Ahlak insanı Şenel İLHAN Beyefendi'nin yakın zamanlarda yaptığı orjinal sohbetlerinden bir tanesini kaleme alarak siz değerli okuyucularımızla paylaşmak istedim. Allah (Celle Celalühü) Kur'an-ı Kerim'de; "Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!" (Bakara, 2/ 155) "Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz." (Muhammed, 47/31) buyuruyor.
Bu ve buna benzer birçok Kur'an ayetinde açıkça görülüyor ki Allah'u Teala insanları, bu dünya hayatında çeşitli sıkıntılara, belalara uğratarak imtihan ediyor. İmtihandan maksat ise insanın gelişimi ve terakkisidir ki bununla ilgili bir hayli ayet ve hadis de var. O zaman, ayet ve hadislerin açık beyanlarıyla eğitim, gelişme ve terakki için dünyaya gelmiş olan insanoğluna bu imtihan âleminde en çok lazım olan ahlak, şüphesiz ki sabır ahlakıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz'e, "İman nedir?" diye sorulduğunda "Sabırdır." buyurmuşlar. [Deylemi] Yine Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "İbadetin başı sabırdır." [Hâkim], "Sabrın imandaki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir." [Deylemi] buyurarak sabrın Müslüman'ın hayatında ne kadar önemli bir yer tuttuğunu ifade etmişler. Demek ki İslam'ın içinden sabrı çekip alırsan geriye bir şey kalmıyor.
"Müminlerin iman açısından en mükemmel olanı, ahlakı en iyi olanıdır." [Buhari, Edeb, 39] hadisine göre ise din, güzel ahlaktan başka bir şey değil. Güzel ahlakların başı ise sabırdır. Hatta güzel ahlakların tamamı sabrın değişik adlar almasından başka bir şey değildir. Mesela, günahlara karşı sabrın adı takva, cimrilikten kurtulmak için gösterilen sabrın adı cömertlik… Zinadan kaçınmak için gösterilen sabır iffet, başa gelen her türlü sıkıntı, bela ve musibetlere sabrın adı rıza… Öfkeyi yenmenin adı hilm… vs. Evet, sabır bir şehrin ana yollarına benziyor. Şehrin trafiğinin yükünü o çekiyor, diğer ahlaklar ise tali yollar gibi... O sebeple sabır nedir ne değildir, iyi öğrenmeli ve niçin sabretmeliyiz mantığını iyi kavramalıyız.
Sabır; nefsi bağlamak, akıl ile duyguları kontrol altında tutmak, duygular devreye girince aklın kontrolü kaybetmemesi demek… Bu tarif ateiste de yetecek bir ders içerir. Çünkü duygulara aklın hâkim olması ona da lazım. Eğer Müslüman'san bu tarifin içine aklın yanına dinin emirlerini de eklersin. O zaman sabır; duyguların her türlüsüne karşı sabretmek, akla ve İslam'a göre yaşamak demek olur.
Sabretmek aktif bir süreçtir. Sabır mazoşistlik değil haktan yana tavır koymaktır. "Allahım, bunu sen istedin ya, ben de senin istediğini istiyorum!" demektir. İnsana isabet eden bir eza, bir cefa, bir bela veya hastalığa şikayet etmeden katlanmanın yanında meşru daire içinde o sıkıntıları aşmak, onlardan kurtulmak için mücadele etmek de sabrın tanımı içindedir. Örnek verecek olursak; hastalanan kişinin hastalığının acılarına katlanması, şikayet etmemesi sabırdır; ama tedavisi için çare araması da gerekir.
Mesela, bir beldeyi düşman istila etse ve oradaki Müslümanlara her türlü işkenceyi, eza ve cefayı reva görse; bir taraftan düşmanın eza ve cefasına katlanırken bir taraftan da bu belanın savuşturulması için her türlü çareye başvurmak sabırdır. Yoksa sabretmek; zillete razı olmak, tecavüzlere, insan şerefini ayaklar altına alan saldırılara katlanmak demek değildir. Böyle durumlardan razı olmamalı ve bunlarla mücadele etmelidir. İnsanın kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması, yine çalışarak karşılayabileceği ihtiyaçlarını yalnız Allah'a havale etmesi sabır değil, acizlik ve tembelliktir. Rasûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem); "Ya Rabbi! Acizlikten ve tembellikten sana sığınırım." [Buhari, Cihad, 25] diye dua etmiştir.
Sabır ahlakı;
1-İbadetleri yapmak için sabır,
2-Günahlardan kaçmak için sabır,
3-Bela ve musibetlere karşı sabır, olmak üzere üç şekilde mütalaa edilir.
