Mustafa Koçak'ın kız kardeşi Fadime'nin ölmeden önceki son saatleri, olağanüstülüklerle dolu geçmişti. Yaşadığı bu sıra dışı olaylar onu son derece duygulandırmış ve son derece etkilemişti. Bütün gece yaşanan olayları dinleyince, bizleri de bir duygu seli aldı götürdü ve hepimiz ölenin yerinde olmayı arzuladık.
Subhaneke Ya Allah Tealeyte Ya Rahman
Ecirna Minennar Bi afvike Ya Rahman
Subhaneke Ya Rahim Tealeyte Ya Kerim
Ecirna Minennar Bi afvike Ya Rahman
Mustafa Koçak, çevresinde dürüstlüğü, doğru sözlülüğü ile tanınan, bir arkadaşımızdır. 23 Nisan 2010 tarihinde kanser hastalığı sebebiyle kız kardeşini kaybetti. Taziye için evine gittiğimizde, Mustafa'nın gözlerinde ölen kardeşine duyduğu üzüntünün yanında, gayet açık bir sevincin izlerini de görmemek mümkün değildi. Biz henüz sebebini sormaya fırsat bulamadan kendisi anlatmaya başladı.
Kız kardeşi Fadime'nin ölmeden önceki son saatleri, olağanüstülüklerle dolu geçmişti. Yaşadığı bu sıra dışı olaylar onu son derece duygulandırmış ve son derece etkilemişti. Bütün gece yaşanan olayları dinleyince, bizleri de bir duygu seli aldı götürdü ve hepimiz ölenin yerinde olmayı arzuladık. Neticede, bu güzel olayı sadece birkaç kişinin bilmesine ve hatıralarının zamanla kaybolmasına gönlümüz razı olmadı. Dergimizde yazarak, hem kalıcı kılmak ve hem de siz değerli okuyucularımızla bu ibretlik olayı paylaşmak istedik.
Fadime'nin son saatlerinde gözleri hep kapalıydı; ama Hadis-i Şeriflerde Hazreti Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) haber verdiklerine benzer, gayb alemine ait bilgileri, gönül gözüyle bir taraftan seyrederken, diğer taraftan, başucunda Kur'an okuyan ve devamlı telkinlerde bulunan kardeşi Mustafa Koçak'a TV canlı yayını gibi naklen anlatıyordu.
Evet, Yüce Rabbimiz; geride kalanlara ibret olsun diye, sonsuz merhametinin bir tecellisi olarak, ölüm komasına girmiş Fadime kulunun, berzah âlemine ait bazı sırları, bazı gaybi gerçekleri, şahadet âlemi denilen yaşadığımız bu âleme aktarmasına müsaade etmişti.
Şimdi, Allah'ın sevgili bir kulu olduğu anlaşılan Fadime kardeşimizin, müminlere adeta iman tazeleten son saatlerini ve gerçek âlemden bizlere naklettiklerini, kardeşi Mustafa Koçak'tan ibretle dinleyelim:
Mart sonuydu, ablamın hastalığı artmıştı. Köyden beni arayıp, gelmemi istedi. Ben de gittim ve Tokat'a getirdim.. Sırtının ve belinin ağrılarından muzdarip bir haldeydi. Ambulansla hastaneye götürdüm. Doktor muayene etti ve "Hastanız çok kansız, buna acilen kan bulmamız lazım," dedi. Eşin, dostun yardımıyla beş ünite kan ayarladık. Bir kaç hafta kadar hastanelerde koşuşturduk. Bir de ameliyat geçirdi. O arada doktorlar kanserden şüphelenip hasta uzuvdan bir parça alarak, patolojiye gönderdiler. Üç gün sonra patoloji sonucu belli oldu. Ablam gerçekten kanserdi. Tarih 23.04.2010'û gösteriyordu. Yani 23 Nisan'dı. "Tıbben yapacak bir şey yok, evine gitsin, hastane köşelerinde sürünmesin" anlamında, doktor ablamı evine gönderdi. Ben de onu kendi evime getirdim. Son günlerinde beraber olmak istedim. Doğrusu onun belki 6 ay daha yaşayabileceğini düşünüyordum. Ama o gün akşam namazından sonra Fadime' de garip şeyler olmaya başladı.
Ev çok temiz olduğu halde gözleri kapalı bir şekilde "Odamı temizleyin!" diye bize seslendi.
"Fadime, ev zaten temiz." dedikse de anlatamadık. Yine gözlerini hiç açmadan bu dileğini birkaç kez tekrarladı. Anladık ki bu temizlik baş gözüyle görülen bizim evin temizliği değil, gönül gözüyle görülen başka bir mekânın temizliği ve durumu da oldukça ağır.
