Tâbiînden Hayatımıza Örnek Olacak Âmir bin Abdullah Temîmî

Hicri tarihin 14. senesinde Müslümanların Halifesi Ömer bin Hattab (Radiyallahu Anhu) verdiği emirle Farisilerin bölgesinde bir askeri üs, tampon bölge oluşturulmasını istedi. Hidayet aletleri olan ashaplar ve tâbiînler bu bölgenin haritasını çizdiler. Bu bölgenin adını Basra koydular. Böylece Basra şehrinin kuruluşu Hz. Ömer’in emriyle olmuştur. Basra’ya Araplardan insanlar taşındı. Nec’den Hicaz’dan Yemen’den gelenler oldu. Nec’den gelen kabile arasında Temîmî kabilesinden bir genç de geldi. Bu gencin adı Âmir bin Abdullah idi. O zamanlar Âmir çok gençti bekârdı güzel yüzlü bir insandı. Bunun yanında temiz kalpli takva olan bir gençti. Basra şehri yeni olmasına rağmen Müslümanların memleketleri arasında en zengin en servetli şehir olmuştu. Çünkü her bir savaşın bütün ganimetleri ve sağlam halis altınları buraya Basra’ya geliyordu. Âmir bin Abdullah buna ihtiyaç duymuyordu. Çünkü insanların ellerinde gözü yoktu, Allah’ın yanındakine rağbeti çoktu. Dünya ve ziynetini istemiyordu ancak Allah’ın rızasını istiyordu.

 

Basra valiliğine sahabe Ebu Musa el-Eşarî getirildi. Ebu Musa el-Eşarî Basra’nın valisi, askerlerin kumandanı oldu. Halkın imamı öğreticisi ve mürşidi oldu. Âmir bin Abdullah savaşta ve barışta Musa el Eşarî’nin yanında kaldı ve ondan hiç ayrılmadı. Kur’ân-ı Kerim’i nazil olduğu şekilde ondan öğrendi, Hz. Peygamber’e (sav) ulaşan hadisleri de öğrendi, onun yanında âlim oldu. Âmir bin Abdullah âlim olduktan sonra hayatını üç bölüme ayırdı. Bir kısmını zikir halkasında insanlar arasında Basra Camii’nde Kur’ân okumaya, bir kısmını ibadete ve bir kısmını da cihada harbe gitmeye ayırmıştı. Bu üç şey dışında bir şey yapmıyordu. Âmir bin Abdullah Basra zâhidi diye anılırdı.

Basra halkından birisi Âmir bin Abdullah’ı şöyle anlatıyor: Bir kafilede Âmir bin Abdullah ile sefere çıktık. Gece olunca çok sık bir ormanlıkta, sulak bir yerde konakladık. Âmir bin Abdullah eşyalarını topladı, atını da uzun bir iple ağaca bağladı ve atı için ot toplayıp önüne koydu. Sonra o sık ormanın içine daldı ve kendisini kaybetti. Ben dedim ki: Vallahi ona tâbi olacağım bakayım ne yapacak? Bu vesileyle onu takip ettim. Gördüm ki gözlerden kaybolmak için ağaç dallarının sık olduğu bir yere girdi, namaz kılmaya başladı. Onun namazından daha kâmil daha güzel daha huşulu namaz görmedim. Namazını bitirdikten sonra hemen duaya başladı. Duasında şunları duydum: Allahım beni emrinle yarattın, maişetinle bu dünya belalarına kayım ettin, ondan sonra bana dedin ki nefsini tut. Ey kavi ve metin olan Allahım! Eğer sen lutfunla nefsimi tutmazsan ben nasıl tutabilirim? İlahi Allahım sen biliyorsun ki bu dünya ve içindekilerle beraber hepsi benim olsa senin rızan için benden istense onu isteyene hemen hibe ederim. Bu nedenle ya Erhamerrahimin! Sen de nefsimi bana hibe et. Ey Allahım! Seni öyle seviyorum ki bütün musibetler bana kolay gelir ve senin bütün kazalarına razıyım. Takip eden Basralı adam devamında dedi ki: Gözlerime uyku bastı ara sıra uyuyup uyanmıyordum. Âmir bin Abdullah ise sabaha kadar namazında ve münacâtında idi. Sabah olunca sabah namazını kıldı, sonra dua etmeye başladı dedi ki: “Allahım! Artık sabah oldu, insanlar kahvaltılarını yapıp senin fazlınla yolarına başlayacaklar ve bu insanların hepsinin sana ihtiyaçları vardır ama Âmir’in ihtiyacı senin yanında onu mağrifet etmendir. Allahım benim ihtiyacımı ve onların ihtiyaçlarını gider. Allahım! Ben senden üç şey istedim iki tanesini verdin birini men ettin. Allahım! Bunları bana ver ki sana seni sevdiğim ve irade ettiğim gibi sana kulluk edeyim.” Yerinden kalktığı an gözleri bana ilişti, gece boyunca yaptığı ibadeti ve niyazları gördüğümü anladı, bunun için korktu ve bana dedi ki: Ey Basralı kardeşim! Sen bu gece bütün yaptıklarımı gördün mü? Evet dedim. Gördüklerini gizle, dedi. Ben de dedim ki: Allah’tan üç şey istedin.

