Üç Yusuf Üç Rüya Üç Gömlek-Dr.Senai Demirci

Biraz kitabınızdan bahseder misiniz? Nasıl bir çalışma ve nereden esinlendiniz?

Ramazanda çok güzellikler yaşadım. Ne zamandır aklımdaydı bir Yusuf kitabı yazmak. Hatta birkaç tane Yusuf sohbeti yapmıştım ve bu sohbetleri kaleme alayım dedim, Ramazan da vesile oldu. Nihayet “Üç Yusuf Üç Rüya Üç Gömlek” isimli kitabı bayramın ertesine yetiştirdik. Burada Yusuf sûresini anlatarak yazdığımı zannediyorum ama o beni yazdı. Yani Ramazan ayının bereketiyle, mübarek Kur’ân’la öyle hızlı öyle güzel heyecanlı dakikalar yaşadık ki ara sıra sevinçten uçtuğum oldu ummadığım sırlar ortaya çıktı. Kur’ân fısıldıyor gerçekten, hep söylerim Kur’ân ölü bir metin değildir canlıdır. Etten kemikten bir kardeşiniz anneniz babanız size nasıl davranıyorsa sizin de ona davranmanıza yakınlık göstermenize göre onun da yakınlık göstermesi artıyorsa en azından Kur’ân’dan bu tepkiyi bekleyin, ben buna iman ettim. Kitabın hacmi azdır, her şeyi kitaba yazmak her duyguyu kaleme almak zordur. Bir cümle kullandım altını çiziyorum “Kur’ân bana fısıldadı.” Ben bunu söylerken tuhafınıza gidiyordur. Senai Demirci öyle adammış ki Kur’ân kendisine fısıldıyormuş diye. Kendime övgü çıkarmıyorum, Kur’ân’ı övmek için söylüyorum. Ben buna şahidim. Kur’ân Senai’ye bile fısıldayan bir kitap. Kur’ân’dan ümidiniz çok olsun. Çünkü eğer sözden daha değerli bir şey olsaydı gökten yere o şey indirilirdi. Söz indirildi. Bu söz önce bizim fıtratımızda yapıldı yani insan yaratılmadan önce insanın fıtrat omurgası oluşturuldu. Bu omurga Kur’ân’la ikizdir. Dolayısıyla Kur’an’la konuşan kendi ikiziyle tanışır ve kendisiyle tanışmış olur.

Yusuf kıssasında kitaba yazamadığım iki temel mesaj var. Birincisi: Kriz çıktığı zaman kardeşler birbirini bulur. Kıssanın tam ortasında kıtlık çıkacağına dair rüyalar görülüyor. Bunun üzerine, rüyayı yorumladığı için Yusuf aleyhisselâm zindandan çıkıyor. Kıtlık çıkmasaydı Hz. Yusuf zindanda kalacak, kralın aklı başına gelmeyecekti. Kıtlık ya da bugünkü anlamıyla kriz çıkmasa Hz. Yusuf’un kardeşleri kalkıp Mısır’a gelmeyeceklerdi. Kalkıp Mısır’a gelmeyen kardeşler de Yusuf’un Yusufluğunu görmeyeceklerdi. Hz. Yusuf, onların kendisini kuyuya atan kardeşleri olduğunu bildiği halde onları ezmeden üzmeden yüzlerine vurmadan iyilik etti. Kriz çıkmasaydı Hz. Yusuf içindeki bu cevheri ortaya çıkarmayacaktı, onlar da şahit olmayacaktı. Kriz çıkmasaydı Hz. Yusuf kendisini kuyuya atan kardeşi Bünyamin’i yanına çağıramayacaktı. Kriz çıkmasaydı babasıyla annesiyle ve kardeşleriyle buluşamayacaktı.

