Amel-i Salih Nedir? / Mahir İz Hoca

Amel var amel-i salih var. Amel olmak itibariyle ikisi de ameldir ama; amel-i Salih daha bir farklıdır.

Mesela, Ağustos ayında fukaranın evine odun götürdün… bu amel olur. Ama aynı odunu, aynı fakirin evine Aralık ayında götürürsen bu hem amel olur hem de amel-i Salih olur. Çünkü kış soğukları başladı ya! Aralık ayında o garibi en çok düşündürecek olan şey yakacak ihtiyacıdır. Ağustos sıcağında ise şile kömürü değil de buz gibi Karakulak suyu götürürsen daha makbul olur.

-“Din ve Cemiyet” de sizinde ifade ettiğiniz gibi çok enfes bir çerçeveye almış bu amel-i salih meselesini Mahir Hoca:“Amel-i salih, bir fi’l-i sabit, belli bir iş veya hareket değildir. Mevkiye, mevsime ve şahsa göre değişebilir. Herhangi bir hayrın, birr ve ihsanın , amel-i salih olabilmesi için, mutlaka o fiilin başkasına faydası dokunmalıdır” diyor. Sonra da şunu ilave ediyor:“Bir insan kendi nefsini mesuliyetten kurtarabilmek için, başkasının elinden tutması gerekir. Bir cemiyette herkes için daima başkası vardır. Bu iman prensibini başa geçirmeden, Hakk nazarında mesuliyetten kurtulmanın imkanı yoktur.”

  Mahir Hoca’ya göre namazı yalnız kılmak, evde kılmak bir ameldir, camide cemaatle kılmak ise amel-i salihtir, fakat Aynı konuda bundan öte bir amel-i salih vardır. 

“Şu düsturu, katî ve yakîn bir tarzda, manevi hayat prensibi olarak belirtmek gerekir ki; müminin herhangi bir sevaba nail olabilmesi evveliyet ve efdaliyyetle başkasına yaptığı yadımla mümkündür. Cemaate yetişmek için evinden çıkan birisinin komşusunun evinden gelen bir iniltiyi işitince, işi anlamak için komşusunun kapısını çalması, cemaate yetişmesinden daha efdaldir. İsterse vardığı netice yardıma ihtiyacı olmadığını anlamak olsun; yine sevap kazanır. Hem de bu kazandığı, bir günün beş vaktini cemaatle namaz kılmaktan daha üstün bir sevaptır. Bir amel-i salihtir. Bu esas iyice anlaşılmadıkça yapılan ameller avamın zühdü gibi boşa gider. Çünkü bütün muamelatta olduğu gibi her türlü ibadette de efdal ve ercah, maslahat-ı ammedir.      

Ramazan orucunda da durum böyledir. Bütün Müslümanlar  oruçlarını aynı ayda tutarlar ve teravihi toplu olarak kılarlar. 

Oruçtan gaye nefsin tezhîbidir. Açları ve yoksuları düşündürmeye âmil olması, başkası sıcak bir çorba bulamazken, en az dört türlü yemek yiyemeyeceğini düşünmesi ve ihtiyaç erbabını aramaya koyulması içindir. Yoksa yapıla geldiği gibi nefs taamlarını hazırlatıp, güzel sesli hafız’ı Kur’anları dinlemek için camiye koşmak, insanı mesuliyetten kurtaramaz. Mahallesinde ki fakir  veya kendisine haber verilen ihtiyaç sahibinin karnı doymadan, başkasına yardım kuvveti olan bir mümin, tuttuğu orucun sevabına nail olamaz. Farzı ıskât edip etmediğini ise Allah bilir. 

Hac müessesi de böyledir. Hac üzerine farz olmuş bütün Müslümanları aynı ayın aynı gününde bir araya toplar. Dünyanın dört bir tarafından Kâbe-i Muazzama’ya yakın eden huccâc, saltanat-ı tekbir ile gaşyolurlar. Bu manevi vecdle beraber, birbirlerinden pek çok şey öğrenirler. 

Hacdan gaye: Birbirlerinden uzak ülkelerde bulunan Müslümanların durumlarını öğrenmek, milletçe karşılık ne gibi yardımlar yapılabileceğini incelemek, millet ve devler olarak kuvvetlenebilmek için mütehassıs iktisatçıların karşılıklı müzakere ve müşahedeler yapması içindir. Bu farza, her sene üzerine hac terettüp eden nisap sahiplerine aittir. Yani her yıl başka başka kimseler bu büyük irtibatı teminle mükelleftirler. 