Musibetlere sabırdan maksat, Allah'tan yana tavır koyma bilincinin sende yerleşmesidir. Bu anlamda bela ve musibetler, kulda Allah'tan yana tavır koyma bilincini geliştirmek gibi hayırlı bir maksada hizmet ederler. "Sabrediniz" emrinin manası da budur. Sabredince niye sevap alıyorsunuz? "Başınıza gelenleri benden biliyorsunuz ve buna rağmen benim dostluğumu tercih ediyorsunuz." anlamına geldiği için…
Sabrın doruk noktası sabr-ı cemildir. Güzel sabır anlamında peygamberlerin makamıdır. Müminler için ise bir hâldir. Sabr-ı cemil sahibi kişinin hâli şöyledir: Mesela o kişi çok sevdiği bir yakınını kaybetse, bu acı şoku ve duygu yoğunluğu karşısında hemen ilk tepkisi şöyle olur: "Allahım, sen böyle istedin, ben de senin istediğini istiyorum!" Sonra da büyük bir sabır örneği sergileyerek içindeki acısını çevresine yansıtmaz. Rutin olarak yaptığı işlerini yine yapmaya devam eder. Hanımına, çocuklarına farklı davranmaz. Komşusuna selam verir, tebessümünü eksik etmez. Yemeğini yer, namazlarında huşusuna dikkat eder, o gün hiçbir işinde diğer günlerinden farklı değildir ve kendine yapılan yanlışlara da farklı tepki vermez. Bugün benim acım var; bana dokunmayın, üzerime gelmeyin, demez. Yani, kan kussa da kızılcık şerbeti içtim der. Dolayısıyla sabr-ı cemil; bir insanın başına gelebilecek olan her türlü hastalık, ölüm, acı, üzüntü, sıkıntı gibi zor koşullarda aklının başında olması, duyguların onu yıkmasına ve rutin işlerini engellemesine karşı irade ortaya koyarak acıya, üzüntüye teslim olmaması hâlidir. Bir adam düşünün ki o an, içinden büyük bir acı yaşıyor, ama o acıya rağmen dışarıya hiçbir şey aksettirmiyor ve yapması gereken görevlerini yapıyor. İşte o kişi tutkuların tutsağı olmayan şahsiyetli bir adamdır. Evet, duygulara yenilmemekten büyük ahlak yoktur. Üzüntülerin insanı yönetmesi ise bir bakıma deliliktir. Zihnin üç işlevi vardır: akıl, irade, tutku. İnsanda akıl ve irade her zaman ön planda olmalı. Üzüntüye teslim olmadığı gibi tutkuların da esiri olmamalı. Bu konuda sabır ona en büyük yardımcıdır. Mesela, herhangi bir kadına veya herhangi bir günah işe tutsaklık derecesinde bağlanarak aklı ve iradeyi iptal etmek çok kötü, hastalıklı bir durumdur.
Dışarıya keder aksetmezken içerden üzüntünün yaşanması, gözlerin yaşarması, ağlamak gibi duygu boşalmaları sabr-ı cemile engel değildir.
Hazreti Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) oğlu İbrahim'in ölümünde ağladı ve şöyle söyledi: "Bu iş bir Emr-i Hak olmasaydı, vade tamam olmuş bulunmasaydı, sonra gelenler evvel gelenlere katışmaya mahkum olmasaydı, senin ölümüne daha çok mahzun olurduk yavrum."
Bir müddet derin bir sükut hüküm sürdü. Sonra şunları dedi: "Göz yaşarır, kalp mahzun olur. Allah'ın rızasına uygun olandan başka bir söz söyleyemeyiz. Ey İbrahim, seni kaybetme yüzünden derin bir hüzün içindeyiz." Yanındakiler Hazreti Peygamber'in ağladığını görünce bundan kendilerini nehyettiğini hatırlattılar. Onlara şu cevabı verdi: "Ben hüznü nehyetmedim. Bağıra çağıra ağlamayı yasak ettim. Bende gördüğünüz şu yaşlar, kalpteki sevgi ve merhamet eseridir. Kalp yanar, göz yaşarır. Kim ki merhamet göstermezse başkaları da ona merhamet etmez."
Merhametlilerin en merhametlisi olan Rabbimiz, mümin kuluna işkence olsun diye bela vermez. Belalar, sıkıntılar, dertler aslında ilaçtır. İlaçlar ise acıdırlar ama içlerinde şifa taşırlar. Başına dert, bela gelen bir kul isyan ve şikâyet etmeden bir taraftan bu hale sabır göstermeli, diğer taraftan da bu dertlerin içinden dersler çıkarmalı, eğitimi ve manevi gelişimi için bu durumdan faydalanabilmelidir. İmam-ı Rabbani gibi aklını, kalbini maneviyat istila etmiş, hayallerini maneviyat süslemiş büyükler, bela gelmeyince üzülürler ve "Ne oluyor, terakkim kesildi mi, ilerlemem durdu mu yoksa?" derlermiş. "O sebeple iyi şeylere fazla sevinmemeli, kötü gibi görünen şeylere de fazla üzülmemelidir.
Ahiretteki nimetleri düşünerek, bu dünyadaki sıkıntıları ne olursa olsun gözümüzde büyütmemeliyiz. Şuna inanın, dünyada bir ömür boyu en büyük acıları yaşayan bir mümini Cennet'e koyduklarında gördüğü ihtişam ve güzellik karşısında şaşkına dönerek kendi kendine şöyle söylenecek: "Aman kimse duymasın, Cennet'i bedavaya getirdim!"
Şu gerçeği hatırlatarak sohbetimizi bitirelim: İbadetler kişinin müspet benliğini güçlendirmelidir. Yoksa Allah, kullarının ibadetlerinden, günah ve sevaplarından müstağnidir. Yani, O'nun hiçbir kulun ibadetine de övmesine de ihtiyacı yoktur. O sebeple bir kul ibadet yaptıkça ancak kendi benliğini yücelttiğinin, iradesini güçlendirdiğinin bilincinde ve farkında olmalıdır. Allah'ın kulundan razı olması da kulun müspet benliğini yüceltmesi ve Allah'ın onun o halini sevip ondan razı olmasından başka bir şey değildir.
Allah'a emanet olun.