Dünya bir kriz yeridir. Dünyadan bir krizsizlik bekliyorsanız yanlış bir beklenti içindesiniz. Biz buraya “dünya” diyoruz, dünyanın hep krizi olacaktır. Dünya cennet değil! Dünyada cennet arayana dünya cehennem olur… Burada konfor, pürüzsüzlük aramayacaksın. Geldik gidiyoruz bunu gayet iyi bileceğiz. Kriz olur deprem olur kıtlık olur, bütün bunlar kardeşliğinizi gösterme zamanıdır. Kardeşliğimizi kardeş olduğumuzu göstermek için fırsattır bunlar. Yani her kriz her problem tıpkı ezan gibidir. Ezan duyulunca secdeye gidip gitmeme sınavıyla karşı karşıyasın, seni Rabbine çağırır seni kendine çağırır. Kendi içimizde bir cevher vardır. Bu cevher merhamet cevheridir bu cevher şefkat cevheridir. Her kriz onu ortaya çıkarmak için fırsattır. Enkaz altında kalanlar enkazın dışında kalanlar, dünya neler gördü; bu ne ki... Gelecek bir gün gelecek. Hz. Yusuf kıssasının her konuda söylediği mesaj şudur: “Sen şimdiye kadar hep başkalarının öldüğü ama senin hayatta kaldığın bir dünya gördün değil mi? Benim gördüğüm dünyada deprem oldu yangın oldu kaza oldu sel oldu hastalık oldu yaşlanan oldu ve hep başkaları öldü. Çok garip, nedense bütün bunlarda ben öldüm.” Şahit olduğum dünya bana şöyle bir kural emrediyor: “Hep başkaları öldü, sen ölmezsin.” Peki doğru mu? Hayır bu doğru değil, yanılıyorsunuz. Ölen başkalarına göre de hep başkaları ölmüştü. Sen de başkalarının başkasısın, yine sen öldüğünde başkaları için başkaları ölür. Onlar kendi rüyasına dalacak sen uyanacaksın. Ama işin aslı bu değil. İşte bu yüzden bu dünyanın hakkını vermemiz gerekiyor. Ne yastık altında biriktirdiğimiz bize kalır ne de kolumuzda gördüklerimiz bize kalır. Şöyle soralım kendi kendimize: “Ben kimim?” Cimri, başkalarını hiç düşünmeyen, hep kendine yontan çıkarcı birisi ile yarım saat yolculuk yapar mısın? Evet diyen var mı? Razı olan da belki düzelir beklentisiyle razı olur. Bir de şöyle düşün: Hiç zevk sahibi değil, estetikten güzellikten anlamayan, eline gül verseniz onları ‘hart’ diye ısıran, laleleri ezip geçen, kazma mı kazma maganda mı maganda, hayranlık nedir takdir etmek nedir bilmeyen biri… Böyle bir kişiyi kimse koluna takıp yarım saatlik yolculuk yapmaz. Birisini daha tarif edeyim: İyilik ediyorsunuz bana mısın demiyor, önüne yemek koyuyorsun bir sürü kusur buluyor, beğenmiyor, teşekkür etmesini bilmiyor, zerre kadar minnettarlık duygusu yok içinde… Böyle birine refakat etmeye ne dersiniz? Yarım saat bile yanımızda var olmasına itiraz edeceğimiz insanlar var mı? Çok... Peki neden şu soruyu sormuyoruz: “Yarım saat bile varlığına tahammül edemediğimiz, görmek istemediğimiz, gözümüze görünmesin dediğimiz böyle birini, Yaratan neden yoktan çıkardı da aramıza koydu, neden hiç ortalıkta yokken var etti?” Demek ki biz bile razı değiliz, Allah da razı değil. Demek ki insanın cimri, kendine yontan, sadece kendini düşünen olmasından Allah razı değil. İnsan cimri olduğunda kendi insanlığına ihanet ediyor. Bencil, kendine yontan bir insan Allah’ın “A” planında yok, bunlar da olsun diye var etmemiş...

