Mahir İz Hoca'nın Ardından

 

Öğrencilerinden Prof.Mustafa UZUN ile Mahir İZ Hoca’yı konuştuk

Gönül Adamı, Hikmet Ehli, Entelektüel Derviş, 

MAHİR İZ HOCA’NIN ARDINDAN…

FEYZ: Hocam, Mahir İz Hocamızı yeni nesiller yeterince bilmiyor, tanımıyor. O mümtaz insanı bize ortak hatıralarınız çerçevesinde tanıtır mısınız? Toplumumuz, insanımız taklid edebileceği, iyi örneklere muhtaç. Mahir iz Hoca ise çok farklı ve iyi özellikleri bünyesinde toplayan çok özel insanlar sınıfında…

PROF. MUSTAFA UZUN:  Hocayı seven, Hocanın dürüstlüğüne, dobralığına, edebiyattaki vukufuna, zekavetine, hadiseleri tahlildeki gücüne hayran olan, çeşitli noktalardan ona yakınlık duyan talebeler, hep etrafında böyle bir grup vardı. Mesela Ertuğrul Düzdağ, Uğur Derman, Haydarpaşa grubundandı. Biz en sonuna yetiştiğimiz ve Hocanın en son Hocalığı İlahiyat fakültesi’nde olduğu için, bu sefer enstitü grubu, son Hocalığı sırasında enstitüde olması, Hocanın kendi tabiriyle “İstikbalin manevi mimarları” olması olarak gördüğü Yüksek İslam Enstitüsü talebelerine, kendi çocuklarından daha fazla önem vererek, alakadar olması, hizmet etmesi, kendi bildiklerini anlatması, bana biraz şöyle de görünüyor. Nasıl Muhammed Hamidullah rahmetli zor şartlarda, üstelik bir ücret vs. talep etmeden, senelerce İstanbul’a gelip de Üniversitede gençlere İslam’ı anlatmak için fahriyen, hasbiyen konferanslar verdiyse, -Ona sormuşlar, başka yerler var, başka paralı pullu ülkeler var, niye oralara gidip de konferanslar vermiyorsunuz?- Hamidullah Hoca demiştir ki; “Yiğit düştüğü yerden kalkar, buradaki İslami hareket bütün İslam ülkelerinden daha fazla, ben bu İslami uyanışın, hareketin bilgiye dayanmasını, sağlam bir şekilde tecelli etmesini düşündüğüm için burayı tercih ediyorum, yoksa filan yere de gider filan zenginin imkanlarıyla hem kendim perverde olurum, hem de oraya hizmet ederim” Hamidullah Hocanın bu düşüncesi, Mahir İz Hocada da İslam Enstitüsüne gelişi D-cetvelinden amiyane tabirle yandan çarklı diyelim, esas kadrodan değil, emekli olmuş ama özel bir kadroda Hoca olması, Türkiye’de gelişmekte olan İslami hareket ve uyanışın sağlam temellere dayanması, gerçeklerle mutabık olması; dinin gerçekleri ve hayatın gerçekleriyle… Dinin gerçekleriyle mutabık olması için çalışan pek çok isimden bahsedebiliriz de, fakat aynı ölçüde hayatın gerçekleriyle ve memleketin kendi şartlarıyla mutabık olmasını dengeleyen, bu aradaki esastan fire vermeden bu dengeyi kuran Hocaların sayısı çok azdır. Mahir Hoca onlardan birisidir. İlahiyat camiası üzerinde bu bakımdan, biz farkına varsak da varmasak da –bazıları farkına varmamıştır-  çok etkili olmuştur. Bizim şekillenmemizde, yetişmemizde, dünyaya bakışımızda, hadiseleri kavramamız ve bir çözüm getirmemizde, bir tavır belirlememizde çok yardımcı olmuştur. Bunun sebebi ne diye sorulacak olursa, bu başarının diyelim –bu kelimeyi ben sevmiyorum ama Hoca da zannediyorum bu lafın ifade ettiği manadan pek hoşlanmayabilirdi- çünkü onlar vazifesini yaptığına inanan insanlardı, başarılı olmak değil. –Biz vazifemizi yapalım, Tevfik Allah’tandır- düşüncesinde olduğu için, başarılı olmasının sebebi, çok umur görmüş, çok devir geçirmiş, İstanbul’da yetişmiş, sağlam bir aile ortamında büyümüş, Mehmed Akif gibi bir zata talebelik yapmış, pek çok kişiyle tanışmış, - şimdi mesela derginizdeki isimleri biz gıyaben tanıyoruz- ama Mahir Hocanın nesli, böyle birileri olduğu zaman gider onlarla tanışır, görüşür, tabir caizse onları bir yoklar, özelliklerini tanır, ne zaman onlardan hangi konuda ne elde edilecek, onu düşünürdü. Biz bugün kendi kabuğumuzda, şehir hayatı mı diyelim, günümüz modern hayatının getirdiği şey mi diyelim herkes kendi kabuğunda, kendi çevresinde dolaşıyor. Halbuki Mahir Hoca gibi insanlar –benim kanaatim ve zannım o- birisini duydukları zaman gider ziyaret eder, konuşur, tanışır, onun hakkında vicahen de sağlam bir bilgi edinir, onunla bir iş yapacaksa da o bilgilere istinaden iş yaparlar idi. Dolayısıyla çok insan tanıyor. Her türlü insanı tanıyor

