Yürekleri Birleştiren Ateş

Gözler vardır, ufku gözler, müjdeler vardır, ötelerden haberler verir, yürekler vardır "kaynar." Kalpler ki derinlerinde çok şey gizlidir. Kuvveden fiile çıkan her şeyin kaynağı kalptir aslında. Kalp insan denen varlıkta çok özel bir öneme sahip. Kalp insanın iç dünyası. Fakat biz bu yazımızda "yürek" dedik. Çünkü yürekte biraz da ‘dışarıya açılan kalp', dışarıyla etkileşimi olan, çevreden bir şeyler alan, çevreye bir şeyler veren yani kendini ifade etme zarureti olan bir duruş daha hâkim gibi görünüyor. Aslında kalbimizle düşünür, kalbimizle reddeder, kalbimizle kabul ederiz. Yürek tabirinde ise ortaya bir niyet koymak, dışarıya açılmak, bir bakıma "ben de varım" demek, "benim de düşüncelerim var" demek, "benden korkmayın, ben de sizden korkmuyorum" demek söz konusu. Yani kendinden emin olmanın, kendi değerlerine güvenmenin getirdiği olumlu bir hava burada. Medeniyet zemini oluşturacak, medenîlik kokan bir hava. O nedenle "yürekler çarpar", yüreğin "dili" olur, yüreğin "devleti" olur. "Yürekli" derler, hatta bazen de "yüreksiz" olunur… Yerine göre, "yüreğine sağlık" denilir. Yürekler nazlanır ve orada yürek, "gönüle" tebdil olur ve meselâ "gönlü yaralı" olunur. Bazen de "yüreği sevgi dolu" derler. Bu anlamda "yürek", bir bakıma insanın kalbindeki "makamı", "kudreti" göstermesi, görünür kılmasıdır. Sonuç olarak "yürek", kalbin hala içerlerde duran ama mücessem şeklidir de diyebiliriz. Yani dışarıya açılmaya hazır şekli…

Anadolu insanı bu anlamda, asırlardır bir "yürek devletinin" peşindedir. İçinde hala söyleyemediği, ama çağlayanlar gibi akmaya hazır bir enerji vardır. Bir şeyler söylemek ister ama tam söyleyemez, yutkunur, susar, durulur, sessiz kalır. İçindeki çığlık, "sükût diline" döner de öyle dillenir. Söyleşmek diler, ama anlaşılmayı bekler, dinlenilmeyi bekler. Kim ki, içindeki sesin bir benzerini dillendirirse, ona râm olur. Bu anlamda sînesi, kaynayan volkanlara, coşkun çağlayanlara benzer.

Anadolu'nun hikayesi derindir, içlidir. Orta Asya'dan akıp gelen bir kültür, Orta Asya'da, Türkistan'da, Buhara'da çağlayan bir volkan, engin bir biçimde Anadolu'ya ve Ortadoğu'ya akmış; sükûneti, huzuru, mutluluğu medeniyet şeklinde billurlaştırmış, tatlı mı tatlı bir manayı, irfanı, kültürü yüreklere indirivermiştir. Sonunda da gönüller fethederek "yürek devletleri" kurmuştur. Bu topraklar hep bu seyrin irfan hikayelerini yaşatmış, aç ve susuzlar için irfan sofraları açmış, sînesi hikmet dolu "irfan ehlinin" yaşantılarına beşiklik yapmıştır. Onlar söz, fiil, düşünce ve duruşlarıyla hikmeti değişik kaplarda bütün kültürlere sunmayı başarmışlardır. Sunulan o kültür ki, "göklerden gelen" bir kültürdür, ilahîdir. Akvaryumdaki balıklar misali, vatanının denizler olduğunu insana hatırlatırcasına; insana "insan" olduğunu, "eşref-i mahlukat" olduğunu, yeryüzünde "Allah'ın halifesi" olduğunu, Allah'tan geldiğini ve Allah'a gideceğini net bir şekilde öğretmiştir. Kesbiyet ve vehbiyeti, akl-ı selîmi, idrak ve şuuru, irfan ve hikmeti, sadr ve satır meselesini, kelâmı ve kalemi, sözü ve hâl'i, bunların yanı sıra âlet kullanmayı ve medeniyeti öğretmiştir.

"Medeniyetin ülkesini aradığı" şu zamanlarda, insanlığın "kendini aradığı" şu devirlerde, ezilenlerin "Allah" nidalarının gökleri inlettiği şu günlerde Anadolu, Türkistan'dan akıp gelen o kültürün bir kez daha Allah'ın sonsuz rahmetinin bir tecellîsi olarak insanlığa şefkat ve merhamet elini uzatacağı bir mekan, bir tecellî mekanı olma özelliğini korumaktadır. Bir kültür ki, bazı topraklarda bir kez hayat bulduysa, o kültür asla ama asla yok edilemez. Ortadoğu, Endülüs, Ortaasya ve hatta Avrupa, bunun kaçınılmaz sonuçlarıyla yüzleşeceği bir zaman dilimine an be an yaklaşmakta, bunun müjdeleri her geçen gün emarelerini göstermektedir. Sadece bu coğrafyalar değil, tüm dünya buna gebedir aslında…