Bu hepimizin bildiği gibi inen ilk ayetler, inen ilk sözler sözün nereye gideceğinin, lafın nereye varacağının habercisidir. Allah’ın insanla konuşmaktaki maksadı nedir? Adım adım gidelim ve ilginç bir şeyi fark edelim. Ondan önce düşünün ki Mekke’de herkesin keyfi yerinde ama birisi alıp başını bir buçuk saatte ancak çıkabildiğimiz dağa çıkıyor… Hira dağı dediğimiz yer taşlık, öyle yeşillik falan değildir. Peygamberimizin hayatını okurken mağara denilince gördüğüm mağaralar zannederdim. Bizim memleketin mağaralarında bir taraftan su damlar, etrafında yeşillikler vardır, içi serindir rahattır, mağaraya giden yollar patikadır güzeldir, etrafında yeşil ağaçlar vardır, çiçekler vardır, baharda koku şenliğinden geçemezsiniz. Mağara denilince benim bildiğim mağarayı anlardım. Taa ki hacca gidene kadar. 32 yaşında Cidde’den inip Mekke’ye doğru giderken coğrafyayı ve toprak yapısını gördüğüm âna kadar. Şaşırdım, kupkuru. Hele ki dağa çıkıp da o mağarayı gördüğümde çok ciddi utandım. Nasıl bir dertse biri kalkıyor dağa tırmanıyor, bir derdi olmalı bir derdi... Bu dert öyle bir dert olmalı ki onu dağa sürmüş. O mağarada tüketmiş olduğu geceler… Derdiniz yoksa derman size fayda vermez, sorunuz yoksa size kimse cevap bulmaz. Vahşi böyle uyanıyor, en ufak bir ilham bile onca ter döktükten sonra. Kendine gelmez o güzel sözle... Onca ter döktükten sonra oturur, bekler, ter döker, uykusuz kalır ve öylece ilham da alır şiir de yazar makale de yazar. Bir vahyin, böyle hazır televizyon yayını gibi “çat” diye Peygamber’e geldiğini mi zannediyorsunuz? O’nun hiç emeği yok mu? Gelen ilhamdan çok daha büyük bir şeydir ama ilhamın bile bir zahmeti varken vahyin zahmeti olmaz mı? İşte buradan takip edelim Muhammedü’l Emin’i… Bir şeyden rahatsız olmuş. Biz o dağa Peygamberimiz (sav) çıkmış diye çıkıyoruz ama Peygamberimiz başkası çıkmış diye çıkmış olamaz. Hatta O Peygamber olayım diye de çıkmadı. Yahudi âlimleri “Bir Peygamber gelecek.” dediklerinde Mekke’nin kodamanları “Olsa olsa ben olurum.” diye inanıyorlardı. Fakat Muhammedü’l Emin duyduğunda: “O peygamber kimse O’nun ümmeti ben olurum.” derdi. Buradaki cevapları, ilk inen beş ayeti, bir sorunun cevabı, bir derdin çözümü olarak düşünün. O zaman hem Peygamber’i anlarız hem de şimdiki zamanımızı anlarız. Niye sordum deminki soruları… Hayâ duygusu olmayan güzellikten anlamayan hayret etmesini bilmeyen gördüğü iyilik karşısında minnetini ifade edemeyen şükretme ve teşekkür duygusundan yoksun, kaba saba, cimri, hep kendine yontan, sürekli huysuz, hiçbir şey beğenmeyen hiçbir şeyden memnun olmayan bir insanı hanginiz yanınızda taşırsınız? Allah korusun size dünyayı cehennem eder.

Gidelim bir Mekke manzarasına: Güçlüler zayıfları eziyor, kız çocukları diri diri toprağa gömülüyor… Öyle büyük bir şiddet ki anlaşmış insanlar… Hani bir toplumun içinde tek tük vahşiler çıkar ama bir toplumun beraberce bir vahşette ittifak etmesi anlaşılır bir şey değildir. Cimrilik boy vermiş, kalpler katranlaşmış, herkes çıkarcılık ve kendine yontma derdinde. Şekil böyle, bu şekle itiraz eden bir vicdan var. Arkasını dönüyor dağa doğru tırmanırken muhtemelen şöyle diyordu içinden: “Böyle olmamalıyım, böyle olmaz.” İtiraz var, içinde bir isyan var. Bakın gelen cevap diyor ki: “Doğru böyle olmamalı, senin Rabbinin insandan muradı, kerem içinde olması yani iyilik eden olması.” Böyle okursak ilk ayetleri daha iyi anlarız. Bakın ne diyor: “İkra” “Oku” Bu okunun anlamını açacağım, ‘elif be’ öğren ‘alfabeden oku’ anlamına gelmiyor. Peygamberimiz hayatın sonuna kadar “ümmî” kalmış derler okur-yazar değil. Yoksa en önce ilk emri yerine getirir ve biz net olarak Peygamberimizin okuma öğrendiğini bilirdik, en azından tartışmalı olmazdı. Demek ki “ikra” o bildiğimiz okuma değil. Buyuruyor ki: “İkra bi-ismi rabbike-lleżî halak” “Oku, halkeden yaratan Rabbinin adıyla oku.” Vahiyde ilk esma “Rabb”tır… Neden Rabb? Peygamber (sav) yukarıda, Mekke’yi aşağıda hayal edin. Aşağıda insanların hepsi “Allah var” diyor. Putperestlerin hepsi Kur’ân’ın şahitliğinde “Andolsun, eğer onlara ‘Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı hizmetinize kim verdi?’ diye soracak olsan mutlaka ‘Allah’ diyeceklerdir…” (Ankebût, 29/61) O zaman bakın sorun ne? O Allah güzeldir iyidir hoştur ama bize karışmaz. Bize müdahale etmez, bizi bize bırakır, hoştur iyidir, gökleri yıldızları yeri yaratmıştır ama keyfimizi bozmaz. Bütün müşrikler “Allah var” diyor. Hatta putlara tapınmıyorlar “Bunlar Allah’ın putları, biz bunlarla Allah’a yaklaşıyoruz.” diyorlar. Lât, Uzzâ, Menât... Allah’ı inkâr etmiyoruz. Biz yüce güce inanıyoruz fakat bize karışmasın hayatımıza müdahil olmasın keyfimizi bozmasın bizi bize bıraksın biz ne yapacağımızı biliriz bize öğretmeye kalkmasın diyorlar. Bu cümleler size yabancı geliyor mu? Eski cümleler mi bunlar? 1400 yıl öncesinin cümleleri mi yoksa şimdiki zamanın cümleleri mi? Keşke: “Yok, biz şimdiki zamanda böyle cümleler duymuyoruz, yoktur böyle insanlar.” diyebilseydik. Allah’ın Allahlığına itiraz yok ama onun Rabb oluşuna itiraz var. Bizde meşhur söz kalıpları var: “Benim nenem de başörtülüydü, benim dedem de hacıydı namaz kılardı.” Sağ olsun bir arkadaşım var “Benim ninem de namaz kılardı.” diyenlere şöyle bir cevap verdi, hoşuma gitti. “Neden bu güzel cümleyi torunundan sakınıyorsun? O da söylese ya. Neden ‘Benim dedem de Kur’ân okurdu.’ demesine müsaade etmiyorsun ?”

