Tasavvufta terakki edebilmenin şartları arasında önemli bir şey vardır ki oda teslimiyettir. Teslimiyetin şekli kısaca bu kapının büyükleri tarafından şöylece özetlenmiştir. "Ölünün, ölü yıkayıcısına teslimiyeti gibi müridde mürşide teslim olmalıdır." Bu kapıda olabilecek bütün ilerleme ve faydalar ancak böyle teslim olmakla ele geçer. Teslimiyetin zıddı ise itirazdır. İtirazın kaynağı ise kendini büyük, mürşidini küçük görmektir. Hocasını küçük bilen ondan nasıl faydalana bilir?
Teslimiyet ve İslâmiyet aynı manayı ifade ederler. İslâmiyet Allah'a teslim olmadır. Allah'a teslim olmak ise Hz. Muhammed Mustafa (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) efendimize inanmayı, teslim olmayı gerektirir. Bu durumda akıllı olana şu düşer ki kendi aklından geçer, bilgili olana şu düşer ki önceki bilgilerinden geçer. Çünkü artık konuşan; aklın, objektif ve sübjektif bilginin üstündeki vahiy'dir. Yani artık Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in ağzından konuşan Allah (Celle Celalühu)'tır. Necm suresi ayet 1'de: "O (Muhammed) kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir." buyruluyor.
İslâm'ın emirlerinin nazil olmaya başladığı insanlığın karanlık günlerine dönelim. Arap yarımadasında ki insanların kafalarında semavi dinlerden kalma doğru bilgilerin yanında bir sürü de hurafe ve efsane kaynaklı şeytani ve nefsanî bilgilerde doluydu. Bu arada Kur'ân, suyun aslını bozmadan içindeki pisliklerden arıtan damıtma cihazı gibi doğru bilgileri de yanlışlıklardan temizleyen bir bilgi anlatma cihazı vazifesi yaptı. İnsanlık vahiy olmadan kesinlikle kuru bir akılla, bu bilgi kaosundan kurtulamazdı. Bu bilgi karışıklığından kurtulmanın birinci şartı ise şüphesiz Peygambere inanmak ve ona teslim olmakla gerçekleşebilirdi.
"Resul size ne verirse onu alınız, sizi nehyettiği şeylerden vazgeçiniz" (Haşr-7) ayeti ile "Öyle değil, Allah hakkı için onlar arasında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kılmadıkça, verdiğin hükümden dolayı hiç bir sıkıntı duymadan sana bütün teslimiyetleriyle baş eğmeden iman etmiş olamazlar" ayetleri bu manayı ifade ederler.
Akidesi bozulmuş, ibadeti bozulmuş, ahlakı bozulmuş insanlığın, içinde bulunduğu karanlıklardan çıkabilmesi nasıl ki elinde Kur'ân meşalesi olan Allah Resulünün rehberliği ve önderliği ile mümkünse, o günlerden pek az farkı olan bugünde bidat hurafe, vesvese dolu bilgi bataklığından İslama ait gerçek bilgileri almak Resulullah'ın varisi durumundaki alimlere teslim olmadan mümkün değildir.
Çok şükür ki bugün biz onlardan çok şanslı durumdayız. Çünkü elimizde Kur'ân vardır. Yine elimizde gerçekten güvenebileceğimiz sahihlikte Hadisi Şerif Külliyatları vardır. Maalesef birçoğumuzu da aldatan nokta bu noktadır ki oda onlar elimizde Kur'ân ve sünnet varken âlime teslim olmaya ne gerek vardır derler. Hatta bazıları âlimlere uymayı şirke kadar götürürler. Bu onların Kur'ân ve sünnet bilgilerinin yetersizliğidir. Yahutta bu alıştığımız oyunlardan, Siyonistlerin oyunlarından bir oyundur. Müslümanların arasına böyle bir fitneyi sokmaya çalışan art niyetli değilse mutlaka cahildir. Cahil olmasaydı Kur'ân'daki şu ayeti bilir böyle konuşamazdı. "Bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz" (Enbiya-7)
'Büyük tefsir alimi Kadı Beydavi; "Dini hükümlerde peygamberlere ve alimlerin doğru, sağlam delillerle bildirdiklerine uymak, hakikatte onlara uymak değil, Allah-ü Teâla'nın indirdiğine uymaktır." diyor. "İşte onlar Allah'ın hidayete mazhar ettiği zatlardır. Onların hidayet yoluna uy!" (En'am- 90) Ayet-i Kerîmesi ve "Din alimleri Peygamberlerin varisleridir." "Talebesi arasında alim, ümmeti arasında Peygamber gibidir." Hadis-i şerifleri de Peygamberlerin vefatından sonra gitmemiz ve sığınmamız gereken kapıların Peygamberlerin varisleri olan alimler olduğunu açık açık göstermektedir.