Bu üç şeyin ne olduğunu bana söyle ben de gördüklerimi gizleyeyim. Eğer bu üç şeyin ne olduğunu söylemezsen gördüklerimi gizlemem, söylerim. Âmir bu ısrarımı görünce “Bana söz ver, kimseye söylemezsen sana bu üç şeyin ne olduğunu söyleyeceğim.” dedi. Bunun üzerine “Sen sağ kaldığın müddetçe kimseye söylemeyeceğime söz veriyorum.” dedim. Âmir dedi ki: Dinim için en çok kadınlardan korkarım. Bunun için onların sevgisini kalbimden çıkarmasını Allah’tan istedim, bu isteğimi Cenab-ı Allah kabul etti. Öyle ki artık bir kadını gördüğüm zaman ha bir kadını ha bir duvarı gördüm fark etmiyor. Basralı adam Âmir’e dedi ki: Üç istekten biri bu, hani diğer ikisi? Âmir dedi ki: İkincisi Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmamayı istedim, Allah bu isteğimi kabul etti. Artık ne yerde ne semada Allah’tan başka kimseden korkmuyorum. Üçüncü isteğim ise: Allah’tan uykunun benden kalkmasını istedim. Ta ki istediğim üzere gece gündüz Allah’a ibadet edebileyim, Allah bu isteğimi de kabul etti. Basralı adam, ben ondan bunları duyunca, “Nefsine merhamet et. Çünkü gece uyumuyor gündüz oruçlusun. Halbuki cennet bundan azı ile kazanılıyor, cehennemden ise yine bundan daha azı ile korunuluyor.” Âmir dedi ki: Pişmanlığın yarar sağlamadığı bir zamanda pişman olmaktan çok korkuyorum. Allah’a yemin ederim ki ibadete çalışacağım. Eğer kurtulursam Allah’ın rahmeti iledir, eğer ateşe girersem bu benim noksanlığımdandır. Âmir bin Abdullah sadece gece ibadet edenlerden değildi, gündüzleri savaşçıların içinde iyi bir savaşçıydı. Allah yolunda cihada çağırıldığı zaman çarçabuk hazırlanarak mücahitlerle birlikte cihada çıkardı. Girdiği kafileden kendisine adamlar seçerdi, sonra onlara derdi ki: “Ey arkadaşlarım! Ben sizlerle arkadaşlık yapmak istiyorum ama üç şartla.”

Adamlar şartlarını sordular. Âmir dedi ki: “Birincisi ben sizin hizmetçinizim hizmette kimse benimle tartışmasın. İkincisi ben sizin müezzininizim, namaz için ezan okunacağı zaman kimse benimle tartışmasın. Üçüncüsü nafakanızı gücüme göre ben vereceğim.” Evet diyenler Âmir’le kalıyordu, bu üç şartı kabul etmeyenler terk ediyordu. Âmir, korku anında cesaret eden ve ganimet dağıtıldığında iltifat etmeyen mücahitlerden biriydi. Âmir savaşın içine korkmadan dalardı, Allah’tan başka korkusu yoktu. Hazreti Ömer’in (Radiyallahu Anhu) hilafeti zamanında Farisiler ile Müslümanlar arasındaki savaşta başkumandan Aşere-i Mübeşşereden olan Saad bin Ebi Vakkas (Radiyallahu Anhu) idi. Kadisiye de Farisilere karşı savaş kazandıkları bir yerdir. Saad bin Ebi Vakkas (Radiyallahu Anhu) Kadisiye’den sonra Kisra’nın saraylarını da aldı. Kisra, Sasani Devletinin krallarının unvanıydı. Saad bin Ebi Vakkas (Radiyallahu Anhu) Müslümanların beytü’l-mâl’ına humusu göndermek, baki kalanı mücahitlere tevzi etmek için Âmir bin Mükerremi ganimetlerin toplanması ve sayılması için görevlendirdi. Âmir bin Mükerrem bu emir üzerine ne kadar ganimet malı varsa toplayıp Saad bin Ebi Vakkas’ın önüne koydu. Bu malların içinde kurşunla mühürlenmiş büyük sepetler vardı. Bu sepetler Farisilerin kullandıkları altın ve gümüş tabaklarla doluydu.