 

“Benim ninem de namaz kılardı.” Güzel cümle ama analiz ederseniz şu var: Allah’ı ben de severim. Allah’ın yap dediği şeyleri yapmış zaten, yaşlıların işi o. Namaz kılınacakmış ona göre davranılacakmış, bu yaşlıların işi. Hayatımıza müdahale ettiği zaman “yok, olmaz.” tepkisi! Bakın aşağıda Mekke’de sorun bu: “Allah’ı Rabb diye kabul etmiyoruz. Nereden çıktı o öyle? Yok oraya git, buraya gel, şöyle yaşa böyle yaşama… Hem sonra Allah’ın niye böyle bir hakkı var ki, diyorlar. Var, çünkü halkeden Allah, yaratan Allah. Git kendine başka bir yaratıcı bul deki: “Allah’ım benim sana herhangi bir borcum yok, minnet falan da duymuyorum sana, seninle bir işim yok, lütfen bana karışma!..” Bu mümkün mü?

Tasavvuf kültürü bize burada bireysel bir irfan kapısı açabilir mi?

İnsan emek vermediği şeyin kıymetini bilemez. Tasavvuf kimsenin hobisi değildir. Nefs-i emmareyi nefs-i mutmainne yapmaktır tasavvuf. Nedir nefs-i emmare? Kötülüğü isteyen nefs kaba nefs maganda nefs kazma nefs… Güzellikten çakmayan, gülleri ezip geçen nefse “emmare nefs” denir. Haddini bilmeyene, önüne yemek konduğunda sadece geğirip teşekkür bile etmeyene, kimden iyilik gördüğüne zerre kadar kafa yormayana “emmare” diyoruz. Bunlar kaba sabadır, magandadır, bunun insan olmakla alakası yoktur. Bir kalp taşımakla, bir nefs taşımakla, bir akıl taşımakla, işiten kulak sahibi olmakla, gören göz sahibi olmakla bunun bir alakası yoktur, nefs-i emmare budur. Nefs-i mutmainne ise Allah’ın razı olduğu ve Allah’tan razı olan demektir. Rabbim beni hiç yoktan sen yarattın, bu iyilik karşısında sana minnetimi nasıl ifade ederim diye borç ödeme telaşında olan, yüzü kızaran mahcup nefs, mutmain nefstir. Gördüğü güzellikler karşısında muhteşem bir hayranlık ifade eden nefs, mutmain nefstir. Büyükler tasavvufu böyle görüyor; emmare nefsi mutmain nefs yapmak…