Bugün içinde bulunduğumuz yanılgılardan birisi de şüphesiz İslâmı öğrenmeyi ve yaşamayı basite almamızdır. Niye basite alıyoruz? Çünkü bize göre kulaktan duyma bilgilerle İslâm yaşanabilir sanılıyor. İslâmı öğretende ehliyet aranmaması da bunu gösteriyor. Herkesin bu konuda konuşmaya kendini selahiyetli görmesi ise aslında İslâmı küçük gördüğümüzün bir başka delili olarak da karşımızda duruyor. Evet, İslâm dini inanan herkesin dini olduğuna göre herkes onu öğrenmek ve uygulamak hususunda bir hoca gibi kendini mesul hissetmeli. Ama onu anlatmak ve insanları manevî hastalıklarından kurtarmak noktasına gelince o işi ancak ehli olan yapmalı. Basit bir örnekle bu konuyu açıklamaya çalışalım. Diyelim ki hastayız. Bir dahiliye uzmanına gittik. Doktor rahatsızlığımızı sordu, biz cevap verdik. Ağrıyan yerlerimizi sordu, uykumuzu sordu, yemeklere karşı iştahımızı sordu. Ve teşhisi koydu. Şimdi bu belirtilerden kendi kendimize biz teşhis koyabilir miydik? Ya ilaç verebilir miydik? Hayır! Hiç kimse bu durumda canından olma tehlikesi varken ne kendi kendine teşhis koyabilir, ne de kendi kendine verdiği ilaçlara itibar edebilir. İnsan canına verdiği kıymeti imanına da verirse işte o zaman Mürşid-i Kamil dediğimiz alimlerin önemi ve onlara teslim olmanın gereği kendiliğinden ortaya çıkar.
Tedavi olmak için doktora, ilim sahibi olmak için alime teslim olmamız gerektiğini Kur'ân-ı Kerîm'daki Hızır Aleyhisselam ve Musa (a.s.) arasında geçen olayla da çok açık bir şekilde görmek mümkündür.
Özetle Kehf suresi Ayet 60 ile 82 arasında şöyle bir olay anlatılır: Allah-u Tealâ katından kendisine ilim verdiği bir zat olan Hızır'a Musa (a.s.)'ın yanına gitmesini ve onda olan ilimden öğrenmesini ister. Musa (a.s.) ile Hızır (a.s.) bir yerde buluşurlar. Musa (a.s.) Hızır'a kendisinde olan ilimden öğretmesi için onun arkadaşı olmayı teklif eder. Hızır (a.s.) bu teklifi Musa (a.s.)'ın kendisine teslim olması, yaptıklarına karışmaması şartıyla kabul eder. Musa (a.s.) bu teklife razı olur ve arkadaşlıkları başlar.
Birgün bir yolun kenarında oynayan çocuklara rastlarlar. Hızır çocuklardan birini öldürür ve yola devam eder. Musa (a.s.)'ın bu iş garibine gider ve Hızır'a bu masum çocuğu öldürdüğü için itiraz eder. Hızır (a.s.) Musa (a.s.)'ya başta yaptıkları sözleşmeyi hatırlatır. Musa (a.s.) özür diler. Yolları bir limana rastlar ve orda bir gemiye binerek yolculuklarına devam ederler. Bu arada Hızır, gemi giderken geminin dibinde bir delik açar. Musa (a.s.) yine şaşırır ve duruma müdahale etmekten kendini alamaz. Hızır, Musa (a.s.)'a baştaki sözleşmeyi tekrar hatırlatır. Ve bir daha müdahale eder, kendisine yaptıkları hususunda teslimiyet göstermezse arkadaşlıklarının kesinlikle sona ereceğini bildirir. Musa (a.s.) tekrar özür diler. Yollarına devam ederlerken bir kasabaya uğrarlar. Yorgun ve açtırlar. Kasabada kimse onları misafir etmez. Oradan yorgun bir şekilde çıkarken yıkık bir bahçe duvarı görürler. Hızır; gel şu duvarı tamir edipte gidelim der. Musa (a.s.) bu duruma yine müdahale eder. Hızır; "gel şu duvarı tamir edelim, herşeyin sırrını sana anlatayım. Ama bu arada arkadaşlığımız da sona ermiştir" der. Ve olaylara şöyle açıklamalar getirir: "Çocuğu öldürdüm, çünkü o ilerde zalim birisi olacaktı. Annesi Babası ise salih insanlardır. İstedim ki Allah onun yerine salih bir evlat versin. Gemiye hasar yaptım. Çünkü ilerde sağlam gemilere el koyan korsanlar var. İstedim ki bu gemiyi gasbetmesinler.