Halıcıoğlu Askeri Lisesi’nde hocalık yaptığı zaman askerler talebesi olmuş, onlarla irtibatı var. Çok çeşitli muhitlerde bulunmuş, çok çeşitli insanları tanımış ve imparatorluğun geçirdiği son devre çok badireli olduğu için, her devreyi de yaşayarak görmüş, o devrenin sıkıntıları, artıları eksileri neyse onları bilmiş, dolayısıyla Hoca hayatı da biliyor. Hocanın hayatı bilmesiyle ilgili benim dikkatimi çeken bir başka taraf, Hoca, yaşamayı da biliyor. Keyf ehli… Neden keyf alınır, neden zevk alınır, iyi biliyor. Düşünün, iyi su içmek için otuz kilometre yol katedebiliyor. Filan yerde iyi su var diyorlar. Hoca; “Tamam, madem suysa gidelim bir tadalım, telezzüz edelim.” diye, o ileri yaşında katediyor. 

Suya bu kadar değer veriyor. Halbuki biz bugün susuzluğumuzu gidermek için ne kolaysa onu yapıyor, boyalı boyasız, meşrubat diye önümüze sürülen birşeylerle susuzluğumuzu gidermeye yöneliyoruz. Şimdi bu Hocaya has mıydı diye düşünüyorum ben. Bu bir kültür…Hocaya has değil. Namık Kemal’in mektuplarında okuyoruz. Ailesine mektup yazıyor; “Bu hafta çıkan Marsilya vapurundan Karakulak suyu çıkmadı. Aman bir damacana kaldı, yetiştirin susuz kalıcam” diyor. İngiltere’deki Namık Kemal, İstanbul’daki karakulak suyundan telezzüz edecek… O suyu içiyor. Buna ister Osmanlılık deyin, ister taassup deyin, bakın su… Ben kendi babamdan biliyorum. Babam da rahmetli Taşdelen suyu içerdi. O zaman Yeni Cami önünde Taşdelen suyu satılırdı, beş litrelik şişelerde. Beni gönderirdi çocuk yaşımda, gider alırdım, kırk da tenbih vururdu; “Aman şişeyi düşürme!” Çünkü su, depozitolu. Ben bazen Taşdelen suyuna gitmeyip o aralarda bir yerlerden su alsam, içer içmez babam; “Sen Taşdelen’e gitmedin değil mi?” derdi. Mahir Hoca da içtiği suyun ne suyu olduğunu hemen söylerdi. Bu Taşdelendir, bu sırmakeştir vs. Hayatın lezzetini almak noktasında suyun bile farkına varırsan iyi yiyeceğin, iyi içeceğin; -Mahir Hocayla biraz Kanlıca’ya devam ettik, bir akrabasının evinde sanırım, bir müddet de kaldı- mesela yoğurdun… Yoğurt, sahildeki yoğurtçudan değil de yolun üst tarafındaki filan yoğurtçudan alınırdı. Hocanın yakınında bulunanlar iyi su hakkında da fikir sahibi olurlardı. İyi şair hakkında da bilgi sahibi olurlardı. Tasavvufun iyisi kötüsü – bu tabirler uygun değil ama- hangisi asla daha yakın hangisi müşevveş, karışık; o konuda da bilgi sahibi olurlardı. Tefsirler konusunda da bilgi sahibi olurlardı. Kanlıca küçük bir koydur. Oraya eskiler fasıl dinlemeye gidermiş. Bir de mehtapta orada bülbül dinlenirmiş. Nitekim sonraları bir arkadaşımla evli ve nişanlı olarak hanımlarımızı alıp, Mahir Hoca burada bülbül dinlenir dedi diye, oraya giderek bülbül dinlediğimizi hatırlıyorum.. İstanbul’da bülbül nerede dinlenilir, lale nerede temaşa edilir, gül nerede koklanır, su nerede içilir, efendim, çay nerede içilir; bunların