Ölüm anında faydası olsun diye Yasin-i Şerif okuyalım, Esma-ül Hüsna okuyalım dedik. Ama Esma-ül Hüsna kitabını da evde bulamadık. Evrad kitabı vardı. Evrad kitabından şu bölümü okuduk;
Subhaneke Ya Allah Tealeyte Ya Rahman
Ecirna Minennar Bi afvike Ya Rahman
Subhaneke Ya Rahim Tealeyte Ya Kerim
Ecirna Minennar Bi afvike Ya Rahman
O da bizimle beraber tekrar etti. Sonra Yasin suresini okumaya başladık. O da bizimle tekrar etti. Yasin okurken "yoruldum" dedi. Yoruldum deyince sesimizi kestik. O ara dedi ki; "Bitti artık!" Ben "Ne bitti?" dedim. "Her şey bitti" dedi. "Olur mu, yarın seni çarşıya, gezmeye götüreceğiz" dedim. "Yok, beni çarşıya götürme, yarın yok, "dedi. Öyle deyince, yine Yasin suresini okumaya başladım. Bu defa da kendisi; "Ben gideceğim" dedi. Ben de "Hani sen gitmeyecektin?" dedim. "Yok, gideceğim" dedi. Ben, O'nu çarşıya gidecek sanıyorum. "Ne gitmesi Fadime, nereye gideceksin?" diyerek ne anlatmak istediğini iyice anlamak istedim. Bu sorum üzerine "Oynamaya gidiyorum" dedi. Çok şaşırdım! Biliyorum ki kız kardeşim hayatı boyunca düğünlerde bile oynamamıştır. Meraklandım, sordum; "Fadime, ne oyunu kiminle oynayacaksın?", "Allah (Celle Celalühü) ile oynayacağım" dedi. Şaşkınlığım iyice arttı. "Allah ile ne oynayacaksın ki?" dedim. "Oyun oynayacağım" dedi. Anladım ki Fadime sevgili Rabbine kavuşacak, O'nun bugün düğün günü…
Ve bu oyun, Hazreti Mevlana'nın hani "Ben ölünce ağlamayın, benim ölüm günüm düğün günümdür." dediği "Şeb-i Arus'u" ile aynı.
(Açıklama: İnsanlar için oyun oynama mutluluğun bir izharı ,dışa vurum şeklidir. Dünya denen çile hanede gayet sıkıntılı bir hayat süren bir insanın iman ile güzel bir ölümü en büyük düğündür. Düğünlerde mutluluklar oyun oynanarak izhar edilir. Fadime'nin oyununu böyle anlamak icap eder.) Yoksa Allah-u Teala her türlü noksanlıktan, ayıptan münezzeh, insanlar gibi oyun oynamaktan elbette berîdir. Ve zatı dünyada görülmez, bu ehl-i sünnetin kesin itikadıdır. Ama, "O her an bir iştedir" ayetinde de açıkça görüldüğü gibi sıfatlarının, isimlerinin tecellileri ile, bütün hadiselerin canlı bir şekilde içinde olduğu da bir gerçektir. İnsanlarla Allah-u Teala'nın oyun oynamasını iki kişinin oynaması gibi algılamak ve buna inanmak küfür olur. Ama, Allah-u Teala'nın kullarıyla rüya veya rüyanın bir başka şekli olan yakaza hallerinde, o insanların anlayışlarına, bilgi ve görgülerine, kültürlerine uygun bir şekilde tecellisi ile göründüğü, irtibata geçtiği, İmam-ı Azam Hazretleri de dahil İslam alimlerinin büyük çoğunluğunun kabul ettiği bir şeydir. Peygamber Efendimizin de Allahu Teala'yı rüyasında gördüğü, hadislerde belirtilmektedir. Bu tür manevi halleri müteşabih ayetler gibi yorumlamak gerekir. (Akaid, Ömer Nesefi; Taftâzânî,Şerhu'l-Akaid, s, 134)
Ben kardeşime Ashab-ı Kehf'in isimlerini okuyayım dedim. Ashab-ı Kehf'in isimlerini tek tek saydım, o da benimle birlikte saydı. Söylenmesi güç isimleri rahatlıkla telaffuz ediyor, sayarken dili bile dolaşmıyordu. Bu hal benim çok dikkatimi çekti. Neticede Fadime köyde yetişmiş, fazla bilgisi olmayan bir köy kızıydı. Aklıma birden şöyle bir soru sormak geldi: "Ashabı Kehfi sayıyoruz, ama sen onları gördün mü ki?" dedim. "Gördüm, gördüm, " dedi. "Ya!" dedim şaşkınlıkla; "Peki nasıl insanlar?", "Çok güzeller, çok güzeller!" dedi.