Duvarı tamir ettim. Çünkü bu duvarın sahibi yetim bir çocuk olup bu duvarda onun için saklı altın vardır. Duvar yıkılarak o altının ortaya çıkmasını ve başkalarının onu almasını engelledim." der. Açıkça bu hikayede Musa (a.s.)'a teslim olması şartı koşulmuştur. Bu olay mürîd ilişkisinde tasavvuf ehli alimlerce örnek bir olay olarak gösterilir ve ibret alınması gerekir. Nakşibendî hazretleri ile müridi arasında geçen bir hadise de şöyledir: Bahaeddin Nakşibendî Hz.'leri bir gün sofilerden birisine: "Ben senden ne istesem yapar mısın?" diye sorar. Müridi: "Yaparım efendim" der.
Peki, hırsızlık yap desem de yapar mısın?
Sofi düşünür, düşünür. Yapamam efendim. İçki iç desen içerdim. Ama hırsızlıkta işin içerisine kul hakkı giriyor. Kul hakkı ise kul affetmezse affedilmez. Diye kendince mantıklı mazeretler getirir. Sofinin itirazına canı sıkılan Nakşibendî Hz.leri onu yanından kovar. Nakşibendî Hazretleri yanındaki diğer sofilere bir ev tarif eder. Gidin o eve duvarı delin, orda bir top kumaş var. O kumaşı alın gelin der. Sofiler emredileni yapıp oradan uzaklaşırken o evden gelen bir takım sesler üzerine olay yerine giderler. Meğerse onlar kumaşı aldıktan sonra o eve hırsızlar girip ne var ne yok çalmışlardır. Kumaşı sahiplerine iade edip duasını alırlar. O arada Nakşibendî Hazretlerinin bu kerameti de sofilere büyük bir ders olmuştur. Bu rivayet İslam Alimleri Ansiklopedisinde Bahaeddin Şah-ı Nakşibend ile ilgili bölümde anlatılmıştır. Bu ve buna benzer olaylara evliyanın kerametleri hususunda pek çok rastlanır. Bu olayları sezebilmekte müridin hastalıklarını sezerek tedavi çareleri söylenmekte şüphesiz ki kuru bir bilgi ile değil yakin nuru ile farkedilen şeylerdir. Teslim olunabilecek alim de yukarıdaki gibi kendisinde yakin nuru olan ve şu hadis-i kudsînin işaret ettiği alimlerdir: "Kulum benim farz kıldığım şeyleri yaparak azabımdan kurtulur. Nafilelerle ise bana yaklaşır. Bana yaklaşınca ben onu severim ve onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olurum. O benimle görür, benimle işitir, benimle tutar." (Riyazüs Salihîn) Yine burada belirtilen alim şu Hadis-i Şerifte işaret edilen alimdir: "Mü'minin ferasetinden sakının. Zira o Allah'ın nuru ile bakar."
Allah'ın nuru ile bakan, onunla gören, onunla işitene birçok gayp perdelerinin açılacağı ortadadır. Müride ait, müridin kendisinden dahi farketmediği manevî hastalıklarının yine bu ferasetin sahibi olan zatın gözünden kaçmayacağı ortadadır. O yüzden teslim olunması istenen alimler de bu alimlerdir. Peygamberlerin varisi konumunda olan ama gerçek ve genel manada varisi durumunda olan alimler de bu alimlerdir.
Bazı dallarda veya branşlarda peygamberlerden kalan ilime varis alimlerle bu alimleri kesinlikle karıştırmamak lazımdır. O tür alimlerin de İslâmı hakiki manada yaşayabilmeleri için yine yukarıda belirttiğimiz alimin terbiye ve eğitimine ihtiyaçları vardır.
Nefis muhasebemizi iyi yapalım. Bir an önce Musa (a.s.)'ya Hızır (a.s.) konumunda olan teslim olabileceğimiz vasıfta bir alime teslim olalım. Dünya ve ahiret faydalarına kavuşalım.
Esseyyide Neslihan Rufaioğlu