Ölümün Kudsiyetine Dair…

 

Üzerinde manen artı değer üretilen şey kutsallık dairesindedir. Ölümü kutsallık dairesinde işlemekse, ahirete geçiş kapısı olması itibariyle âna sığan en mühim bir süreç hem de insanı Dost’a kavuşturan, vuslata erdiren ve bu yönüyle de kutsallığa en lâyık şeydir hiç şüphesiz.

Üstad Necip Fazıl;

“Ölüm güzel şey budur perde ardından haber

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber” dememiş miydi?..  Yine o Peygamberin müjdesi değil mi; “Ölüm, mü’minin hediyesidir.”

Bu vesileyle son Zilhice ayında Hac mekânında gelişen arbede sonucu vefat edenlerin vefatı geldi aklımıza. Belki de ölümün acılığına yüklenen anlam burada garip bir cilveyle ve mekânın kudsiyetine izafe edilerek hafifletilmeye çalışılıyor. İlla olacaksa hiç olmazsa burada ve böyle olsun denilmek isteniyor. Daha doğrusu burada, insanlar zaten ölümün güzelliğini benimsemişken, -her ne kadar ölümün tabiatı gereği, ellerinde bir irade olmaksızın ölseler de- kabul noktasından sonra kutsallık adına yeni bir değer daha elde etmeye çalışmaları da söylediklerimizi doğrulamıyor mu? Gelişen bu spesifik olay bir yana ölüm, zaman ya da mekanla ilintilendirilmeden önce de insan için çok çarpıcı ve oldukça ilginç değil miydi? Çünkü ne olursa olsun, ölüm gelip insanı bulacaktır. Allah (cc) mealen bir ayette şöyle buyurmuyor mu; “Nerede olsanız ölüm size yetişir. İsterseniz tahkim edilmiş kalelere veya gökteki yıldızlara sığınmış olun.” 

Peki, ölümün kudsiyetinin, yaşadığımız her âna yansıması nasıl ya da bizdeki idrak boyutu, hangi seviyede?.. Ölüm, hayatın en keskin gerçeği iken, ölüm olayıyla aramıza koyduğumuz mesafe, hayatın diğer cilveleriyle olan münasebetlerimizden ne kadar farklı acaba? Ya da ölüm olayıyla aramızda olan kısa mesafenin aslında diğer olaylardan daha keskin olduğunun yeterince farkında mıyız? Bize “ayakkabı bağımızdan daha yakın” bir ölümle elele baş başa yaşadığımızın farkında mıyız…

En önemlisi ölümün kaçınılmazlığındaki orijinallik, bizi ölüm karşısında ne kadar mütehammil ve müsamahakâr kıldı? Yani insan-ölüm birlikteliğini ne kadar içselleştirdik acaba? Mesela ölüm olayının Hz.İbrahim’deki tecellisi şöyle olmuştu; “Allah (cc), Hz.Azrail’i, dost edindiği Hz.İbrahim’in ruhunu almaya göndermişti. Hz.İbrahim, Azrail’e; “Dostunun ruhunu alan bir dost gördün mü?” diye sordu. Azrail, Yüce Allah’ın huzuruna çıkarak durumu arz edince Allah (cc), Azrail’e; “Sen de ona; -Ey İbrahim, dostuna kavuşmak istemeyen hiçbir dost gördün mü?- diye sor” buyurdu. Azrail tekrar Hz.İbrahim’e geldi, Yüce Allah’ın sözünü ona söyler söylemez, Hz.İbrahim; “Öyle ise hemen ruhumu al.” diyerek rıza gösterdi. Yani ölüme karşı mesafe ve müsamahakar bakış, Hz.İbrahim’de “aşkla” kapanmıştı. Mevlana (ks); “Düğün gecesi” demişti. Mevlana’da ve Allah Dostlarında da bu mesafe aşkla kapanmıştı… Çünkü bu, insanın yaradılışıyla başlayan hadisenin, yeryüzüne inmesiyle ya da doğumuyla başlayan hasretin, ölüm hadisesiyle birlikte sona ermesi ve vuslata dönmesiydi. 

