Feyz: Mâlumunuz hemen komşumuz olan Irak büyük bir felaket yaşadı. O yaşanan felakette biz onların yanında yeterince olabildik mi? Irak'ın yetişmiş âlimlerine, ilim ve fikir adamlarına, hatta sanatçılarına düşünürlerine, doktorlarına, mühendislerine sahip çıkabildik mi? Irak normalleşme sürecine girdiğinde bu değerlere sahip çıkabilseydik, tekrar onların memleketlerine geri dönmesine zemin hazırlamış olurduk. Türkiye'de kaldıkları süre içinde bizim üniversitelerimiz de bu kıymetli bilim adamlarından istifade etmiş olurdu. İnsan yetiştirmek mâlumunuz üzere zor iştir…
Bugün, bizim ilahiyat fakültelerinde yeterince düzgün Arapça konuşabilen bir kişi mezun olmuyor. Pekala hiçbir şey olmasa bile Arapça lisan eğitimi için yeni kadrolar açılabilirdi. Osmanlı zamanında Kastamonu Anadolu'da cazibe merkezi olmuş. Mesela, Bağdat'ta bir karışıklık yaşanmış ve bir Şeyh Efendi 1300 tarihinde 1000 kişi ile beraber Kastamonu'ya gelmiş yerleşmiş. Bu insanlar yetişmiş insan gücü olarak geliyor. Günümüzde, Bağdat üniversitesindeki hocalar nereye gitti, ne oldu, hangi üniversiteler aldı, kayboldu mu bu insanlar? Yoksa Batı ülkeleri, Osmanlı'nın yaptığı gibi bu değerleri kendilerine mi kattılar?
Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş: Çok önemli bir konuyu gündeme getirdiniz gerçekten. Iraklılar da bizim kardeşlerimiz. Şayet Osmanlı döneminde olsaydık , Bağdat'ta bir ulemâ varsa onlar buraya getirilirdi. Orta Asya'daki ulemâları bile getirirlerdi. Bunların en meşhuru Ali Kuşçu'dur.
Şimdi maalesef öyle değil ki…
Bu konuda çok katkıları oldu Türkistan ulemâsının, daha önce Osmanlıdan önce kendileri gönderirlerdi. Ne diyoruz? Yesevî Hazretleri diyoruz, değil mi? Nakşibendî Hazretleri diyoruz. Bunların müridlerinin pek çoğu ilmi olan insanlar. Diploması olan yani icazetini almış insanlar. Onların Şeyhi ister Ahmet Yesevî Hazretleri olsun, ister Nakşibendî Hazretleri olsun, icazetini almış mümtaz kişiler bu insanlar, yüzlerce belki binlerce. Sarı Saltuk, taa nereye kadar gitmişler… Balkanlara kadar gittiler.
Feyz: Arap devletleri ile vizelerin kalktığı şu dönemde Türk-Arap ilişkilerini tarihten günümüze nasıl görüyorsunuz?
Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş: Türkler ve Araplar asırlarca beraber yaşadılar. Bu, sadece Yavuz Selim döneminde böyle olmadı. Yavuz Selim'den önce Bağdat'ta Abbasi halifeleri zamanında ordunun ana bel kemiğini, Türkistan'dan getirilen Türk unsuru teşkil ediyordu. Bunların sayısı o kadar arttı ki Bağdat'ta, "Efendim bu kadar büyük bir askerî güç, Arap olmayan gücün Bağdat'ta olması yerine, daha rahat bir yerde, şehirde orduyu tutalım." diye bir fikir geldi ve bundan dolayı da Bağdat'a uzak olmayan Samarra şehri inşa edildi ve buraya yerleştiler. Bunlar, hem Abbasi hilafetinin istikrarını, devletin devamlılığını koruyorlar, hem de ayrımcı, bölücü hareketleri, isyanları bastırıyorlardı. Böylece Türk ve Arap unsuru, Abbasi hilafetinin aslını teşkil ediyordu. Alparslan, Bizansla 1071 Ağustos'unda karşılaşacağı zaman, Abbasi Halifesi bütün Arap ülkelerine, Müslüman ülkelere haberler gönderdi, "Alparslan'ın zaferi için dua edin." dedi. Velev ki Müslüman bir unsur galebe çalsın… Bir de Alparslan'ın ordusu Malazgirt'te mağlup olsaydı, Bizanslılar bütün İslam ülkelerini hem Suriye'de hem Irak'ta istila edecek, yağma edeceklerdi. Kim korumuş oldu? Türk ordusu korumuş oldu.