hepsinin Hocanın hayatında yeri var… Bunları bize farkına varmadan ve o zamanki talebe imkanlarımıza yük olmayacak şekilde, -çünkü kendisi ısmarlardı- öğretirdi. Hocanın bu manada bir şeyini söyleyeyim. Bir yerden bir şey isteyecek, sizi bir yere gönderecek, birisine bir mektup gönderecek…Kendisi derdi ki; “Evladım, şunu al, şu yol ile şu kişiye bunu götür, aynı yol ile geri dön.”der ve dolmuş parası verirdi. Hocam bizim şebekemiz var derdim. Üniversiteli demek şebeke sahibi demekti. Otobüsler vapurlar indirimliydi. Hoca ise tam tarifeden verirdi ve derdi ki; “Evladım, sen benim için gidiyorsun. Benim şebekem yok. Dolmuşla gidicem, sen benim için gidiyorsun, bunlar da şu kadar eder.” Bu parayı da bize böyle verirdi. Dolayısıyla bize hem bir iş yaptırırken, biz de Hocanın gözünün içine bakardık bize bir iş yaptırsın diye. Çünkü bize her iş yaptırışında, birileriyle yakınen tanışma fırsatımız olurdu. Mesela Tasavvuf kitabını yazdı. Kitabını imzalayarak beni Muhammed Hamidulah Efendi’ye gönderdi. “Üstad-ı muhteremimiz Muhammed Hamidullah Efendiye” diye bir pusula yazdı. Kitabını da götürdüm. Şimdi düşünün, enstitü talebesi, Muhammed Hamidullah gibi dünya çapında bir adamla tanışıyor… Fethi Gemuhluoğlu’na gönderdi. Bu o yıllarda az bir nimet ve lütuf değildi. Böyle pek çok kişiye göndermiştir.. Dolayısıyla biz gözünün içine bakardık, bizi bir yere gönderse diye. Tabii gönderdiği zaman da mutlaka bizim masrafımızı fazlasıyla verirdi. 

Bizi bir yerlere götürdüğünde de su içerken bir beyit okurdu, çay içerken bir başka beyit okurdu. Mesela Hocanın çok tekrar ettiği bir çay tarifi vardı. Çay tarifi verirdi. 

“Çay kadehte dîde efruz olmalı, lepkezu leprizu lepsûz olmalı.”

Güzel bir çay geldiği zaman, rengi tam tavşan kanı, kahveci çayı gibi yarısı boş bardak değil, 

hafif bir dudak payıyla, ilk yudumu aldığın zamanda da ağza hafif bir çay burukluğu -bergamud kokusu mu diyelim- çayın o burukluğu lezzeti, onlar bergamud kokusu filan demezlerdi. Çay alıcaksın, sıcak olucak ve o ağızdaki hafif burukluk, damak zevki denen şey hasıl olacak… Dolayısıyla biz Hocayla çay içerken hem nasıl içmek gerektiğini öğrenirdik hem de tarifini alırdık. Dolayısıyla bir genç için tabir caizse dört dörtlük, yiyen içen, dinden ilimden, hayattan, zevkten bahseden bir kişiyle beraber olmak ne büyük mutluluk… Yeri gelir tasavvuftan, yeri gelir bir ayetten, yeri gelir bir hutbeden, her çiçekten, tabiri caizse bal almak imkanı var. Ve o her çiçek, düşünün, Mahir Hoca… Niye çünkü kendisi zülecniha, her tarafta behresi var. Efendim, Çamlıca suyu ancak yerinde içilir, eve gelince bozulur derdi rahmetli Hoca. Bunun arasındaki lezzeti, farkı Hocadan öğrendik… Dolayısıyla, ilimde, sanatta, yaşama biçiminde, hadiseler karşısında gösterilecek tepkilerde, ortaya konulacak tavırlarda, Hoca her yönüyle bize örnek olmuştur.