Evet, bizler içinse, hâlâ, “işte tam da burası ölünecek yer!” diyecek rahatlığımız var mı? Böyle söyleyebilmek için insanda ne tür mekanizmaların oluşması ya da gelişmesi lazım. Bu durumun şehitlikle olan alakası nedir ya da tarihte örnekleri nasıldı gibi mütalaalarla bu konu zenginleşmekte… 

“Allah’a giden yollar nefeslerinin sayısı adedincedir.” sözünü açıklarken Veliler, Allah’a (cc) ulaşma inceliklerine göre 3 temel tasnif üzerinde durmuşlardır. Bunlardan birincisine “Ahyâr yolu”, ikincisine “Ebrar yolu”, üçüncüsüne “Şettar yolu” denmektedir. Üçüncü yolu Necmeddin-i Kübra Hz. “Seçkinler Yolu” olarak değerlendirmiştir. Birinci yolun zahir ibadetler ve davranışlarla takip olunan yol olduğu, ikinci yolun ise batın ameller, çile ve riyazatlarla takip olunan ve amaca ulaşılmaya çalışılan yol olduğu, üçüncü yolun özelliği ise bilerek ve isteyerek ölümü seçtirdiğidir. (1) 

Allah Resulü (sav) bu konuda bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Mecburi ve tabii ölümle ölmeden önce, isteyerek ve kabullenerek ölünüz.” Bu sıfatla ilk hallenen insan Ebubekir-i Sıdık (ra) hazretleridir. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde Allah Resulü (sav) şöyle buyuruyor: “Kim yaşayanlar arasında dolaşan bir ölü görmek isterse Ebubekir’e baksın.” Görünüşte onun cesedi diri, nefsi ise ölüdür. Gerçekten de Hz.Ebubekir(ra) her şeyden ilgi ve muhabbetini kesmiş, tüm anlamıyla yaşarken ölmüştür. Bundan dolayı da bütün servetini Allah yolunda harcamış, canını o yola hizmete adamıştır. İsteyerek fani olmak, ölmeden evvel ölmek demek, bütün işlerini hatta öz canını bile Allah’ın emir ve iradesine teslim etmek demektir. Gerekli olan, var olan vücudu yok etmek değil, “Ene” (ben) demeyi yok etmektir. Allah dostları, ölümü, “hevayı defedip gönülden çıkarmak” olarak tarif etmişlerdir. Nefis, o hevanın gönülden çıkmasıyla terbiye olur. (2)

Evet, şettar yolunun özelliklerinden bahsederken Necmeddin-i Kübra Hz. Bakın neler söylüyor: “Allah yolunda dağınıklığın, bezginliğin ve tembelliğin yeri yoktur. Zahiren çok harekete ve gayrete ihtiyaç vardır. Hazırlıksız ve eksik şartlarla yola çıkan yolcu yolda kalır ve varacağı yere ulaşamaz. 

Bu yol muhabbet ehli, şen ve hareketlilerin yoludur. Onlar şen ve neşelidirler. Bu yoldan Hakk’a yürüyenler, aşıklar gibi, sevgiliden başka herşeyden vazgeçmişlerdir. Muhabbetin tesiriyle kararsız olup, bir yerde duramazlar. İhtiyarlar, hastalar ve tembelliği huy edinenler gibi uyuşuk değil, hareketlidirler.

Allah yolunda muhabbet, zühdün karşılığıdır. Hakka vuslata cezbedici manevi bir vasıtadır. Muhabbetin şiddetli olanına aşk denir. Muhabbet nur, aşksa ateştir. Aşk ateşi, sevgiliden başka her şeyi ve dünya ahiret ilgilerini yakar. Bundan dolayı Yazıcızade Muhammed Bîcan şöyle demiştir; 

“Yana aşk odına, sıza; binârın beyne nureyî”

Yani aşk, iki nur arasında bir ateşi temsil eder. Nurlardan biri Allah’tan başka her şeyden ilgiyi kesmesinden dolayı meydana gelen nur, diğeri Allah’a yönelişten dolayı olan nurdur. Bu iki nur arasında aşk ateşi bulununca sâlikin aşağılık mertebesinde bulunan sufli ilgileri yanar, yokolur. Sâlik de böylece amacına çabucak ulaşıverir.” 

Görüldüğü gibi, Allah yolunda aşk, en önemli itici güçtür. Tıpkı gayri ihtiyari bir şekilde ölen insanın ölümle arasındaki mesafeleri kaldırıp isteyerek ölmesinde olduğu gibi…

Demekki işin başı “aşk” imiş. Ölmenin de “olmanın da” başı aşk imiş…  

(1) Necmeddin-i Kübra(ks)-Tarikatlarda On Esas (Şerheden: İsmail Hakkı Bursevi(ks)).sf.52

(2) a.g.e. sf.52,53