Sonra, ilk Türk devletleri bugünkü Arap ülkelerinde kurulmuştur. Mesela, Memlüklüler Mısır'da kurulmuştur. Bunlara Mısır'da "Kölemen" diyorlardı. Bunlar Türk asıllıydı ve Abbasi hilafeti zamanındaki ordu kumandanının oğlu tarafından kurulmuştu bu devlet. Sadece Kahire'de, sayısı belli olmayan yüzlerce Türk ve Osmanlı eseri vardır. Yine, Tolunoğulları bir Türk devletidir ve Mısır'da kurulmuştur. Yani tarih boyu iç içe yaşamış, topraklarını paylaşmış iki millettir Araplar ve Türkler. Bu iki millet İslam'la aynı anılır. Bugün de aslına uygun bir şekle doğru gidiyor.
Feyz: Türkçe'de hiç de hoş olmayan biz söz var hocam: "Ne Şam'ın şekeri ne Arab'ın yüzü" diye. Şimdi aynısını Suriye'dekilerin de kullandığını öğrendiğimde çok şaşırdım. Onlar da "Ne İstanbul'un lokumu, ne Türk'ün yüzü" diyorlar. Sizin de belirttiğiniz gibi Ortadoğu coğrafyası ve Türk-Arap kardeşliğini bitirmek için söylenmiş bu iki söz. Bu konuda ne dersiniz?
Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş: Bunu, Türk düşmanları ve Hıristiyan Araplar yapıyor. Çok uzağa gitmeye lüzum yoktur. Suriye ve o civardaki Türklere karşı olan Arap milliyetçiliği iki yerden kışkırtılmıştır; birisi Beyrut yayınları, öbürü Kahire. Her ikisi de Hıristiyan Araplar tarafından yapılıyor. Beyrut kaynaklı yayınlar, hatta beyannameler var bu konuda. Beyrut Valisi, Emniyet Müdürü bu beyannameleri yapan adamları yakaladılar.
Mısır'a gelince, İngilizlerin Mısır üzerinde büyük oyunları var biliyorsunuz. Daha önceki misyonerler Türk aleyhtarı gazeteler çıkardılar. Mesela El-Ahvam gazetesi, buradaki yazarlar Müslüman gibi gözüküyor ama aslında Hıristiyan Araplar. Yani hem Beyrut üzerinden hem Kahire üzerinden misyonerler çalışıyor. Beyrut'takiler Fransızdır. Bunlar Fransız Lisesi falan kurdular. Devamlı Osmanlı aleyhine ve Osmanlı düşmanlığını körüklemek için hâlâ çalışmalarını sürdürüyorlar. Aynı şey Mısır'da var. Hıristiyan kolejleri, Amerikan Üniversitesi hâlâ orada yaşıyor. Ben bu konunun müspet tarafını arıyorum. Müspet tarafında Ortadoğu'nun ilk Türk devletleri Arap toprakları üzerinde kuruldu. Bu Türk devletleri, Abbasi halifelerini, İslam ülkelerini dolayısıyla Arap ülkelerini Bizans'a karşı korumak için savaşmışlardır.
Mesela, Alparslan'ın ordusunda 40 bin kişi vardı. Bizans'ın ordusunda kendi kaynaklarına göre 200 bin kişi vardı. Bu iş öyle kolay kolay olmuş değil. Alparslan, ordunun en sağlam, en muharip askerlerini aldı. Onlara Musul'da bir karargâh yaptı, orada bıraktı. Kendisi Van Gölü'nün etrafından dolaşarak Çaldıran'a geldi ve ovaya yerleştiler. Malazgirt Ovası'nda karşı karşıya geldiler. O sırada halife bütün İslam şehirlerine haber saldı ve "Dua edin." dedi. Cuma günü savaş olacaktı. 26 Ağustos günü sabaha karşı savaş başladı. Alparslan ordusunun başına geçti ve tertibatını aldı. Savaşın tertibatı klasik Türk savaşlarıdır ve çoğu zaman zafer kazandırır. Yani torba taktiği, merkezde kendisi, bir tarafta komutanlar sağ cenah, sol cenah.
Sabah namazı kılındı, bütün birliklere, sabah hücum yapacağız denildi. Alparslan beyaz bir elbise giydi. Başına da sarığını sardı. Bunun manası; savaşacağım ve bu benim kefenim demekti. Ondan sonra atının kuyruğunu bağladı. Onun da manası; atımla beraber ölürsem eski bir Türk âdeti olarak atımı da gömün demekti. At ve muharip aynı şey. Ata bir saygı var, bir savaş aracı, mübarek olarak telakki ediliyor. Geviş getirmeyen hayvan eti yenmez ama atın belli yerleri caizdir Hanefî fıkhına göre. Ancak, ihtiyaç halinde böyledir. Aksi halde at kesilmez. Kesilmez çünkü savaş yapıyorsun, namusunu vatanını koruyorsun.
