Kur'an ve Hadis Bir Bütündür / Ahmet Tekin

 

Feyz: Son yıllarda, meâl okuma yoluyla Kur’an’ı anlama çabaları toplumumuzda gayet yaygın, böyle bir talep var toplumda ve Kur’an’a ilginin bir göstergesi olarak gözle hissedilebiliyor bu. Bir meâl tefsir yazarı olarak bu çabaların verimli olabilmesi için değerlendirmelerinizi alabilir miyiz, bu meâl okumalarının bir tarzı olmalı mı? 

Bizim üstadlarımızın hepsi meâl demişler ama lafzî tercüme yapmışlar. Halbuki meâl dedikleri kitabın baş tarafına yazdıkları önsöze baktığınız zaman, Kur’an-ı Kerim’in lafzen tercüme edilemeyeceğini açık bir şekilde söylediklerini görürüz. Şimdi, lafzî tercümenin adına meâl denilmesi onu meâl yapmaz. Kur’an-ı Kerim’de ve Arapçada öyle ifadeler var ki -aslında başka dillerde de var, Türkçede de var ama konumuz Arapça olduğu için Arapça üzerinde duruyorum- iki cümle arasındaki veya iki kelime arasındaki bir “fe” edatı ile veya bir ”vav” harfi ile koca bir cümle kastediliyor. Bunlara dikkat edilmezse veya bir cümlede mefhul mahzuf ise -bugün Türkçede “tümleç” diyoruz- bu mahzuf olan ifadeler açığa çıkarılmadan Kur’an meâllendirilmeye çalışıldığı zaman veya lafzî tercüme yapıldığı zaman Kur’an’ın anlaşılması zordur. Zaten anlaşılmıyor, yani lafzen tercüme yapılan ve adına meâl denilen kitaplardan Kur’an doğrudan anlaşılmıyor. Halkımız da buna alışmış, bakıyor oradaki kelimenin karşılığı meâlde var mı, onu aramaya çalışıyor. Halbuki ben öyle yapmadım. Bu meâl çalışmasını yaparken mahzuf cümleleri, bu aradaki bir “fe” edatı veya bir “vav” edatı ile farz edilen cümleleri de açığa çıkararak cümleler arasındaki bağlantıyı tam kurmaya çalıştım. Adına niye tefsirî meâl dedim? Meâl yaptım da… Şimdi halk alışmış böyle kelime kelime karşılığını görerek meâl okumaya. Benim meâlimi gördüğü zaman “Bu adam bunu nereden çıkarmış?” diye ister istemez kafasına bazı şeyler takılacak. Ben de “tefsirî meâl” demek suretiyle kendimi koruma kalkanına aldım. Yani millet önce bir alışsın tefsirî meâle… Zaman zaman yaptığım konuşmalarda, sempozyumlarda, konferanslarda diyorum ki: “Ben buna tefsirî meâl dedim, ama kendimi koruma kalkanına almak için; aslında ben meâl yazdım.” Şimdi bir örnek vereyim: “Âl-i İmran sûresinin 46. ayetinde Hz. İsa ile ilgili “Veyükellimü’n-nâse fi’l-mehdi vekehlen vemine’s-sâlihîn” ifadesi var. Orada Hz. İsa için, “Beşikte de Hz. İsa insanlarla konuşacak, olgunken de konuşacak.” diye mana vermişler. Halbuki o “olgunken” ifadesi mahzuf bir cümlenin hâli ve “Olgunken insanlarla konuştuğu gibi beşikteyken de konuşacak.” manasına gelir. Siz şimdi, oradaki mukadder cümleyi açığa çıkararak yazmazsanız ayet anlaşılmaz. “Beşikte konuşacak”, anladık da “olgunken konuşacak” ifadesinin manası ne? “İnsanlarla olgunluk çağında konuştuğu gibi beşikteyken de konuşacak.” derseniz Kur’an’da anlatılmak istenen mana anlaşılmış olur. Fakat kelime kelime manayı sıralayarak yazmaya çalışırsanız anlaşılmaz. Bir tane daha misal vereyim: Bakara sûresinin 17. ayetinde; “Meselühüm kemeselilleżistevkade nâran felemmâ edâet mâ havlehu żeheba(A)llâhu binûrihim veterakehum fî zulumâtin lâ yübsirûn” cümlesini, burada “Onların hâli ateş yakanın hâli gibidir.” diye manalandırmışlar. Peki ateş yakanla münafıkların benzerliği ne? Hiç kimse gösterememiş!.. Halbuki Hamdi Efendi’nin, tefsirinde üçüncü bir şık olarak zikrettiği bir mana var, çok önemli. “Onların hâli, ateşle bilgi veren kimsenin çevresindeki kuşkucu, kararsız kimselerin hâline benziyor.” demek, o manaya geliyor. Hz. Peygamber ateş yakana benzetiliyor; münafıklar da ateş yakanın çevresindeki kuşkucu, kararsız kimselere benzetiliyor. İşte bu kadar açık yazarsanız bu ayeti anlamış olursunuz veya anlatmış olursunuz. Öteki türlü ise benzerlik yönünü dahi açığa çıkaramayacak şekilde müphem bir cümle ortaya konmuş olur. 