İnsanın iki temel özelliği vardır. Birincisi, güzellik karşısında hayranlığını ifade etmek, hayret etmek. İkincisi, bu kadar güzel şeylerin hepsinin kendi emrine verilişine, hiç yorulmadan kendine verilen el diye göz diye hayat diye insanlık diye akıl diye işiten kulak diye akleden kalp diye nimetlere minnet duymak. O zaman “elhamdülillah” de. Bu kadar erişilmez hayran olunası şeyleri bu kadar minnet duyacak şekilde bize, bizi hiç yormadan verene de ne denir? “Büyüksün” “Allahu Ekber” denir. Hayret etmenin okulu var mıdır? “Ben aslında Kur’ân kursuna gitseydim acayip hatmederdim, ben ilahiyatta doktora yapacağım da ondan sonra minnet duyacağım bu güzellikler karşısında.” Var mı böyle bir şey? Adam olmanın standartıdır, ekstra bir şey değil. İnsanlar etrafınızda pervane olsa cumhurbaşkanı zannetseler sizi, size ‘sayın cumhurbaşkanım’ diye hitap etmeye kalksalar hemen havaya mı girersin? Kesin, eminim benim yaşadığımı yaşarsınız, terlersiniz yüzünüz kızarır mahcup olursunuz. Bu öğrenilen bir şey değil, bu bizde var olan bir şey. İşte nefs-i mutmainnenin tarifi odur.

Ben berberim desem içinizden biri kalkar, buyur şu sakal tıraşını yap bakalım... Usturayı nasıl tutuyorsun, makası nasıl tutuyorsun görelim. Bu bilindiği için kimse durup dururken ben berberim demez. Çünkü adama sorarlar, bedelini ödetirler. Ben berberim demenin bedeli var, basit bir işin bile bedeli var. “Ben Müslümanım.” demenin bedeli yok mu? “Ben müminim.” demenin bedeli yok mu? Var, hem de nasıl var… Biz bedelsiz zannediyoruz, bu bedeli ödediğimizi falan zannediyoruz. “Ben iman ettim.” diyoruz. Bir ara kelime-i şahadet getirmiştim o gün benim imanım tamam, otomatik sanki... Hayır, Kur’ân der ki iman etmek sürekli bir eylemdir. Ben Müslümanları tanıdım, attım kendimi oraya tamam ben Müslümanım!.. m. “Evet, ediyorum.” dedi. Dedim ki: “Kadere iman ediyorsun, kadere iman etmeyenden farklı olarak şunu yapıyorum de. Ya da bana bir tane cümle kur: ‘Kadere iman ediyorum çünkü…’ Bu çünkünün sonrasını tamamla. Kadere iman ediyorum, iman etmeyenden farkım var. Çünkü şunu şunu şunu gözlemliyorum, şuna şahidim de. Ya da şöyle bir cümle kur: ‘... Çünkü kadere iman ediyorum yani kadere iman ettiğim için böyle böyle yapıyorum, iman etmeyenlerden farklı olarak.’ diye bir tane cümle kur.” Yok! Cümle kuranlar oldu: “Kadere iman ediyorum çünkü Allah’ın emri.” Oysa ontolojik olarak bir de “Ben kadere iman ettiğim için kapının kolunu böyle değil şöyle tutuyorum, kaldırımda şöyle değil böyle yürüyorum.” demesi lâzım ki anlamlı olsun. Biz meleklere iman ediyoruz. Meleklere iman edip etmemeyi dert etmeyen binlerce insan var, biz ise iman ediyoruz; Mikail var İsrafil var Azrail var Cebrail var daha nice melekler var… Peki farkını söyle! Meleklere iman ediyorsan nasıl yaşıyorsun? Hayata bir fark getirmiş olması lâzım. Çünkü sen iman ettiğine göre iman etmeyenlerden farklı bir âkibet bekliyorsun değil mi? İman etmeyenler cehenneme gidecek, iman eden sonsuz cennette olacak. Cennetle cehennem arasında fark var mı? Var… Bütün farkları toplasanız bütün dağları sıralasanız tabii ki cennet ile cehennem arasındaki farka yetişmez. Sonuçta cehennemi değil cenneti arzu ediyorsun, müthiş bir fark istiyorsun. Sonunda müthiş bir fark istediğine göre başında müthiş bir fark göstermen lâzım. Sen diyorsun ki “Ben kadere iman ediyorum.” Ama kadere iman etmeyen, sence cehennemlik bir adamla aynı yerde duruyorsun. Nasıl olur bu? Ben meleklere iman ediyorum diyorsun ama meleklere iman etmeyenler gibi yaşıyorsun, arada fark yok. Peki bu fark olmayan hayattan nasıl bir fark çıksın. İman dediğin şu mudur? Din bilgisi kitaplarında bize ezberlettiler; İslam’ın şartları beş dediler imanın şartı da altı dediler. Baştan sona sayabiliriz: Allah’a, meleklere, peygamberlere, kitaplara, kaza ve kaderin Allah’tan olduğuna, ahirete iman. Hani emeğin nerede? Adam diyor ki: “Ben koyu Fenerliyim.” “Nereden çıkarttın?” diyorsun. “Bak kar demeden yağmur demeden soğuk demeden gidiyorum Şükrü Saracoğlu’nda üşüyorum aç kalıyorum kuyruğa giriyorum bekliyorum.” diyor. Fenerli olmanın bedeli var yahu. Hatta o kadar Fenerli ki Diyarbakır’a maça gidiyor uçağa biniyor cebinden para veriyor iki üç gün uykusuz kalıyor. “Ben Fener’in şampiyon olacağına iman ediyorum.” diyen adam emek harcıyor. “Say bakalım fener kadrosunu.” desen, tak tak tak hemen sayar. Bakın iman etmenin bedeli var, bunu ödeyeceğim. Ben bunu anlatırken Senai Demirci’nin tuzu kuru falan demiyorum, hepimiz bu bedeli ödeyeceğiz. Çünkü elimizde bir tane hayat var ve bu hayatın hakkını vereceğiz. Bu hayat ve bu hayatın içinde insan olmak, akıl sahibi insan olmak, düşünebilen insan olmak, kalp sahibi insan olmak, görebilen işitebilen onurlu şerefli konuşabilen insan olmak, itibarı olan adı olan sıradan olmayan bir insan olmak bizi bu konuma yerleştirene borçlu kılar. Borcumuz var. Kendisini Allah’a borçlu hissetmeyen bir din yoktur. Din ne demek, borç demek. Bizi Yaratana kendimizi borçlu bileceğiz. Seni hiç yoktan var edene minnet, teşekkür borçlu olduğunu bileceksin o borçla yaşayacaksın. Borçla nasıl yaşanır ben biliyorum. Allah öyle dedi bana son üç yıldır. Borçlu nasıl yaşar? Boynu bükük yaşar mahcup yaşar, tuzu kuru değildir. Borçlanmışsınızdır mutlaka.