Ganimet malları içinde ağaçtan yapılmış çok güzel sandıklar vardı. Bu sandıklarda Kisra’ya ait gerdanlık ve elbiseler vardı. Bazı sandıklar Kisra kadınlarının hulli ve nefis elbiseleriyle doluydu. Kisra’ya ait tarihi kılıçlar vardı. Müslümanlar bu ganimeti Müslümanların gözü önünde dağıtırken o sırada saçı karışık ve tozlu bir adam çıka geldi. Yanında hacmi büyük bir sandık vardı. Görenler, acaba bu adamın elindeki sandıkta ne var diye düşünmeye başladılar. Adam sandığı yere koydu, görevliler sandığı açtılar. İçindekilerin, değer bakımından şimdiye kadar topladıkları eşyalarla kıyası mümkün değildi. Sandığı getiren adama dediler ki: Sen bu sandıktan bir şey aldın mı? Adam dedi ki: “Allah sizi ıslah eylesin! Bu getirdiğim sandık ve bu Farisilerin sahip olduğu bütün malların benim gözümde kıymeti bir tırnak kadar yoktur. Eğer bu sandıkta Müslümanların beytü’l-mâl hakları olmasaydı onu size getirmeyecektim.” Onu görenler dediler ki: Allah sana ikram etsin, sen kimsin? Adam dedi ki: “Vallahi beni hamd edersiniz diye ne size ne de başkasına ismimi söylemeyeceğim. Lakin ben Allah’a hamd ederim ve sevabını da Allah’tan beklerim.” Adam bunu dedikten sonra çekip gitti. Topluluk içinden birisini tayin edip “Bu adamın peşinden git ve ondan bize haber getir.” dediler. Adam görünmeden takip etti, ta ki arkadaşlarının yanına gelene kadar. Arkadaşlarına “Bu adamı tanıyor musunuz?” diye sordu. Arkadaşları: “Bu, Basra’nın âlimi Âmir bin Abdullah Temîmî’dir dediler.

Lakin Âmir bin Abdullah zâhid ve bilinen bir kişi olmasına rağmen sıkıntılardan ve insanların eziyetinden kurtulamadı. Bunun sebebi de Basra emniyetinden sorumlu kişinin bir görevlisi, zımmi (İslam beldesinde yaşayıp vergisini ödeyen kişi) bir kişinin boynuna yapışmış ve çekmiş. Bu zımmi de beni himaye eden yok mu diye insanlardan yardım istemiş. “Beni himayeniz altına alın ki Allah da sizi himayesi altına alsın ey Müslüman topluluğu! Peygamberinizin zımmisini himaye edin.” O esnada Âmir bin Abdullah geldi. Âmir, zımmiye dedi ki: “Vergini veriyor musun?” Zimmi “Evet veriyorum” dedi. Âmir görevliye dönüp “Sen bu adamdan ne istiyorsun?” dedi. Görevli dedi ki: “Âmirimizin bahçesini kazmaya götürüyorum.” Âmir, zımmiye dedi ki: “Sen bunu yapabilir misin?” Zımmi dedi ki: “Asla yapamam! Kazma, benim gücüm kudretim dışında hem bir şey kazanamayacağım.” Âmir, görevliye zımmiyi bırakmasını söyledi ama görevli bırakmayacağım dedi. Bunun üzerine Âmir bin Abdullah kürkünü zımminin üstüne attı ve “Vallahi ben sağ olduğum müddetçe Muhammed’in (sav) zımmiler için ahdini bozmayacağım.” dedi. Bunun üzerine halk gelip Âmir’e yardım etti, zımmiyi görevlinin elinden güçlükle aldılar. Bunun üzerine emniyetten sorumlu görevliler Âmir’i itaati bozmakla suçladılar. Dediler ki: “Âmir, evlenmemekle Ehl-i Sünnet ve’l cemaat itikadından çıkmış. Ayrıca hayvan etini sütünü de yemiyor içmiyor.” Bu suçlarla Âmir’i suçladılar. Âmir hakkındaki bu suçlamaları Halife Osman bin Affan’a ilettiler. Bunun üzerine Halife, Basra valisine yazı yazarak Âmir bin Abdullah’ı yanına çağırmasını ve konu hakkında sorgulamasını, neticeyi kendisine bildirmesini emretti. Basra valisi Âmir’i çağırdı ve dedi ki: Emire’l Müminin senin hakkında söylenenler için seni sorgulamamı istedi.