Hoca Tasavvuf kitabını yazdı, çeşitli kişilere gönderdi. Bu anlattığım, Hocanın dikkatine ve hayatı bilmesine bir örnektir. “Oğlum, bana küçük küçük kağıtlar kestirir misin?” dedi. “Güzel kuşe kağıtlar olsun”dedi. O zaman bu kağıtlardan bulmak zordu. Ben de Hocanın Tasavvuf kitabını neşreden biri olduğumdan, Hocayla bir yayınevi kurduk. Rahle Yayınevi. Rahlemize de ilk defa Hocanın Tasavvuf kitabını koyduk. Dedi ki; “Bir kartvizit büyüklüğünde veya daha büyük olsun.”dedi. Ben de Cağaloğlu’ndaki kağıtçıları dolaştım. 

Artık kağıtlar vardı. Kitaplar basılıyor, onların kenarından traş ediyorlar, öyle…Buldum getirdim, Hocaya verdim. Hoca kitabı açtı. İthaf normalde kitabın ilk sayfasına yazılır. Hoca ise o kuşe kağıtlara yazdı, kime ithaf ediyorsa. Kitabı kontrol etti. Bir eksiği, kıvrımı, sayfa hatası var mı diye. Ondan sonra da kapağının arkasına ondan bir tane koydu. “Hocam dedim buna ne gerek vardı, üstüne yazsaydınız…” Demekki Hoca’ya biraz kurbiyetimiz ziyadeleşmiş ki böyle sorabiliyoruz… Dedi ki; “Evladım, bizim vefatımızdan sonra bu kitapların ne olacağı belli değil. Kimin eline geçeceği belli değil. Ben sahaflarda çok gördüm. Çok mühim zevata imzalanmış, ithaf edilmiş kitaplar yerlerde sürünüyor. Kıymeti bilinmiyor. İnsanın başına daha sonra bir şey gelebilir, bu kitabı satmak icap edebilir. Satacağı zaman ithaflı kitaplar satılmaz. Onun da yolu var. Satacağı zaman ithaflı kısmı kesilerek satılır ve kitabın ilk sayfası kesilerek yapılır. Bunu da dikkatli müellifler yapardı.” Hoca; “Kitaba zarar veriliyor. Kitap birisinin eline geçse yahut sahibi satmak zorunda kalsa bunu buradan alır, kitap da zarar görmez.” derdi. Tabi bu bir terbiyedir, eğitimdir, kültürdür… Aynı zamanda bir usul öğretiyor. Böyle bir şey olduğunda ben de Hocamın bir hatırası olarak böyle yapmayı tercih ederim. Bunu uygulamaya çalışırım. Bunlar genç yaşta öğrenildiği için insanın zihnine de yerleşiyor. 