Tasavvuf hobi değildir. Birilerinin zannettiği gibi İslam’ın light hâli hafif meşrep hâli değildir, hakikatin ta kendisidir. Tasavvufu, kuru edebiyatla hayat geçirmek zannediyorsanız işte o zaman hobidir. Mevlâna acaba Mesnevî’yi yazarken “Ya bir tasavvuf yapalım, hoş olur.” diyerek mi yazdı? Hangi mutasavvıf “Aaa, bu din de çok ağır be, biz mutasavvıf olalım.” demiş? Bazen Kur’ân’dan ayetten güzel bir şey çıkarıyorsunuz, avunuyorsunuz, benim anlattıklarım gözümün önünde. Diyorlar ki: “Aaa bu, işin tasavvufî tarafı” Eee? Paketleyip kenara koyuyoruz, beni ilgilendirmez diyoruz. İncelik varsa zarafet varsa o işin tasavvufî yönü, İslam’ın kendisi değil deniliyor. İslam kaba saba bir şey mi? Yani mutasavvıf dediğiniz insanlar “Bu, işin tasavvufî tarafı, ben hayatımı tasavvufî tarafla yaşayacağım” mı dediler? İnsandılar onlar… Bu kadar sade, o kategoriyi biz sonradan koyuyoruz. Gelelim buraya; “İkra” oku demek biliyoruz ama okumak ne demektir? Yani siz bunu okurken okumayanlara göre ne yaptınız? Okumak, birbirine yabancı görünen parçaların anlamlı bir bütün hâline getirilmesidir. O yüzden “İkra” demek “topla” varlığa öyle bir bak. Dağ taş dere tepe yeryüzü gökyüzü güneş ay ağaç çöl, bunlar aşağıdakilere anlamsız parçalar olarak görünüyor, oysa birbiriyle ilişkisi var bunların.