"Öyle mi, bir şey söylüyorlar mı?" dedim. "Sana selam söylüyorlar" dedi. Selam söylemelerinden çok hoşlandım. Bunun üzerine Peygamber Efendilerimizi de saymaya başladım. Beraberce iki defa da bütün Peygamberlerin isimlerini saydık. Ben yine çok merak ediyorum; "Fadime Peygamberleri de gördün mü?", "Gördüm!", "Ya, peki nasıl insanlar?", "Çok güzeller", "Peki, onlar da bir şey söylüyorlar mı?", "Onlar da sana selam söylüyorlar.", "Adem Peygamberi de gördün mü?", "Gördüm." dedi. Ben, bu halin doğruluğunu test etmek istercesine "Peki, Âdem Peygamber mi uzun, yoksa ben mi uzunum?" diye sordum. Ve merakla bu sorunun cevabını bekliyorum. "Âdem Peygamber uzun." dedi. Bu arada beni bir heyecan bastı. Sahabelerin ve Halifelerin isimlerini sayıyorum. Özellikle ünlülerini sordum, onlar nasıl, dedim. Onlar için de aynı şekilde "Çok güzel olduklarını" ve "selam söylediklerini" söyledi. Bu arada büyük melekler aklıma geldi. Ben isimlerini sayıyorum, O da sayıyor. Soruyorum; "Azrail'i gördün mü?", "Gördüm.", "O nasıl?", "Çok güzel.", "Münker, Nekir?", "Onlar da Çok güzel.", "Bana bir sözleri var mı?", "Evet, selam söylüyorlar." Evliyanın büyüklerinden Abdülkadir Geylani, Ahmet el Rufai, Şah-ı Nakşibendî, onları saydım. Onlardan da selam getirdi. Bazı ünlü Saliha kadınlardan sormaya başladım. Hazreti Fatıma Annemizi, Hazreti Asiye ve Hazreti Meryem annelerimizi sordum. Meryem' den de selam getirdi. Onların da çok güzel olduklarını söyledi. Bu arada; "Cenneti gördün mü?" dedim. "Gördüm" dedi. "Cennet nasıl? Cennet ehli nasıl?" dedim. Hep kısa cevaplar veriyordu. Yine çok güzel olduklarını söyledi. Bana bir şey söylüyorlar mı deyince; "Selam söylüyorlar" dedi. Ben bu hale uygun olarak, Yasin suresindeki "Selamün kavlen mir rabbir rahim" ayetini okumaya başladım. (Manası:" Cennet ehline O gün rahim olan Rablerinden selam vardır.") (Açıklama: Fadime'nin ruhanilerle, melek ve Peygamberlerin ruhlarıyla, kısa soru -cevaplar şeklinde konuşması Hazreti Peygamberin miraçtaki konuşmalarını sanki çağrıştırmıyor mu? )
Birden, "Yoruldum Allah'ım yoruldum, dinlenmem lazım" demeye başladı. Ben de merakla sordum; "Yoruldum, yoruldum" diyorsun. "Niye yoruldun ki?" Cevap vermedi. Sonra da; "Beni oturt, beni yatır" demeye başladı. Hâlbuki zaten yatıyordu. Ama kendisini ayakta sanıyordu. Anladım ki mana âleminde ayaktaydı. "Beni oturt" diye ısrar edince, "Fadime, tamam seni oturttum, seni yatırdım" dedim. Bunun üzerine sevindi. Cennet ehlinin kıyafetlerini sormak geldi içimden. "Cennet ehli nasıl giyiniyor?" dedim. "Beyaz giyiniyor" dedi. "Peki, hiç siyah giyineni yok mu?" dedim, "yok" dedi. "Peki, senin elbisen nasıl?" dedim, "Beyaz"dedi. "Fadime sen Allah'ı da gördün mü?" dedim, "Gördüm" dedi. "Peki Allah nasıl?" "Çok güzel" dedi. "Peki ne diyor?" dedim, "Selam söyle" diyor, dedi. Rabbimizin selam söylemesi beni çok mutlu etti. Başladım "Lebbeyk ! Allahümme lebbeyk!" demeye. Beraberce biraz da bu zikri yaptık. "Fadime, bana şefaat edecek misin?" dedim, "Edeceğim" dedi. "Peki, ablama da şefaat edecek misin?" "Ona da edeceğim." dedi. "Peki kaç kişiye şefaat edeceksin?" dedim, biraz düşündükten sonra; "Çok kişiye" dedi. Bizle alakası yok gibiydi. Tamamen başka bir âlemde yaşıyordu. "Ben kimim?" diye sormak geldi içimden. "Bilmiyorum" diye cevap geldi. "Sen kimsin, adın ne?" dedim; "Fatuma" dedi, Arap şivesiyle. Buna çok şaşırdım. Çünkü adı Fadime'dir ve her zaman da öyle söylenir. "Fatuma" Fadime'nin Arapçadaki gerçek karşılığıdır, gerçek söyleniş şeklidir. Bunu böyle söylemesi, gerçekten çok çarptı beni. Fadime'nin bunu bilecek ilmi kesinlikle yoktu. Anlaşılıyordu ki Fadime gerçekten çok güzel bir hal içindeydi. Bu arada; "Allah'ım ben ne yaparım?" demeye başladı. Ben hemen "Lailahe illallahu vahdehule şerikeleh" zikrini tekrar ettirmeye başladım.
