varlığı olmuyor sadece, bir mana varlığı da oluyor. Ve manevi bir bütünlüğün içinde kendi bireyini, kendi kişiliğini fark ediyor. Kendi kişiliği, o manevi bütünlüğün içinde, belki o bütünün bir özeti olan, zübdesi olan bir hal oluyor ve dünya da aslında bu zübdenin, bu insanın ayrıca okunması gereken bir dış makro planı haline geliyor. O halde insan bir vicdan varlığı, insan bir sorumluluk varlığı, insan bir değerler karşısındaki bilinç varlığı, insan bir anlam varlığı ve insan bir mana varlığı…

FEYZ: Hakikatle bütünleşme, bilgelik geleneği ve hikmet açısından Batılı felsefelerin aslında çok farklı olmasını da göz önünde bulundurarak, bilim ve teknolojinin verdiği ivmeyle bu konuda artık adeta daha da gerilere gidilmesi mümkün olmayan, her şeyin küresel ölçekte planlanıp dünya toplumlarında uygulanma zemini bulduğu bir dönemde, temelde Doğu ile Batı'yı tanıyan bir insan, bir akademisyen olarak, modern insanın problemleri açısından düşündüğümüzde çözüm hususunda genel değerlendirmeleriniz nelerdir? Bu konuda evrensel bir projemiz var mı?

Prof. Dr. Kenan GÜRSOY: İnsan, insan olması itibariyle, kültür o kültür olması dolayısıyla, bizim düşünce ve mana iklimimiz, irfan iklimimiz, o düşünce kültür ve mana iklimi olması dolayısıyla, bir evrensel projenin takipçisi olmalıdır. Yani kendi kültüründen kalkarak bütün bir insanlığı bu kültürün güzel değerlerinden istifade ettirebilecek şekilde bir evrensel projeye sahip olmalıdır. Ve kendini, bu sefer insan olarak kendini, kişi olarak, bir evrensel projenin hizmetkârı olarak düşünebilmeli. Buradaki evrensellikten genelliği anlamıyorum. Buradaki evrensellikten kendi içimizde bulduğumuz tevhid ufkunu anlıyorum, ancak kendi içinizde bu tevhid ufkunu fark edersiniz… O zaman öyle bir şey yakalayalım ki insanımız ve kültürümüz olarak bu, dirilişe vesile olsun ve bu diriliş, kendimizi diriltirken aynı zamanda bütün bir insanlığa da bir rahmet niyazı olsun…

FEYZ: Tasavvufi düşüncelerinize değer verdiğimiz için, şu an yapılan metodolojik bir hatadan yola çıkarak bir soru sormak istiyorum. Özensiz büyütülmüş kompleksli toplum bireylerine -ki dayakla vs. sosyal sorunlarla büyüyen insanlar var- "Tevazulu olun!", amele yeni başlamış insanlara "Ucub yapmayın, amelinizi yok sayın, kendinizi görmeyin!", henüz varlığını tanıma aşamasındaki insanlara da adeta tasavvuf adına bazen "Yok ol!" mu diyoruz? Yani tevazu, amel, ihlas ölçüsü şekillenmemiş insanlara, yeni ölçüler vermek gerekmiyor mu? Bu metodolojik bir hata değil mi? Amel bile işlemeyen adama "Ucub yapma!" deniyor… Zaten zilletli adam, elimizdeki malzeme bu… "Tevazulu ol!" deniyor!.. Burada, tasavvufla gelişecek ve dirilecek bireyler adına bir kurgu, eğitim hatası yok mu?

Prof. Dr. Kenan GÜRSOY: Ben, bazı arkadaşlarımızın bazı sözleri dolayısıyla onları rencide etmek istemiyorum. Fakat günün bir anlam dünyası var, kavram dünyası var ve günün bir oluş biçimi var, bir oluşma üslubu var. O halde bugün adına, "Acaba tasavvufi hikmeti ve manayı, özellikle insan üzerinden nasıl yeniden anlamalıyız?" diye sormamız lazım. Böyle yapılınca da fakirin bir niyazı var; n'olur insanlık şahsiyetini fark edelim, insan olmak şahsiyetliliğini ve sorumluluğunu fark edelim. Bu, onu yok etmek, yok saymak şeklinde olmaz. Bize bu dünya, bu taviz, bu şartlar, malzeme ve emanet olarak verilmiştir. Bunu, dünya üzerinde bir emaneti işlercesine işlemek, zamanı geldiğinde de elbette Hakk'a iade etmek durumundayız. Fakat ben, dünyanın kendisine emanet edildiği o varlığın, şahsiyetli ve sorumlu olmak bakımından kendisinin kendisine emanet edildiği o insan varlığıyım.

Demek ki kendimi ifna ederek böyle bir şahsiyetlilik ve sorumluluğa ulaşamam. Ancak bilmeliyim ki hakiki sahip ontolojik anlamda ancak Allah'tır. Fakat O, beni mesul tutmaktadır. Yani benim, etik alanda, ahlaki ve medeni anlamda günlük faaliyetlerimden sorumlu olmam gerekiyor. Yani şahsiyetliliğin yeniden tasavvuftan kaynaklanarak düşünülmesi gerekiyor. İşleyelim ve bu işlediğimiz güzel emaneti sonra asıl sahibine geri verelim…

FEYZ: Secde ederken bile varlığımızla secde ediyoruz!

Prof. Dr. Kenan GÜRSOY: Secdenin manası var orada. Namazdaki üç hareketin de ancak siz mesul bir varlık olarak kendinizi fark ettiğinizde bir anlam kazandığını lütfen yeniden düşününüz… İnsanı yücelteceğim derken, olmayacak zulümlerin içine düşmemeye de çok dikkat etmek lazım…

Emrolunduğun gibi hareket et…