Tatavvu’ yani nafile hacca gelince: Bu bütün bütün yanlış anlaşılmış bir ibadettir. Bugün Tatavvu haccını ancak Mekke-i Mükerreme’nin yerli halkıyla mücâvir olarak orada yerleşmiş kimseler yapabilir. Onun dışında aktâr-ı İslamiyyeden hiç kimse Tatavvu’ haccına gidemez. Çünkü üzerine farz olmadığı halde sırf kendini düşünerek manevi hazzını tatmin , vecd ve heyecan-ı dînisini tenmiye için hacca gitmeye şer’i mesağ yoktur. Zira her memlekette mutlaka, Tatavvu haccı için sarf edilecek parayı verebilecek birçok muhtaç vardır ki, bunları yalnız zekat, fite, sadaka ve ihsan vergileri karşılamaz.

Yani şu esas göz önünde bulundurulmak bir zaruret-i diniyedir ki; Edirne’de Tatavvu’ haccına niyet eden bir mümine, bilfarz Kars’ta bir adamın hâl-i ihtizarda haber verilir ve buna rağmen sefere çıkarsa, bu yolculuktan hiçbir sevap kazanamayacağı gibi, rûz-i mahşerde de mesuliyetten kurtulamaz. Fakat hac seferine mukabil, “Kars’ta başka yardıma muhtaç vatandaş var mıdır” diye öğrenmek üzere Kars yolculuğuna çıksa, ömrü  boyunca yapacağı nafile hacların sevabını on mislini bir seferde kazanır ve mesuliyetten kurtulur. Çünkü Tatavvu’ haccı nafile yardımlaşma ise vacibdir.

Fakat bazı zevat-ı mutebere ve fâzılanın şahsen gördükleri lüzum üzerine yapmış oldukları seyahatler vardır ki; bunların hac mevsimine tesadüfü, yukarda söylediğimiz hükmü değiştirmez.

Hacca ait yanlış tatbike edilen amel-i salihlerden biri de bedel olarak gönderilen kimselerdir. Hacca bedel göndermek isteyenler, indallah salih bir amele kavuşabilmek için, şartını hâiz fakat hiç hacca gitmemiş kimseleri tercih etmeleri lazım gelir. Herkesçe tanınan ve menâsik-i hacca vâkıf sulehâyı önde bulundurmak makbul bir amel değildir. Hiç gitmeyenler arasında aynı şartlara hâiz kimseleri araştırıp, onları göndermek, Hakk’ın rızasına daha uygun bir amel-i salihtir. Maksat o mahşer-i îmânın zevkinden mümkün oldukça her mümini nasibedar edebilmektir. İşte bu en küçük bir ihsan mahiyetinde de olsa başkasını düşünmek, içtimai prensibin düsturlarından biridir. 

Zekat, imandaki kemalin üssü’l esasıdır. Zekat ancak cemiyetin sıhhat, saadet ve refahı içindir. Hemen bütün kötülüklerin önüne namaz ve zekatla geçilir. Bu keyfiyet Kur’an-ı Kerim’in zekat farizasını bir çok yerde namazla bir arada zikretmesinden daha iyi anlaşılır. 

İbadetlerin en efdali olan zekat müessesesi, ehemmiyetle ve et,raflıca üzerinde durmaya değer bir farizadır. Fakat bu farzın edâsında daima ruhsatlara kaçılmış, elzem, ercah ve efdal olan cihetler mühmel bırakılmıştır.

Konumuz amel-i salih olduğuna göre, bu mühim farizanın edâsında da başkalarına en yararlı azimet hükümlerini öne almak, zekat verilmeye ehil olanı aramak kadar taht-ı vücubtadır. Bir kere zekata nisap tahakkuk ettikten sonra, bir ruhsat-ı şer’iyyeden ibaret olan havelan-ı havli, yani üzerinden bir sene geçmeyi beklemek, bir amel-i salih olmaz. Çünkü bir sene geçmesi şart-ı vücub değildir.

Bugün komşusu sıkıntı içinde bulunan adam, zekatını bir sene bekletirse o zekatın sevabına nail olamayacağı gibi, farzı ıskât edip etmediğini de Allah bilir.