Ehibbâ şîve-i yağmâda mebhût eyler a'dâyı
Hüdâ göstermesin âsâr-ı izmihlâl bir yerde
Yenişehirli Avni Bey'den
(Allah bir çöküş göstermesin. Ahbâbın, yağmalama işinde düşmana bile parmak ısırttığını görürsün Maâzallah!)
Selahaddin Eyyübi, aslan yürekli, gücü kuvveti yerinde ve belli ki Kudüs'ü alacak. Kürt asıllı olduğu söylenir, varsın olsun. Bizde Türk asıllı Kürt asıllı fark etmez, yeter ki imanı sağlam olsun, bölücü olmasın.
Dolayısıyla Türkler, İslam dünyasını Bizans'ın büyük hücumundan kurtardı. Abbasi halifeleri Bağdat'a vali tayin ederdi. Onlardan bir tanesi Tolunoğullarıydı. Bir de İpşiroğulları vardı ki onlar da Filistin, Kudüs, oralara sahip oldular. Kudüs'ün ilk devlet merkezi olması İpşiroğullarından olan bir Türk ailesine bağlıdır.
Aradan zaman geçti ve yeni bir Türk-Arap kardeşliği karışması oldu, nasıl oldu? Çaldıran'dan sonra Yavuz 1515 yıllarında Suriye ve Mısır seferi yaptı. Memlüklüler Filistin, Suriye'yi terk ettiler ve ana savaş Mısır'da oldu. Bu savaşlar Arap-Türk savaşı değil, Memlüklülerle Osmanlı savaşıdır. Hükümranlık savaşıdır.
Yavuz ilerledi. Sina Çölü nasıl geçilecek? Sina Çölü diğer çöllere benzemez; taştır, çok az da kumluktur, korkunç bir sıcaklık vardır. Buna rağmen Yavuz bütün tertibatını aldı. Allah'a sığındılar ve hangi yolu izleyeceklerini iyi hesapladılar. Koca bir askeri deha idi Osmanlı. Bütün deha orduya yönelmişti. Bu güçle, 20 milyon kilometre karelik bir sahayı kontrol edebildiler. Mühendisliği kullanarak ve Allah'ın yardımıyla çölü geçmeyi başardılar.
Yavuz gençti, atılgandı. Bir zaman geldi atından indi. Çölde yürümeye başladı. Etrafındaki komutanlar, Şeyhu'l-İslam, hocası, can dostları şaşırdılar, Sultan'a ne oldu diye. Onlar da bineklerinden indiler. Sultan'a sordular: "Atınızdan niye indiniz, neden yürüyorsunuz." dediler. Döndü ve büyük bir kızgınlıkla: "Görmüyor musunuz, Rasûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) önümüzde yürüyor." dedi. Orada bir şey, bir olay oldu ki yürüdü. Fakat halkın inancı, Peygamber yol gösterdi şeklinde. İlay-ı Kelimetullah'tan ziyade ilahi adalet için gidiyordu oraya.
Kâhire'ye yaklaştılar. Memlüklüler müdafaa kararı almışlar ve İskenderiye'de ne kadar top varsa Frenklerden de satın alarak savaşa hazırlandılar. O topları da getirip Osmanlı'nın geleceği tarafa doğru bir tepeye yerleştirdiler. Osmanlı ordusunu topa tutacaklar, böylece orduyu liğme liğme yapacaklar, dağıtacaklar. Ancak bu topların büyük çoğunluğu sabit toplar, dönemez, çünkü sabit. Yavuz istihbarat teşkilatı aracılığıyla onların mevzilerinin nerede olduğunu, askerleri nereye yığdığını öğrendi. Arkalarından dolaştı ve topları işe yaramaz hâle geldi. Kısa bir savaştan sonra hepsini esir aldılar ama sonra serbest bıraktılar. Memlüklülerin komutanları da serbest bıraktılar.Çünkü bunlar Müslüman. Ellerindeki silahlar alındı. İdam yok, kan dökmek istenmiyor, tamam mı tamam. Aradan iki gün geçmedi bunlar kendi aralarında gizli bir hazırlık yaptılar ve gece yarısı Osmanlı askerine saldırdılar. İşte orada Sadrazam öldü. Bir tarafta asalet bir tarafta alçaklık. Yavuz Sultan Selim kendisinin inanç saikiyle asalet gösteriyor, adamları idamdan kılıçtan geçirmiyor. Fakat bir de öğrendi ki sabahleyin, komutanlarını, sadrazamını kaybetmiş. Meşhur lafı var: "Lala Lala! Mısır'ı aldık ama Sinan'ı kaybettik. Sinan'ı Mısır'a değişmezdim. Sinan'sız Mısır'da ne güzellik olur?" Bunun üzerine, "Yakalayın hepsini." diyor. Osmanlı ordusuna ne dayanır. Yakaladılar, cezalarını verdiler. Orada iradeyi kurmak için bir süre kalması gerekiyordu. Nereye hangi vali tayin olacak, ne kadar vergi toplanacak...