Mahir İz Hoca; “İlk maaşını aldığında harcamadan bana gel” dedi. Hocanın da bu konulardaki zevkini bildiğim için tabir caizse beraber yemek gibi, o vesileyle bir eknüşur beylemek manasına, böyle bir şey anladım. Hoca tenbih etti. Sakın harcamadan, bir şey almadan gel dedi. Normalde işte tatlı falan yapılır götürülür. Harcamadan gel dedi. Vazifeye başladım, iki ay sonra maaşımı aldım. Üçyüz liraya yakın bir para. Para işlerinde oldum olası ince hesabım, merakım, bilgim yoktur. Hoca”Hepsi bu mu? Say bakalım.”dedi. Üçyüzliraya yakın bir şey çıktı. “Bu kadar parayı vermezler adama, sen ne kadar odu başlayalı, bu iki aylık maaşın”dedi. “Bunu ikiye böl” dedi. Böldük ikiye.  “İşte senin maaşın bu!” dedi. “Tamam maaşımız bu. Hocam mühim değil. Ne yapalım” dedim. “Kanlıcaya mı gidelim, Emirgana mı gidelim.” dedim. Hocanın tabiriyle hep beraber bir ârifane yapacağız diye düşünüyorum.    “Bu senin maaşın. Sen bunu oniki ay alacaksın. Benim sana tavsiyem, Her maaşını aldığında harcamadan bunun yüzde ikibuçuğunu infak et.” dedi. “Peki Hocam” dedim. Benim kavrayamamış olduğumu fark etmiş olacak ki; “Bu senin zekatın” dedi. Biz de ilahiyat okuyoruz tabi. Hocam dedim; “ Havli hevelan var.” Bir memurun aylığından zekat vermesi gibi bir durumla karşılaşıyoruz. Bu ilk defa böyle söyleniyordu. Benim bildiğim zekat, parasını bir sene geçer, biriktirirsen, onun kırkta birini hesabeder verirsin. Dedi ki evladım, o senin dediğin, kitaplarda yazılı olan… Demin dedim ki, teoriyle pratik; hayatı bilen, kitabı bilen, ikisini de bilen… Sen memur olarak ömrün boyunca zekat veremezsin, eğer kitaplarda yazılı olan gibi davranırsan… Çünkü zaten ay sonunu getiremiyeceksin ki sen dedi. Dedim ki Hocam, madem ay sonunu getiremiyeceğiz, şimdiden niye paranın yüzde ikibuçuğunu verip bir gün daha erken aç kalacağız. “Oğlum, memlekette o kadar çok fakir ve fukara var ki, bunlar havli hevelanı beklerlerse açlıktan ölürler” dedi. Böylece vermeye de alışırsın dedi. Hemen hesabettik, sen bu parayı hemen mahallendeki fakirlerden birine ver dedi. Ben talebeliğimde hiç burs almadım, rahmetli Fethi Beyin zorla verdiği kitap bursundan başka. Yani fazlaca alan da olmadım. Babamdan fazlasıyla aldık da. Şu dikkatimi çekti. Alan el, veren el… Sonra “Veren el alan elden hayırlıdır”ı da öğrendik. Bunu hallettik. Şimdi nereye gidelim dedi. Hocam nereye isterseniz dedim. Dedi ki; “Kadıköy’de yeni bir yer açılmış, adı Çömçe. Çok güzel künefe yapıyorlar, haydi oraya gidelim. Beğenirsen arkadaşlarına da alırsın”dedi. Beraberce kalktık, Kadıköy’de Osmanağa camiinin arkasında bir yer. İstanbul’da tatlı deyince Güllüoğlu filan –Hoca her şeyin iyisinin nerede olduğunu bildiği için- Çömçe yeni bir yer. Hoca oraya bir vesileyle gitmiş, kalite kontrolünü, lezzet kontrolünü yapmış, künefesinin güzel olduğunu tesbit etmiş... Oraya gittik, birer künefe söyledik. Yer sahibi bize, ardından birer kahve ikram etti. Biz tabi Hocaların yanında çay içerdik de, kahve sanki herif işi gibi gelirdi.. Hoca tamam dedi artık maaşa geçtin, kahveyi de iç dedi. Hocanın zekat konusundaki bu titizliği… kendisi de böyle yapardı. Zaman zaman bize verir, “Erbab-ı ihtiyaca bunu ulaştırın” derdi. Şimdi seneler sonra düşündüm. Bir memurun zekat vermesi, bırakın zekat vermeyi, ciddi bir sadaka vermesi mümkün mü bu şartlarda. Mümkün değil. Memur neredeyse zekat ve sadaka alacak halde. Biz babamızın maaşını filan bilmezdik. Maaşının çoğunu ev kirasına verirdi. Hakikaten bugün bile ancak ay sonunu getiriliyor. Kutlayemut geçiniliyor. Peki o zaman ihtiyaç sahibi sadece aniyanın bir sene sonra yapacağı yardıma muhtaç kalıyor. Gerçi elhamdülillah bugün bazı varlıklı insanlar bir seneyi beklemeden önceden verip sonra mahsup ediyorlar. O da iyi bir gelenek. Ama Hoca böyle bir yolla fiilen beni, -muhtemeldir ki vazifeye girip de uygun hale gelen başkalarına da yapmıştır.- teşvik etmiştir. Çünkü Hoca, bildiğini yapan insandı. Senede iki kat elbise A’dan Z’ye sipariş ederdi. İki takım ayakkabı yaptırırdı. Biri yazlık biri kışlık. Kış geldiği zaman yazlıkları çıkarır. Üç beş ay giyilmiş şeylerdi. Onları olduğu gibi verir, bunları erbab-ı ihtiyaca ulaştırın derdi. İmam olduğumda bana da mahallenin fukarasına dağıtın diye vermişti. Hoca maşallah müheykel ve müsekkel insan güzeliydi. Ayakkabısını da zik deriden, ayağı çorap gibi saran bir deriden gıcır gıcır yaptırırdı. Bunları birilerine verirken de Pırıl pırıl temizletir verirdi. Dini bilen, hayatı bilen insan. Halbuki bizim şimdi gardolaplarımızda dolu elbise vardır. Her birini vermemek için de dolu bahanemiz vardır. Şimdi bu insanlar, dinin kendilerine öğrettiklerini hayatlarında tatbik eden ve o tatbikatı da aktaran, yaşayan ve yaşatan kişiler idi. Onun için de çok iyi örnek olmuşlardı. Ve hala hatıralarımızda onlarla ilgili şeyler yaşıyor. Ve dediğim gibi, bir iş yaparken onu hatırlayınca insan kendisini frenliyor.