Bu nedir ki evlenmeyip Rasûlullah’ın (sav) sünnetini yerine getirmiyorsun?” Âmir dedi ki: “Evlenmeyi terk etmem o değil ki. Ruhbanlığın İslam’da olmadığını da biliyorum. Ben öyle bir kişiyim ki tek bir nefsim vardır, bu nefsimi Allah’a verdim. Görüyorum ki evlenirsem eşim bana galebe çalar da ibadetimi gevşetmekten korkuyorum.” Basra valisi dedi ki: “Peki niye et yemiyorsun?” Âmir dedi ki: “Bulursam ya da iştahım çekerse yerim ama iştahım çekmedi ya da iştahım çekti et bulamadım. Vali: “Peki sen peyniri neden yemiyorsun?” dedi. Âmir: “Peyniri yapan Mecusilerin mıntıkasındayım. Korkarım ki yaptıkları peynirin mayası helal yollarla yapılmış olsun, iki şahidim yok mayanın murdar olmadığına.” dedi. Vali: “Peki sen neden valilerin meclislerine oturmuyor, yanlarına gelmiyorsun?” dedi. Âmir dedi ki: “Kapılarınızda çok ihtiyaç sahipleri vardır. Onları yanınıza çağırın, ihtiyaçlarını giderin. Ben ihtiyaç sahibi değilim bu yüzden gelmiyorum.” Basra valisi bu ifadeleri Emire’l Müminin Osman bin Affan’a gönderdi. Halife, Âmir bin Abdullah’ta, itaatten ve Ehl-i Sünnet ve’l cemaat itikadından çıkmış bir nokta görmedi. Bununla beraber bu şer ateşi yine de söndürülmedi. Âmir bin Abdullah’ın etrafında dedikodular çoğaldıkça çoğaldı ve bu, Âmir’e hasım ve taraftar olanlar arasında fitneye yakın derecede büyüdü. Bunun üzerine Hz. Osman (Radiyallahu Anhu) Âmir’in Basra’dan Şam’a gitmesini ve orada kendisine bir ev verilmesini emretti. O zamanın Şam valisi Muaviye’ye Âmir’i iyi karşılamasını ve ona hürmet etmesi tavsiyesinde bulundu. Âmir Basra’dan çıktığı gün taraftarları ve talebelerinden oluşan büyük bir kalabalık onu uğurlamak için toplandı ve Basra’nın çıkışında Merbed denilen yere kadar geldiler. Burada Âmir bin Abdullah onlara dedi ki: “Ben bir dua yapacağım, hepiniz duama âmin deyiniz.”

Bunun üzerine oradaki herkes gözünü Âmir’den ayırmadan pür dikkat onu dinlemeye başladı. Âmir elini kaldırdı ve dedi ki: “Allahım! Beni şikâyet eden, hakkımda yalan söyleyip bu sevdiğim memleketten çıkmama sebep olan ve beni arkadaşlarımdan ayıran kişiyi affediyorum. Allahım! Sen de onu affet ve onlara din ve dünyalarında afiyet ver. Beni onları ve diğer Müslümanları affınla merhametinle rahmetinle ihsanınla ört Ya Erhamerrahimin.” Duadan sonra Şam’a doğru yoluna devam etti. Âmir bin Abdullah bundan sonraki hayatına Şam’da devam etti. O zaman bütün Suriye Lübnan Filistin hepsi Şam beldesi idi. Âmir bin Abdullah kalacağı yeri Beytül makdis seçti. Hasta olup ölüm döşeğine düştüğü zaman ziyaretine gelen insanlar ağladığını gördüler ve dediler ki: “Sen böyle böyle bir insansın seni ağlatan nedir, niçin ağlıyorsun?” Âmir dedi ki: “Ben vallahi dünya hırsı ya da ölümden korktuğum için ağlamıyorum. Seferimin uzunluğu ve erzakımın azlığı için ağlıyorum. Artık ben yükseliş ve iniş arasına düştüm onun için ağlıyorum. Cennet ya da cehennem, ben hangisine gireceğimi bilmiyorum. Ondan sonra zikretmeye başladı, Kâbe’ye baktı, Medine’ye Peygamber’in ravzasına doğru baktı ve Hakk’ın rahmetine kavuştu. Allah kabrini nurlandırsın. Esselamu aleyküm ve rahmetullah…