Güneşin doğuşu batışı, yağmur, vahdet bizim için tesadüf gibi bir şey değil. Anlam vermeye değmez anlayışı, bu alışkanlık hâlâ devam ediyor. Okumuyoruz yani parçaların bir bütün olduğunu ve bize bir şey söylediğini fark etmiyoruz. Bütün bu “hayat” dediğimiz olayın bir kültür boyutunda, etrafımızda cereyan eden güneşin sabah doğudan doğup akşam batıdan batmasının senin için bir anlamı olmadığına, bu sıralamanın sadece bir anlam oluştursun diye var edildiğine kanaat etmişiz!.. Umurumuzda değil okumuyoruz. “İkra” diyor ki: “Allah’ı ara, hakikatin parçaları arasındaki var oluşu fark et.” Okumak demek, bu sayfanın fotoğraflarından harflerine kadar bana hitap ettiğini kabullenmek demektir. Bunu benim önüme ondan anlam çıkarayım diye koymuşlar. Bu kabullenmeyle başlar. Kabullenme de bunu önüme koyanın bir anlam hesabı yaptığını, anlamlı bir iş yaptığını ve bu anlamı benim anlamam gerektiğini düşündüğünü, böyle bir tasarımı olduğunu varsaymamla başlar. Bizim kâinatla aramızdaki ilişki bilimsel verilere göre. Ortalama bir insanda yaklaşık 100 trilyon hücre bulunmakta ve her saniye bu hücrelerden 50 milyon kadarı ölmekte ve 50 milyon kadarı da yeniden yaratılıyor. En kaba hesapla sadece tek bir hücrede dakikada 20 bin operasyon oluyor. Göğe falan bakmaya gerek yok sadece aynaya bak şöyle bir kendine dokun. Seni Yaratan’ın verdiği emek dakikada 100 trilyon çarpı 20 bin ve bu operasyonların hepsi birbiriyle uyumlu olacak yoksa kanser olursun, tümör çıkar her yerinde. Üstelik bunlar olurken bize hiç sorulmuyor biz hiç yorulmuyoruz. Bizim mikroskobun altında görebileceğimiz bir tek hücrenin içinde dakikada 20 bin işlem oluyor. Şimdi, anlamsız bir hayat mı yaşıyoruz? Allah yokmuş gibi yaşarken hatta bir de ukalalık edip “Amaaan ne Allah’ı be!” deyip isyan ederken kendince kafa yorarken sen onun dakikasına 100 trilyon çarpı 20 bin tane yatırım yapıyorsun. Herşeyden önce anlam arayacağız. “İkra” anlam aramak demek. Karşımızda parçalar hâlinde duran, anlamı olan ve bizden anlamamızı bekleyen bir kâinat var. “İkra” Kur’ân’da başka türlü şekillerde de gelir. Mesela “kebir” kasaba demektir, ”İkra” ile aynı kökten. Etimolojik olarak “İkra” bir araya getirme “icmâ” manasına gelir. Bir araya getirilmiş evlere, düzenli bir şekilde inşa edilmiş sokak ve caddelere biz ‘şehir’ diyoruz o yüzden. “Karde ikra” bütünleme anlamına geliyor. Varlığı Allah merkezli bir okumaya tâbi tut. Varlık senin muhatabındır, bu varlık sana hitap etmektedir, hitap etsin diye önüne konulmuştur, “oku” emri bu anlamda parçaları anlamlandırmaktır. Bu anlamlandırma da kimden bekleniyor? Tabii ki insandan bekleniyor. Yani sırf Fenerli olduğunu ispatlamak için gecesini gündüzünü verip dişini sıkarak soğuğuna kışına yağmuruna aldırmaksızın ıslanıp sesi kısılana kadar bağıracak kadar kendini adayabilen bir insandan, kendi varlığına armağan ettiği bir adanmışlık bekliyor Allah. Haklı değil mi? Yoksa biz adanmışlığı beceremeyecek kadar beceriksiz miyiz? Eğer beceriksiz olsaydık taraftar olamazdık koşamazdık hiçbir şeyin peşinde. Falanca kişiye dokunacağım diye kendimizi yerlere atamazdık. Demek ki istersek oluyor. Bir secdeden çok daha fazla emek gerektirir bir insanın bir stada girişi. On tane teravih namazından daha çok enerji gerektirir. Demek ki biz yeteneksiz değiliz. İstersek kendimizi adıyoruz ama yanlış yere adıyoruz değmeyen yerlere adıyoruz.