FEYZ: Faydacılık esasına göre düşünüp topluma faydalı olmanın esas olduğu zeminleri kollama mantığıyla; “Nafile zamanı değil hizmet zamanı” şeklinde bir kelam söylediği söylenir. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?

PROF.İBRAHİM UZUN: Bir arkadaş Erenköy’deki sohbetlerden birinde –Erenköy’deki sohbetler biraz daha dini sohbetlerdi.Arnavutköy ya da Emirgan, daha çok hayat ve edebiyat sohbetleri olurdu- “Hocam ben bir söz duydum. Kıl beşi, kurtar başı diyorlar” dedi. Hoca; “Olmaz öyle şey, bugün bu geçerli değildir, onu tashih etmek lazımdır.” dedi. Kendine mahsus bir eda ve seda ile; “Kıl beşi, ye helal aşı, düşün kul kardeşi, kurtar başı.”şekline getirdi. Beş vakit namazı kıldıktan sonra gece teheccüde de kalkarsın, tesbihatını da yaparsın, tamam, bu dünyada da öbür tarafta da inşallah işin iyidir diye düşünürsün. Hoca ise; “Kıl beşi, ye helal aşı, düşün kul kardeşi” derdi. Ben böyle insanların bu yönlerine çok dikkat etmişimdir. İbadetlerini yaptın, bir kenara çekildin. Bu olabilecek bir şey midir? Evet. Allah bana namazı kıldın mı, ibadetlerini yaptın mı diyecek, ben de efendim, ona takarrub etmek için ne kadar taat ve ibadette bulunursam, o kadar gücümün yettiğince yaparsam, Sualleri hafif atlatırım ümidi… bu caiz, normal. Ama Hoca orada “Düşün kul kardeşi” diyor. Bu Hocanın ortaya koyduğu bir kavram idi; sizin virdiniz; “Düşün kul kardeşi” olmalı derdi. Daima bir kardeşinizi düşünmek. Bu insanın bencilliğini ortadan kaldırıyor, sevaba yöneltiyor, sonra toplumdaki birbirinden habersizlik ve ilgisizliği ortadan kaldırıyor. Düşünün ki şimdi apartman hayatında kimse kimseyi tanımıyor. Halbuki o zaman öyle değildi. Nisbeten herkes birbirini tanırdı ama Hocanın bunun üzerinde özellikle durması, bir yere bir toplantıya gidildiği zaman mutlaka bir katkıda da bulunurdu. Şimdi biz, birileri bizi yedirsin içirsin diye bakıyoruz hayata. Onların aldıkları eğitim böyle değildi. 

Yani yaşamaya dair çok özel şeyler gördüm. Ama kendi hayatıma o kadar başarılı aktaramadım. Onlar yaşıyordular, biz yaşamıyoruz, biz koşuşturuyoruz…Onlar hızlı yaşamıyorlardı, ahengiyle yaşıyorlardı ve her şeyin hakkını veriyorlardı. Çay içiyorken onun zevkini,  tatlı yiyorken onun zevkini… 

FEYZ: Biz öyle yapsak, işlerin bir kısmı kalır mı acaba? 

PROF.MUSTAFA UZUN: Kalır zannediyoruz. Zihnimiz bozuk. Bana göre kalmaz. Bir de bizim nesiller biraz fazla idealist yetiştiğinden, yapmazsak çok ayıp olur, günah olur, filan gibi belki yanlış bir tarzımız var. Tabi ben bu rahatsızlıktan sonra bakıyorum, bir çok şeyi yapmıyorum, pek çok şey yürüyor. Şimdi bir söz var;

“Âsiyab-ı devleti bir har da olsa döndürür.” (Devlet değirmenini, bir eşek de olsa döndürür.) Şimdi biz zannediyoruz ki biz içinde olmazsak değirmen dönmez. Dönüyor… 

