İnsan iki zıt kutuplu bir dünyayı içinde barındırıyor. Bir yönü devamlı iyilik düşünürken, diğer yönü ise kötülüğe çekiyor. Yaratılış sırrı ve dünya imtihanı açısından önemli olan bu yapı, iradesini kullanarak yapıp-ettikleriyle insanın ahlaki açıdan kalitesini de ortaya koymaktadır. Allah (Celle Celalühü) insana yüklediği mükellefiyetlerle insanların sorumluluk sınırını çizmiştir. Her inanç sisteminin kendince bir sorumlulukalanı vardır.
Yani insan başıboş, sorumsuz bir varlık değildir! Ancak sorumluluğun içeriği ve çeşitliliği de inanç sistemlerinin kendi inandığı çerçeve ile sınırlıdır. İslam ümmeti olarak bizler, her anlamda sorumluluk hisseden ve mükellefiyetlerinin farkında olan bir hayat sürme gayreti içinde olmak isteriz. Zira kul olduğunun farkında olan, Rabbine karşı vazifesinde kusur etmek istemez. Ümmet olarak, Peygamber Efendimizin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Sünnetlerine ve tavsiyelerine tabi olmak için de elden gelen gayreti sarf eder. İşte bu azimde olan mücadeleci insanları İslam dini, güzel ahlak sahibi olarak tarif etmektedir. Zaten kulluğun amacı da güzel ahlak değil midir?
Nitekim Sevgili Peygamberimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem); "Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim" demiyor mu? İşte bu bilincin çoğaldığı güzel ahlak sahibi insanların oluşturduğu toplumlarda, sosyal düzen de düzgün çalışır. Sadece bireysel anlamda iç tatmin değil, sosyal sorumluluk sahasına da yansıyan ahlak, sosyal tatmini ve huzuru da sağlayan en etkili yaşam modelidir.
Demek ki, insanın kötü yönünü nefsi temsil ederken, iyi yönünü de ruhi kabiliyetlerinin güzelliği ortaya koyuyor. Nefsin gıdası kötü davranışlar "günah" iken, ruhun gıdası da maneviyat dediğimiz güzel amellerimiz "iyilik" dir. Din olmadan ahlakın bir yaptırım gücü olmayacağı gibi, hayatın her aşamasında her şeyi görüp bilen bir yaratıcının varlığı, insanı disiplin altına alır. Bu şuur, ahiret bilincimizi de geliştirir ki, insanın kendini tanımasına fırsat verir. "Kendini bilen Rabbini bilir" hükmü gereğince, bu bilinç düzeyi insanlık kalitemizin de bir ölçütü sayılır. Rabbini bilen insan, önce kendi hakkını korur. Sonra da başka insanların hakkını, hukukunu, şeref ve haysiyetini gözetir. İnsanlığa yakışmayan bir yaklaşım içinde olması söz konusu bile olmaz!
Böyle bir profili ortaya koyduktan sonra; hali hazırdaki manzaraya bir bakalım. İnsanlığın neden bu kadar inim inim inlediğinin, insan türünden olan bir canlının nasıl bu kadar canavarlaşabildiğinin, hakka girmenin, adaletsizliklerin, zulüm ve gaspların, bencilliklerin ve envai çeşit akıl almaz kötülüklerin sebebi daha net anlaşılabiliyor…
Çünkü nefsinin esiri olan insan, kademe kademe insanlık meziyetlerini kaybederek çukurlaşıyor. İyilik yönüyle ruhi ve kalbi meziyetlerini kullananlar ise; derece derece yükselerek insanlık kalitesinin en üst seviyesine oturuyor. İşte bu iki kutup arasında gidip gelen insanoğlu, yaptıklarının rengi ile beslendiği adresi de, gittiği yönü de tayin ediyor.
İnanç sistemimiz içinde adına günah denilen davranışlar; nefsi yemlemek olduğundan, canavarlaşmış insan tipolojileriyle karşılaşıyoruz. Ruhen beslenen insanlar ise; sevaplarıyla her gün güzelliklere yolculuk yaptığından, fıtraten temiz, ahlaken güzel, güvenilen ve saygı duyulan insanlar sıralamasında yerini alıyorlar…
İşte bu yapıp-ettiğimiz fiiller, bizim insanlık ölçümüzün bir göstergesidir. Bu yüzden kendimizi, nereden geldiğimizi, nereye gideceğimizi sorgulayan bireyler olmamız kaçınılmazdır. Zira sorumluluk sahibi insan olmanın yolu, insanın kendisini sorgulamasından ve test etmesinden geçmez mi?
Evet, Allah'ın kula verdiği bunca nimetler karşısında insanın hoyrat davranması ve başıboş bırakılması düşünülemezdi. Bu yüzden insan, bir nizam içinde yaratılan bu dünyanın düzenini bozucu davranışlara karşı sorumlu tutulmuştur. İnanç sistemimiz insanların bu şekilde sorumluluk üzere yaşamasını emrettiğinden; dini ölçülere uyması oranında da takva ve abid saymıştır. Bu doğru ve güzel yaşantının manevi bir bereketi olarak da; kulluğunun farkında olan insanlar, güzel ahlak sahibi oluyorlar. Sonuçta hem bireyin kendisi selamete eriyor, hem de toplum selamete kavuşuyor. Öyleyse dünyanın ve ahiretin kurtuluşu; kulun, insan ve kul olma sorumluluğunun farkında olmasından geçmiyor mu?
Kuranı Kerim de Yüce Allah (Celle Celalühü); "Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelki insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki takvâ mertebesine nail olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, Arz'ı size döşek, semâyı binanıza dam yapmış; ve semâdan suları indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve diğer gıdaları çıkartsın. Öyle ise Allah'a misil ve ortak yapmayınız. (Bilirsiniz ki, Allah'tan başka Ma'bûd ve hâlıkınız yoktur)." (Bakara Sûresi, 21-22) buyurmaktadır.
Mademki böyledir, bizlerde; nefsin kötülüklerine karşı ruhun güzelliklerini kalkan yapalım. İdeal ölçülere uygun yaşayalım ki, ahlaklı ve kaliteli insanlardan olabilelim. Sonuçta maneviyat denilen bu güzel fiiller toplamı, insani zenginliğimizin de bir göstergesi olarak bizi temsil etsin.
Gerçek anlamda insan olmanın hakkını veren ve sorumluluğunu taşıyan fertlerden olabilmek dileğiyle…
Mübarek gün ve gecelerinizin insanlığın hayrına vesile olmasını diliyorum.