Şimdi ilginç bir yere gidiyoruz “Oku, Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı “alak”tan yarattı.” Şunu bilerek oku, seni ve senin gibileri yoktan Yaratanı bilerek oku. Senin şu andaki varlığın anlamsız bir şey değil, bir anlam taşımakta… Bu bir proje, senin burada rolün var bunun farkına var. Şurada duran minibüsleri durdursan, üç durak öteye giden adama bile sorsak bu temel soruları: “Nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun, neyi biliyorsun?” cevap verir. Üç duraklığına minibüse binen bir adama bile sorsanız “Nereden geliyorsun?” diye, “Vallahi bilmiyorum, kendimi burada buldum.” demez. “Nereye gidiyorsun?” desek “Umurumda değil.” demez. “Niye gidiyorsun?” desek “Bilmiyorum.” demez. Var mı böyle biri? Var! İki şartla olur; ya deli olacak ya da ölü olacak. Biz ne deliyiz ne ölüyüz. Ancak o durumda yırtarız o iki temel görevden, hayret etmekten ve minnet duymaktan… iki şartla yırtarız ya deli oluruz ya ölü oluruz. Ölü müsün? Hayır. Deli misin? Hayır. Farklı olmanın ve diri olmanın bedeli var. Buyuruyor ki Allah: “Oku, Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alak’tan yarattı.” Ne demek alak. Meallerde genellikle “kan pıhtısı” deniliyor. Alak, insanın ana rahmindeki sürecinin bir evresine tekâmül eder. Bu evrede insan olacak. Hücreler ana rahminde yuvarlanmaktadır. Ne zaman ki bir çengel olur rahim duvarına yapışır işte o zaman biz ona “alakna” deriz. Neden deriz? Alakalandığı için rahimle ilişki kurduğu için ilgi kurduğu için bağ kurduğu için… Alaka’nın anlamı “alâka” aynı kökten geliyor. Parçalar arasında bağ kur ilgi kur… Yani bu harfler hem ‘oku’ diye sana verildi hem ‘bağ kur’ diye sana verildi. Bağ kurmaya değer harfler bunlar, anlamlı bir şekilde bir araya gelmişler sen de anlam verebilirsin, o zaman okuyorsunuz. İnsan alakadan yaratılmıştır. Demek ki insan alaka kurmak üzerine bağ kurmak üzerine yaratılmıştır. Şu anlamı da vardır: Her insanın doğum sebebi kendinden önce yaşayan iki insanın birbiriyle alakası sayesindedir, değil mi? Her birimiz ilgiden doğuyoruz. Kadın ile erkek arasında ilgi olmasa doğumlar duracak. Alakadan yaratılmışız. İnsan her şeyle alakadardır her şeyle ilgidedir. “Erciş’te deprem olmuş bana ne!” diyemiyorsunuz. Enkazdan 20 saat sonra çıktı diye İtalyan gazetesi de İngiliz gazetesi de Amerikan gazetesi de haber yapıyor. Niye? İnsan alakadar yaratılmıştır. “Bana ne!” diyen insan, insan değil. Bu, insan olmaktan istifa ediyorum demektir.

“Oku! Rabbin en büyük kerem sahibidir.” (Alak, 96/3) Senin Rabbin kerem ister ikram eder karşılıksız verir, karşılıksız vermek onun ilkesidir. Hiç ummadığın şu varlığı hiç ummadığın zarafette sana vermiştir; var etmiş, üstüne can vermiştir. Can verip bitki hayvan yapabilirdi ama insan etmiştir. İnsan edip imansız kılabilirdi ama elçileriyle rasulleriyle sana hidayet vermiştir. Seni ölümden sonra yok edebilirdi ama seni sonsuzluğa mâl etmiş... İnsan bu kadar iyilikleri düşünüp nasıl bunları görmezden gelebilir? Allah, kulunu da yarattığını da kerem sahibi görmek ister. Kulunu alakadan yaratmıştır ve kulunu iyilik ederken yüreğini başkaları için paralarken başkalarının acılarına ağlarken onların yaralarını tedavi ederken kırılan kalpleri onarırken görmek ister. “Kredi kartının limitine göre sana tenezzül ederiz yoksa bizi ilgilendirmezsin, çık kapıdan git.” diyemezsiniz. Modern hayat da aynısını söylüyor. Çıkın sokağa dünya kadar yazı var reklam var. Hangisi bize “Kendine dikkat et.” diyor ki… Her biri “Bizden bir şey al, paranı ver.” diyor. Hangi reklam panosunda sizin iyiliğiniz için bir şey gördünüz? Allah’tan kurban pankartları var da onlar bize bir şey söylüyor.