Yine Hocadan duyduğum bir şey;

“Mansıb-ı dünya, azli değmez.” derdi Hoca. Şimdi biz dünyada bir mevkiye, bir makama, bir mansıba gelmek için neler yapıyoruz. Halbuki eski insanlar, kendi yapmaları gerekeni yapardı, mansıbı zaten, nasipse gelirdi. Çünkü neticede azli değmiyecek bir makama geliyorsun. Hangi makamda olursanız olun, arkadaş, bitti, tamam, dedikleri zaman n’oluyor…O halde bunun için hırslanıp, bunun için çeşitli entrikalar, çeşitli numaralar yapıp, milleti, akranımızı, arkadaşımızı, bizimle aynı yolda yürüyen insanın ayağına çelme takmanın anlamı yok. Çünkü o iş bittiği zaman, seninle onun arasında bir fark kalmıyor. Dolayısıyla o insanlar bunu bildiği için, her şeyi tadıyla yapıyorlar. Yapmaları gereken her şeyi yapıyorlar. Ama ahengiyle, tadıyla… Bizim şimdi, ahengimiz farklı, süratimiz farklı ve bu işi yaparken de bir sürü çarşafa dolanıyoruz, ayağımız karışıyor, başkalarını yuvarlıyoruz, kendimizi yuvarlıyoruz. Tabir caizse ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamıyoruz. Ama gören ne diyor; “Çok koşuşturuyor. Hiç zamanı yok” Beşeri münasebetlerimizi düzgün tanzim edemiyoruz. Ev sohbetleri mesela. Kendi evimizde kendi çoluk çocuğumuza vakit ayıramıyoruz. Televizyon karşımızda, hepimiz ona böyle bakıyoruz. Güzel bir şey üretmediği gibi, bizim güzelimizi mahvediyor. Kitap okumasak bile iyi proğramlar seyretsek ama iyi proğramlar yok. Dünya kadar vaktimizi alıyor. Çocuklarımızla meşgul olamıyoruz. Bir yere gidersek, efendim bu akşam dünya kupası var deniyor. Biz buraya maç seyretmeye gelmedik. Ben maçı evde de seyrederdim. Niye geldik, görüşelim tanışalım… Filanın bir açık oturumu varmış. İşte bilmem kim konuşacakmış. Yarın ya da bir vesileyle onu öğrenirsin. Sen ne dedin arkadaş, sen ne yapıyorsun, o önemli benim için... Eskilerin insani özü çok iyi yakaladığını düşünüyorum. Mahir Hoca gibi örnek insanlar da bunu iyi bir şekilde yakalamışlar. Ve hayatının her devrinin hakkını vermişler. Öğretmenlik yaparken çok iyi bir öğretmen olmuş. Öğretmenlerle beraber kampa gitmiş, Uludağ’da öğretmenler kralı seçilmiş. Ben bunu ilk defa duyduğumda çok şaşırmıştım. Yani sen iyi öğretmen olursan seni kral da seçerler kraliçe de.  Yani işinin hakkını ver. İlahiyata gelirsen o zaman da iyi imam ol. Nitekim Hoca, Kur’an meali heyetlerinde bulundu. Türkçelerini gözden geçirdi. Kısas-ı Enbiya’yı sadeleştirdi. Bu işin ehli oldun mu mutlaka bir yerlerden hizmetler ulaşır. 

FEYZ: Kendisine mahsus ölçülerinden, Salih amele getirdiği bir yorum var Hocanın…

PROF.MUSTAFA UZUN: Salih amel onun sosyal tarafını gösteriyor. Salih amel kavramını ben gerçek manasıyla Hocadan öğrendim. Bizim bildiğimiz Salih amel nedir? Salihlerin yaptığı amellerdir kısaca. Salihler en çok nasıl amel ederler? Zühd-ü takva ile davranıp, ibadet-ü tatta ziyade olurlar. Halbuki sadece bu değil salih amel; o anda yapman gereken işin en iyisini yapmak. Bu sadece ibadet ederken ibadeti en iyi şekilde yapmak, ama dostunla sohbet ederken, onunla en iyi konuşmak. Alışveriş yaptığın zaman en iyi şekilde yap. Talebenin Salih ameli nedir? En iyi çalışmasıdır. Hocanın Salih ameli nedir? Kendisine ayrılan kırkbeş dakikayı en iyi şekilde değerlendirmektir. Salih amel bu. Hoca bunları açtı. İyi ki açmış, çünkü bugün bakıyorsun salih kişilerin çoğunu bizim insanımız şöyle anlıyor. Teheccüde kalkan, ibadat-ü taata, dinin evamirine ve nefahisine riayet eden, böyle insanların bir kısmı işin farkına varmazlarsa, yani Salih amel kavramının, hayatta farklı insanlar çıkıyor ortaya. Asla gülmüyor. Niye? Gülmeyiniz ağlayınız denmiş çünkü. Halbuki Müslüman dediğin bakınca gözlerinin içi gülecek, seni de güldürecek. 