"İslam'ın her eve, her çadıra gireceğinin" müjdesi, nezih Peygamber kelamıyla asırlar öncesinden verilmiştir. "Ümmetin başının mı sonunun mu hayırlı olacağı" mütâlaa ve müjdeyle bildirilmiştir. Hepsi de bir "ilahi müjde" olarak önümüzde durmaktadır. Artık yeni bir medeniyetin ipuçları, toprakta tohum misali mevsiminde meyve vermek üzere hazırdır. Sühreverdî'nin işrâk'i ve nûr'u, İmam-ı Rabbanî'nin vahdet-i şühûd'u, Ahmet Yesevî'nin ahlâkı, Selahattin'in yiğitliği, Fatih'in fethi, sahabe-i kirâm'ın İslam'ı anlamadaki incelik ve rûhu sıradadır yeniden vücut bulmak için… Ama böyle bir dünya nasıl kurulur, nasıl tecellî eder, onu önümüzdeki zamanlar gösterecektir. Gün gelir, kader ekranında ilahî senfoninin seslerini hep birlikte dinler, tecellilerini birlikte görürüz. Hep birlikte, o ses nasıl bir sestir, o soluk nasıl bir soluktur, o idrak nasıl bir idraktir anlarız inşallah… Bildiğimiz odur ki, Allah'ın izni ve dilemesiyle ancak bunlar olacaktır.

Anadolu insanı, Anadolu ruhu ve mayasının tecelligâhıdır. İnsanlığın kalbidir. Kalbindeki Resulullah sevgisi, Allah'ın (Celle Celalühü) adını ötelere, ta ötelere götürme ülküsü hiçbir zaman yok olmamıştır. Tüm bu müjdelerin gerçekleşmesi için Anadolu insanına çok büyük görevler düşmektedir. Ama tüm bunlar İslam'ı en güzel şekilde anlayan ve yaşayan Hulefa-i Raşidin ve Sahabe-i Kiram efendilerimizin yiğitlik, ahlâk ve fedakârlıklarını kuşanmadan olmaz, olamaz. Biz biliyoruz ki, onlar en güzel şekilde yaşadılar. O nedenle o devirler, "Asr-ı Saadet" olarak anıldı. Hz.Peygamberin insanlığa tebliğ ettiği, anlattığı, yaşadığı İslam'ın her düsturu, kesinlikle, bugün ihtiyaç duyulan ve açlık hissedilen ölçü ve değerler haline gelmiştir. Çünkü gerçekten insan olmanın yolu buradan geçmektedir. Bugün bu, ancak "insanın yeniden imarı" ile mümkündür. Günümüzü tahlil etmek, öncelikle insanı tanımaktan, insanın gerçekte ne olduğunu ortaya koymaktan geçmektedir. Bu her asırda böyle olmuş ve yine böyle olmak zorundadır. İnsan "var olmadan" hayat insanîleşemez. İnsanı insan yapan değerler bizzat insanın şahsında dirilip ikâme edilmeden, insan dirilemez. İnsanlık nasıl ilahî bir solukla hayat bulduysa, hayata başladıysa, lütuflarla karşılaştı ve buluştuysa, yine ilahî bir solukla dirilecektir. Bu teveccühe mazhar olmak, ancak Allah'a yaklaşmakla, Allah'ın muradına talip olmakla, hayat içinde Allah'tan yana tavır almak ve duruş sergilemekle mümkündür. Bugün bu duruş, içi her bakımdan doldurulmuş, mükemmel ölçülerle ince ince tezyin edilmiş ve hayata aktarılmış bir kişilik, bir kimlik meselesidir. Bu uğurda üretilen her artı değer, her biri aslında günümüz insanını diriltecek "ölçülerden" oluşmaktadır. Bu ölçüler insana dair en doğru tespitler olursa, insanda ve hayatta karşılık bulursa, insan bu ölçülerin gerçekten kendi işine çok yaradığını bizzat görürse, bu ölçüler bir "değer" haline gelir. İnsanlar bu değerlerin bizzat kendini temellendirdiğini, yeniden inşa ettiğini, olması gereken gerçek kendisiyle buluşturduğunu, onu "insan" kıldığını, rûhen inşirâh olmaya başladığını görüp fark ederek bu değerlere sahip çıkmaya başlarlar. Bugün bu değerler, her kafadan ayrı bir sesin çıktığı şu dünyada, anlatılmayı, gösterilmeyi, anlaşılmayı beklemektedir. Yani birileri bu değerleri bilerek yaşar, yaşayarak gösterir, gösterdiğini, insanların algı ve idrak düzeyine göre tane tane anlatırsa eğer, insanlığın kurtuluş kapısı gerçekten açılmış demektir.

Peki insan nasıl ayağa kalkar ve dirilir?

İşte gelecek sayımız, Feyz Dergisi olarak bu problemlere değinmeye başladığımız, birbirini takibeden sayılardan oluşacak. Takdir edersiniz ki, bir makaleyle "gönül transferi" mümkün görünmüyor.
Sonuç olarak şöyle söyleyebiliriz. İnsan her şeyden önce problemleri çözülerek ayağa kalkar. Çözümsüz bir hayat kimin neyine gerek!

Gelecek sayıda buluşmak dileğiyle…