Tasavvufta Nasihatin Önemi

Bazıları zanneder ki, tasavvuf, kendi haline bakıp, başkasına karışmamak, kimseye ilişmemektir. Bu doğru değildir ve dinde yara açmaya sebep olur. Böyle söyleyen acaba tasavvuf adamı ve tasavvufçu deyince kimleri hatırlıyor?

Eğer Ebû Bekr-i Sıddîk'a (r.a.) bağlanan büyükleri demek istiyorsa, bu büyüklerin yolu, sünneti seniyyeye yapışmak ve bid'atlerden kaçmak olduğu kitaplarında yazılıdır. Halbuki fisebilillah, cihad Peygamberimizin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sünneti, yani şeriatin vaciplerinden ve farzlarındandır. O halde, emr-i marufu terk etmek, bu büyüklerin yolunu terk etmek olur. Nitekim bunlardan İmam-ı Muhammed Bahaeddin-i Buharı (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) "Bizim yolumuz, urve-i vüskaya yapışmak, yani Resulullah'ın (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) yolunda ve onun ashabının izinde gitmektir." buyurdu.

Bunun içindir ki, bu yolda en az bir iş büyük kazanç hasıl ediyor. Bu yoldan ayrılan, büyük tehlikelere düşüyor. Eğer tasavvuf emr-i marufu terketmek olsaydı, tasavvufun reislerinden olan Muhammed Behaeddin-i Buhari (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) kendi hocası, üstadı olan seyyid Emir Külâl Hazretlerine emr-i ma'rufta bulunmazdı. Hocasına karışmak edebe muhalif iken yine Emr-i maruf yaptı ve buharanın alimlerini toplayarak, Allah-u Teâlâ'nın ismini yüksek sesle tekrar etmenin şeri'atte makbul olmadığını hepsinin huzurunda isbat ve hocasına bundan vazgeçmesinin lüzumunu bildirdi. Hocası da, dini güzel ve doğru söze aşık olduğundan, kabul edip terk eyledi.

Tasavvuf ehli, insanı Necata kavuşturacak ve helaka götürecek şeyleri bildirmek için binlerce kitap yazdı. Bu çalışmaları Emr-i maruf değil de nedir?

Tasavvuf büyüklerinden hâce Muinuddin-i Çeştiye hocası, "Dostun yolu çok ince ve tehlikelidir. Herkese nasihat et ve tehlikeyi bildir" buyurmuştu. Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) vahdet-i vücûdu dünyaya yayıldığı halde, zamanındaki sofileri sima' ve raksdan yani mûsikîden ve dans etmekten niçin men ediyordu. Bir kısmı itaat edip vazgeçti. Birçoğu da dinlemedi, vazgeçmedi. Fakat kabahatlerini itiraf eder oldular. Kendisi bu hali bazı kitaplarında hikaye etmektedir.

Gavs-i Samedânî Seyyid Abdülkadir-i Geylânî (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) GUNYETÜ-TTALİBİN kitabında, uzun uzadıya emr-i ma'rufda bulunuyor. Bir yerinde diyor ki: "Bir kimse bir günahı işleyeni görüp de men edince, kendine zarar gelmek ihtimali bulunduğu zaman acaba men etmesi caiz olur mu?  Bize kalırsa olur. Hatta çok kıymetli olur. Allah-u Teâlâ için kâfirlerle cihad etmek gibi sevap verilir. Hele zalim hükümet adamları elinden mazlumu kurtarmak ve memleketi kâfirlik kapladığı zamanda, imanı izhar için olunca, böyle zamanlarda nehy-i münker yapılmasını ulema da söylüyor." buyuruyor. Evliyanın büyükleri, sofiyyenin imamları, emr-i ma'ruf ve nehy-i münkeri terk edici olmasalardı, kitablarında bunları yazarlar mı ve bu derece mübalağa ederler mi idi?

Abdülkadir-i Geylânî hazretleri buyuruyor ki: "Kur'ân-ı Kerîm'e ve Hadis-i şeriflere ve akla uygun şeylere ma'ruf, bunlara uymayan şeylere de münker denir. Bunun beheri iki kısımdır. Birinci kısım ma'ruf ve münkerler, meydanda olup, âlim olan ve olmayan bunları bilir. Beş vakit namaz kılmak, Ramazan-ı şerîf ayında oruç tutmak, zekat vermek, hac etmek gibi şeylerin farz olduğu ma'ruf ve zina, alkollü içkilerin içilmesi, hırsızlık, yan kesicilik, faiz alıp vermek, başkasının malını gasbetmek ve bunlar gibi şeylerin haram olduğu münkerdir. Bunları her mü'minin emr ve nehyetmesi lazımdır.

İkinci kısmı, yalnız alimler bilir. Allah-u Teâlâ için, ne gibi şeylere ve nasıl inanmak lâzım olduğu gibi. Bu kısımda olanları, alimler emr ve nehyeder. Eğer bir alim bunları bildirdi ise alim olmayanın da gücü yeterse etmesi caiz olur.