Portekizlilerin Mekke'yi de yağmalama teşebbüsleri vardı. Nasıl müdafaa edeceksin Mekke'yi, Kâbe'yi, tüccarları? Ancak kuvvetli bir devlet yapabilir… Onun için Hilafet Yavuz'un eline geçmiştir, yoksa Yavuz gidip ellerinden almış değil, böyle bir şey söz konusu değil. Bu, Türk-Arap ilişkilerinde en önemli bir noktadır. Velhasıl Hilafet'i aldı, ona Hilafet verildi, Kâbe'nin anahtarı verildi, mukaddes emanetler verildi.
Dönüşte, Cuma namazını Kudüs'te kıldı (Bazıları, bu olay Halep'te olmuş diyorlar ama büyük ihtimal güvenilir kaynaklar Kudüs'te olduğunu gösteriyor, mantık onu gerektiriyor.) Mescid-i Aksa'da Cuma namazı kılınacak, oturdular, imam geçti hutbeyi okuyacak. Âdet üzere Cuma hutbesi Sultan adına okunur, devlet reisinin adına okunur, Müslümanların başı kimse onun adına okunur. Minberde Arap bir âlim hoca. Hutbeyi Yavuz adına okumak istedi ve "Hâkimü'l-Haremeyni Şerifeyn" yani (Mekke ve Medine'nin hâkimi) der demez, padişah, kavuğunu birdenbire atıverdi aşağı. O kavuk var ya, kefendir o, kefenlerini başlarında taşırlar onlar.
Padişah, hiçbir savaşta yenilmemiş bir adam; ne Çaldıran'da yenilmiş, ne Ridaniye'de yenilmiş. Öfkeli ve çabuk kızan bir adam, çabuk da sakinleşen bir adam. Hoca sapsarı kesildi, dili tutuldu, korkuyor. Padişah: "Alın bu adamı!" dedi. Sadrazam meseleyi fark etti ve hemen hutbenin okunduğu yere doğru gitti. Herkes minbere dönük. Sadrazam hocanın suratının sapsarı kesildiğini gördü. Hoca dedi ki: Padişah niye kızdı, ne günah işledim? Sadrazam: Sen "Hâkimü'l-Haremeyni Şerifeyn" dedin (Kutsal iki Harem'in hâkimi). Hoca: Peki, ne diyeyim? dedi. Sadrazam: "Hâdimü'l-Haremeyni'ş-Şerifeyn" (İki mukaddes şehrin, Mekke'nin ve Medine'nin hizmetkarı) de, dedi. Hoca kalktı, kendine geldi. "Hâdimü'l-Haremeyni'ş-Şerifeyn" dedi.
Yeğeni tarafından şehit edilen Suudi Arabistan Kralı Faysal, Fethi Beyi zaman zaman saraya davet edip bu olayı defalarca anlattırırmış. Fethi Bey, "Her anlatışımda Faysal ağlardı." diyor. Faysal, bunu dinledikten sonra hutbeleri değiştirmiş (Suudi Arabistan'da hâkim denmese bile tantanalı şeyler söyleniyor). Kral Faysal, "Bundan sonra bana şeyh, haşmetli falan demeyeceksiniz. Hutbelerde ‘iki şerefli şehrin hizmetkarı' diyeceksiniz." demiş. Yavuz'dan esinlenerek öyle okuttu hutbeleri, Bağdat'ı Yavuz'un oğlu almıştı. Kânûnî Yavuz'un oğludur. Kânûnî zamanında Araplarla harp olmamıştır. Harbedenler ki onlar da Türk asıllı diyebileceğimiz unsurlardır. Sonra, birinci cihan harbinde anlatılanların çoğu yalandır. Gerçek asil Araplar Osmanlı'yı desteklemişlerdir. Başta Ezher talebeleri, hepsi sokaklara çıkmışlardır, tabi yürüyüş yapmışlardır, İngiltere'yi protesto etmişlerdir. Ezher talebeleri Sudan'da bela olmuştur Türkleri müdafaa için. Bütün bunlar Türk ve Arapların birbirlerine nasıl kenetlendiğini gösterir.