Bizim çocukluğumuzda mahallede iki kişi vardı. Biri pastacı Tevfik amca…Hergün hanımı bir şeyler yapar, onu götürür öğlene kadar satar. Öğleden sonra tekrar yapardılar. Bu Tevfik amca ne zaman mahalleden geçse, Tevfik amca bize şeker verecek diye dört gözle onu beklerdi çocuklar. Pastalardan artanını dörde beşe böler verir, çiklet verirdi. Sonra bu zatın bir Nakşi dervişi olduğunu öğrendik. Bir de başka amcalar vardı. Suratını asan… çocukların korktuğu… Ezan okunduğunda ikisi de camiye giderdi. Tevfik amcayı bütün çocuklar bekliyor, ötekinden herkes kaçıyor. Bunların ikisi de Salih amel kavramının namazla ilgili bölümünü yerine getiriyor. Hocanın Salih ameli o çocuklarla ilgili irtibatları da davranışları da içeriyordu. Bu güzel amca nereden geliyor? Camiden. O halde ben de camiye gideyim dedirtirdi. Ayet-i kerimede var ya ; “Namaz onları bir takım kötülüklerden meneder.” Bizim kıldığımız namaz ibadet taat belki zahir kötülüklerden menediyor ama yapmamız gereken bir takım işleri yapmadığımızda da o eksikliğimiz zuhur ediyor. Şimdi bir şairin beyti var; 

“Mey gibi her bir haramın sekri olsaydı eğer

 Ol zaman idrak ederdim, mest kim, hoşyar kim.”

Her yapılan yanlış iş, her yapılan haram davranış, eğer içki gibi insanın üzerinde tesirini gösterseydi, yolda yürüyenlerin haline bakardın, hangisi sarhoş, hangisi değil…Bereket ki haramlar bizim üzerimizde içki tesiri yapmıyor da, her türlü haramı işleyip düz yürüyoruz. Ama öteki bir tane haramı işliyor, o da içki; yalpalıyor. Şu sarhoşa bak diyoruz. Halbuki çoğumuz gizli sarhoşuz yani. İşte amel-i salih, yapılması gereken yerde yapılması gerekeni yapmak anlamında sosyal bir kavram olarak Hoca onu geliştirdi. Nitekim sonunda ameli Salih sohbetleri demiştir sohbetlerine. 

Hocanın çocukluğu Medine’de geçmiş, babasının görevi Medine’de olması nedeniyle. 

FEYZ: Soy olarak ehl-i beyt soyundan mıydı? 

PROF.MUSTAFA UZUN: Hocadan biz bunu hiç duymadık. Bakın bu da bir amel-i 

Salih. Şimdi bana sorsanız ehli beytten biri nasıl olur diye, Hoca gibi olurdu diyorum. Niye? Çünkü o kadar uyuyor ki örnek insan modeline… Biz o bilgilere babası, ailesi dolayısıyla sahip olduk ama Hoca hiçbir zaman ben ehl-i beyttenim demedi. Hocaya göre herkes kendisinden mesul ve herkes yapması gerekenin en iyisini yaparsa mesuliyeti hafifler. Onun için biz amel-i salihte bunalım. Herkesle ilgilenelim, iyi Müslüman olalım. 

Çocukluğunda Medine’nin hatibi hutbe esnasında konuşurken “sahib-ü hâzel minber” diye kabr-i şerif-i nebeviyi göstererek hutbe okurmuş, Hoca onu aynı ahenk ile aynı ibare ile söylerdi ve ben düşünürdüm, “Ne mübarek adam, çocukluğu bu ifadeyle, bu ibareyle geçmiş” derdim. 

Hocamız ebedi aleme geç ettikten sonra kendisini çok aradık… Kendini her zaman hayırla yad ediyorum kabri de Erenköy’de Sahrayı Cedid mezarlığındır.