Münkerin ikinci kısmı, daha ziyade imanda, itikatta olan bozukluklardır. Her mü'minin ehl-i sünnet itikadına yapışması, bozuk imandan, yani dalaletten, itikadda bidatden kaçınması lazımdır. Din bilgilerinde alim olmayan, bidat sahipleri ile münakaşa etmemeli, onlardan uzaklaşmalı selam vermemelidir. Bayramlarda, sevinçli zamanlarında ziyaretlerine gitmemeli, cenazelerinde namaz kılmamalı, onlara acımamalıdır. İtikadları bozuk olduğu için, onları sevmemeği ibadet bilmelidir. Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "İmanında veya ibadetinde, bid'at, bozukluk bulunan bir kimseye, Allah için, sert bakanın kalbini, Allah-u Teâlâ imanla doldurur ve korkudan korur." buyurdu.

Tasavvuf büyüklerinden Füdayl bin Iyad (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) "Bid'at söyleyenleri ve yapanları sevenlerin ibadetlerini, Allah-u Teâlâ kabul etmez ve kalplerinden imanlarını çıkarır. Bid'at sahibini sevmeyenin ibadeti az olsa da, Allah-u Teâlâ'nın bunu afv buyurmasını ümid ederim. Yolda bid'at sahibine karşı gelirsen yolunu değiştir" buyuruyor ki: "Süfyan bin uyeneyne'den (r.a.) işittim. Buyurdu ki, bid'at sahibinin cenazesinde bulunan kimseye cenazeden ayrılıncaya kadar, Allah-u Teâlâ gazab eder. Peygamberimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem); "bir kimse, bir bid'at icat etse veya bir bidati işlese, Allah-u Teâlâ'nın ve meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. Onun ne farzları, ne de nafile ibadetleri kabul olmaz." buyurdu. Abdülkadir Geylânî'nin sözü burada tamam oldu. Sofiyye-i Kiramın yolu, kimseye karışmamak olsaydı, bunlardan birisi "sofiyye arasından nikâr kalkınca, bunlarda hayır kalmaz" buyurmazdı.

Seyh-ül İslâmî Hirevî Abdullah Ensarî buyurdu ki, Sofiyye arasında emr-i ma'rûfa ve nehy-i münkere nikâr denir. (Nikar kalkınca diyen, Ebul Hasen Ali bin Muhammed Müzeyyen olduğu, Nafahatda Ebu Saîd-i Harraz anlatırlarken yazılıdır.)

Sofiyyeyi aliyyeye bu suretle iftira eden, düşünmüyor mu ki, Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şerifler, kıyametteki sevaplar ve azablarla doludur. Günah işleyenlere hazırlandığı bildirilen şiddetli azablara inanan kimse, din kardeşini bu tehlikeden kurtarmak istemez mi? Bir amanın yolunda kuyu veya ateş bulunsa yahud bir kimse, başka bir dünya tehlikesine düşerse, bunlar elbette bu kimseye, bildirir ve kurtuluş yolunu gösterirlerdi. Kendi haline bırakmazlar. O halde, daha elim ve şiddetli ve sonsuz olan ahiret azabını niçin bildirmesinler? Bildirmeyen ve göstermeyen, ahiret azabını kabul etmiyor, inanmıyor ve kıyamet gününe iman etmiyor demektir.

Allah-u Teâlâ kimseye karışmamasını sevseydi, Peygamberleri göndermez, insanları İslâm dinine davet etmez, şeriatleri bildirmez ve diğer dinleri yanlış, bozuk olduğunu haber vermezdi. Ve geçmiş peygamberlere inanmıyanları azablara helak eylemezdi. Herkesi kendi haline bırakıp kimseye bir şey emretmez ve inanmıyanlara azab yapmazdı. Allah-u Teâlâ müslümanlara, kâfirler ile cihad etmeyi niçin emreyledi? Halbuki, cihadda kâfirler için eziyet ve ölüm olduğu gibi müslümanlara da vardır.

Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadis-i şeriflerde cihad için ve cihad edenler için ve şehidler için faziletler, meziyyetler ne sebepten bildirildi? Kötü insanlara saldırmak, onlara sıkıntı vermek ve Allah-u Teâlâ'nın bu mahluklarını harab etmek, niçin emrolundu? Ve buna cihad-ı ekber ismi verildi ve Allah-u Teâlâ neden rızasını ve yakınlığını bu cihada bağladı? Nitekim insana, kendi nefsine de düşmanlık etmesini, nefslerin Allah-u Teâlâ'ya düşman olduğunu bildiriyor.