Zekatın ne üzerinden verileceği Kur’an-ı Kerim’de sarâhaten beyan olunmuştur: “ Ya Muhammed,  sana ne miktar vereceklerini sorarlar. Sen onlara zaruriyât-ı şer’iyyelerinin fazlasını vereceklerini söyle.”(Bakara: 219)

Meâlen arz ettiğim bu âyet-i Kerîme, zekat hükmünün temelini teşkil eder. Mesele zaruriyât-ı şer’iyyelerini herkesin iyi bilmesidir. Mesela bir adamın şahsına ait hususi otomobilinin, bilfarz beş yüz bin lira değerindeki pul koleksiyonun ve bir milyon değerindeki ipekli duvar halısının, karsının malı olmadığı halde ticaret için toplayıp kasasında sakladığı kadın huliyyâtının, takılarının o günkü değeri üzerinden zekat vermesi kat’i bir zarurettir. Hâsılı zaruriyyat-ı şer’iyye dışında kalan ve daima nakde tahvili mümkün olan her türlü malın, o seneki değeri üzerinden zekatını veren Müslüman, en büyük bir amel-i salih işlemiş olur. Zekat umumi olarak cemiyetin hakkıdır. Yani kul hakkıdır. Verilmezse, hastalıklar gibi, her türlü para kayıpları gibi, birkaç misli olarak ve üzüntü ile elden çıkar. Ancak beşeri gaflet bunun farkında olmaz. 

Dinin “nasihat”ten yani başkasını manen faydalandırmaktan ve muamelelerde yani hala yapılan muamelatta “doğruyu ve hakkı gözetmek”ten ibaret olduğu, Peygamber Efendimizin beyanat-ı âliyyeleri cümlesinden olduğu gibi “Kendisi için istediği bir şeyi başkası için istemeyenin imanında kemal olamayacağı” yani Hakk’ın emirlerine layıkıyla iman etmemiş sayılacağı, hadis-i Risâletpenâhi’si de   gösterir ki, din cemiyet içindir. 

Bütün dini düsturlar, ahkam-ı umûmiye ve Kur’an-ı Kerîm’deki bütün birr ve ihsan ayetleri hep cemiyet içindir. 

Kur’an-ı Kerîm, seksen sekiz yerde “ amel-i salih”i zikreder. Her ne kadar Fur’kan-ı Mübîn’de ne kadar evamir ne kadar nevâhi varsa, işlenmesi ve sakınılması, amel-i salihin lafzan şümûlüne girerse de asıl amel-i salih “Başkasına hayırlı olan iş” demektir ki insan onu yapmakla kendisi de me’cûr olur. Kişi hayat boyunca tatbikatta bir çok hadiselerle karşılaşır. Bu arada yapacağı en hayırlı işi bulabilmek bir amel-i salihtir, hatta onu düşünmek bile…

Mesela vehleten aklın bulacağı bir ,amel-i salihi elle alalım. Mübarek “su sebil etmek” bir amel-i salihtir. Fakat bu sebil Ocak ayında, Zemheri’de bir  amel-i salih değildir. Ağustos sıcağında halk buram buram terlerken soğuk su ikram etmek elbette tam yerine bir amel-i salihtir.

Söz verdiği birisine saatinde yetişmek için tespih duasını yolda yamak gerektiğini, hatta son sünnetlerini icabında işi hallettikten sonra eda edeceğini, cenaze beklerken İhlas’ın Ayet’el-Kûrsî’nin okunmayacağını, duanın yapılmayacağını, cenazenin ta’ciline dair olan emr-i Nebevinin bir an evvel yerine getirileceğini ve bu emri, emanetin tesliminden defne kadar devam ettiğini; tespihin, duanın ve bütün niyazların cenaze namazının içinde bulunduğunu hatırlamak ve icra etmek de amel-i salihtir. 

 Meharic-i hurufu ayıramayan, tecvid bilmeyen kimsenin Kur’an-ı Kerim okuması nasıl bir amel-i salih değilse, ilmihalini bilmeyen bir müminin sevap olsun diye Kur’an-ı Kerim okuması da bir amel-i salih değildir. Evladına dinini, dünyasını öğretmeyen kimsenin, sevap kazanmak gayesiyle yaptığı nafile ibadetler, evrâd ve ezkâr hiçbir zaman salih amelden addedilmez.