Gece saat ikiyi bulmuştu. Birden; "Şunları kov! Şunları kov!" dedi. Ben aldırmadım, yine tekrarladı. Ben de; "Kimleri kovacağım?" dedim. "Görmüyor musun?" dedi. Şeytanlar olduğunu anladım ve Felak-Nas surelerini ve Ayet'el kürsiyi okumaya başladım. "Gittiler mi?" diye de sordum. "Tamam, gittiler" dedi. "Daha görünüyorlar mı?" dedim, "yok" dedi
"La ilahe illallah" zikri çekmeye başladık. Benimle o da tekrarlıyordu. Ben bu arada buna ders çektireyim dedim. Rufai Tarikatından dersliydi. Her zamanki çektiği Rufai dersini sonuna kadar bitirdik. (100 estağfurullah, 100 besmele, 100 salavat, 300 kelime-i tevhit, 5000 Allah zikri çektik.) Ayaklarını kontrol ettim, ayaklarında his yoktu. Ellerine baktım, ellerinde de his kalmamıştı. Ellerinden tuttum dedim ki; "Elini kim tuttu?", "Allah" dedi ve "Allah! Tut elimden, tut elimden" diye feryada başladı. "Fadime sen de Allah'ın elinden tuttun mu?" dedim. "Tuttum" dedi. Bir ara "Şu ezanı lastiklesek ne olur?" dedi. Bu kelimeden bir şey anlamadım. Sonra anladım ki gecenin ikisinde ezan sesi duyuyor. Bu ezan sesinin bitmesini istemiyor, uzamasını istiyor. Bu arada ben yatsı namazını kılmamıştım, namaza durdum. Namazda son sünnetteydim ki namazı bozdum. Zira kusacak gibi sesler çıkarıyordu. Üç defa namazımı bozdum, ağzını sildim. Tekrar namaza durdum, yine balgam çıkarır gibi öksürüp, sanki yatağa tükürüyordu. İçimden "Eyvah" dedim, "üstü de yatak da pis oldu." Yine içimden "korkma, pis olmadı." diyen bir ses duydum. Namazı bitirdim, baktım ki gerçekten de hiçbir yer pis olmamış ve ağzında da hiçbir leke ve köpük yok. Saat iyice ilerlemiş, sabah namazı vakti girmişti. Hemen namazımı kılıp tekrar başucuna geldim. Zira artık son anlarının geldiğini hissediyordum. 40–45 dakika sesli olarak "Allah! Allah!" diye seslice zikretti. Ben, "çocuklar uyanacak" diye uyardıysam da o devam etti. 5–10 dakika "Allah-u ekber Allah-u ekber" zikrini yaptık ve sabah yediye çeyrek kala ilk defa gözlerini açtı. Fadime gözünü açınca büyük ablam çok sevindi. Ve daha sonra yavaşça; "Allah! Allah!" dedi, gözünden bir damla yaş geldi. Ve hafif bir sesle "Allah!" deyip ruhunu teslim etti. Morga götürdüğümüzde vücudu yumuşak ve sıcaktı. Ölülere has soğukluk ve donukluk yoktu.
Son olarak şu halini de anlatmak istiyorum. Hakka yolculuk malum olmuş olmalı ki, son iki yıldır gördüğü herkesle helalleşiyordu. Dünya hayatında pek yüzü gülmedi. Çok sıkıntılı bir hayat yaşadı. Son iki yılda dört hatim yaptığını söylüyordu. Ben onun Hak katında böyle bir derecesi olduğunu bilmiyordum. Onu ancak ölürken tanıdım. Rabbimden Fadime ablamın bana şefaat etmesini diliyorum.