Allah-u Teâlâ niçin nefsleri kendi başına bırakmadı? Demek ki, bunlar, Allah-u Teâlâ'nın düşmanlarıdır. Allah-u Teâlâ düşmanlarından intikam alınmasını istemektedir. Allah-u Teâlâ, nihayetsiz merhametinden dolayı, evvela Peygamberleri, sonra bunların yerine, evliyayı ve ulemayı davetçi gönderdi. Bunların dili ile sevapların ve azablarını bildirerek, özre ve bahaneye yol bırakmadı. Allah-u Teâlâ'nın iradesini ve adetini kimse değiştiremez. Hakikati bilmeyenlerin ve görmeyenlerin sözü ile nizam-ı alem bozulmaz. Allah-u Teâlâ, isteseydi herkesi doğru yola hidayet eder, cennete sokardı. Fakat ezelde cehennemi insanla ve cinle doldurmak istedi.

Allah-u Teâlâ'nın büyüklüğünü anlayan bir kimse, ona sebebini soramaz.

Korkusundan ona kim ağız açabilir; Teslim olmaktan başka ne yapabilir?

Peygamberlere (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tabi' olan, insanları davet etmekte ve emr-i ma'ruf, nehy-i münker etmekte de tabi olur. Bunları yapmayan ona tabi olmuş değildir. Kâfirler Allah-u Teâlâ'nın düşmanı olmasaydı, buğz-i fillah farz olmazdı. İnsanı Allah-u Teâlâ'ya yaklaştıran şeylerin birincisi olmazdı. İmanın tamamlayıcısı olmazdı. Velayetin ele geçmesine ve Allah-u Teâlâ'nın rızasının ve sevgisinin husulüne sebep olmazdı. Peygamberimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "İbadetlerin efdali müslümanları müslüman oldukları için sevmek, kâfirleri, kâfir oldukları için sevmemektir." buyurdu. Allah-u Teâlâ Musa (a.s.) "benim için ne yaptın" diye sorulduğunda, Ya Rabbi! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekat verdim, ismini zikrettim deyince "Ya Musa! namazların sana burhandır. Oruçların cehennemden siperdir. Zekat, kıyamet gününün sıcaklığında seni aydınlatan nurdur. Yani bunların faideleri hep sanadır.

Benim için ne yaptın?" buyurduğunda, Musa (a.s.) — Ya Rabbi! Senin için olan ameli bana bildir! Diye yalvardı. Cenab-ı Hak: "Ya Musa! Dostlarımı benim için sevdin mi ve düşmanlarıma benim için düşmanlık ettin mi?" buyurdu. Musa
(a.s.) da Allah için amelin hubb-i fillah ve buğz-ı fillah olduğunu anladı.
Muhabbet, sevgilinin dostlarını sevmeği, düşmanlarına düşmanlık etmeği icab eder. Bu sevgi ve düşmanlık, sadık olan aşıkların elinde ve iradesinde değildir. Çalışmaksızın zahmet çekmeksizin hasıl olur. Dostun dostları güzel görünüp
ve düşmanları çirkin ve fena görünür. Dünyanın güzel görünüşlerine kapılanlara hasıl olan muhabbet de bunu icab ediyor. Seviyorum diyen bir kimse, sevgilisinin sözünün eri sayılmaz. Buna münafık yani yalancı denir. Şeyhül İslâm Abdullah-i Ensari (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) buyuruyor ki: Ebul Hüseyn bin Sem'un, birgün hocam Husrîyi incitmişti. O andan beri kalbimde ona karşı bir soğukluk duyuyorum. Büyüklerden meşhur olan: "Üstadını incitene darılmaz, gücenmez isen köpek senden daha iyidir" sözünü burada hatırlatmak yerinde olur. Muhabbetin bu iki şartı, Kur'ân-ı Kerim'de ve hadis-i şerifte bildirilmektedir. Bu ayet-i kerimelerden anlaşıldığına göre, Allah-u Teâlâ'nın düşmanlarını sevmek, insanı Allah-u Teâlâ'dan uzaklaştırır. Teberri etmedikçe, tevelli olmaz. Yani düşmanlık etmedikçe dostluk olmaz. Fakat bu rafızîlerin, Şiilerin yaptığı gibi insanı, eshab-ı kiramı sevmemek yolunda saptırılmamalıdır. Çünkü düşmanlık düşmanlara olacaktır. Bunların zannettiği gibi dostlara düşmanlık merduddur.

Sahabe-i kiramın hepsi, Peygamberlerimizin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) huzurlarına, sohbetlerine ve kalbe, ruha şifadan mübarek nazarlarına kavuşmakla şereflendiklerinden, birbirini sever, kâfirlere düşmanlık ederdi. Hepsi Resulullah'ın (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sevgilileri idi.

Bunlardan birine bile düşmanlık, Resulullah'a (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) muhabbetin şartı olabilir mi? Böyle söyleyenleri, sevgi yerine düşmanlıklarını bildirmiş olmuyorlar mı?