Feyz: Sizin söylediğinizden, Kur’an’ı hakkı ile anlayabilmek için mutlaka tefsirlere de bakmak gerektiğini anlıyoruz…

Şimdi, bir kelimenin birden fazla manası var. Eğer siz doğru tercih yapmazsanız -onlar da belki kelimenin üç beş manasından birini tercih ediyorlar ama- ayet anlaşılmamış olur. Aynen, Kur’an-ı Kerim’de de bu türlü, buna benzer ifadeler var. Mesela, “takva” kelimesini ele alalım; en çok kullanılan, herkesin yakından ilgilendiği bir kelime. “Veka”dan geliyor bu kelime. “Veka” kelimesi “korudu” demek. Bunun meçhulü “vukiye” yani “korundu” demek. Müteaddi bir fiil, meçhul yapıldığı zaman bu manaya geliyor. “İtteka” da “korundu” demek. Şimdi, “vukiye” ile “itteka” arasındaki fark ne? Arapça dilbilgisi kitaplarına baktığınız zaman orada “itteka”nın babının kuruluş sebebi -bu babın kuruluş sebebi- mutavaat için derler. Nedir mutavaat? Bir şeyi benimseyerek kabullenmek, benimseyerek itaat etmek, karşılıklı yani. Birisi kural koyuyor, siz de o kuralı benimsiyorsunuz; o kurala göre kendiniz de bir davranışta bulunuyorsunuz. İşte buna “mutavaat” deniliyor. Şimdi, Allahu Teala Kur’an ile, Hz. Peygamber hadisleri ile korunma esasları koymuş. Yani ilahi emirlere yapışırsanız, Rasûlullah’ın emirlerine yapışırsanız, korunmuş olursunuz. İlahi yasaklardan kaçınırsanız yine korunmuş olursunuz. Muhammed sûresinin 17. ayetinde, “Velleżînehtedev zâdehüm hüden ve âtâhüm takvâhüm” ayeti var. “Doğru yolu kendi istekleriyle tercih edenler veya doğru yolda sebat edenlerin Allah önlerindeki aydınlığı, bilgilerini, hidayetini artırır.” demek. Buradaki “ve âtâhüm takvâhüm”  ifadesini “Onlara takvalarını verir.” diye tefsir etmişler. Halbuki “takva esaslarını verir.” demektir. Nedir takva esasları? İlahi emirlerdir; yani iman etmekten zekat vermeye, hacca gitmeye, haramlardan korunmaya, hepsi bunun içindedir. Takva esasları Kur’an esaslarıdır. Siz bunları dikkate almadan mana vermeye kalkarsanız, takvaya bugünkü gibi “korkma”, “ittekû”ya “korkun, çekinin, sakının” manasını yapıştırmaya çalışırsanız, Kur’an nasıl anlaşılacak? Nereden gelmiş bu peki? Dilde mantık yürütmüşler ve “Korunma korkmayı gerektirir, korkma da korunmayı gerektirir. Biz korunma ya da korkma diyebiliriz.” demişler. Halbuki dilde mantık yürütülmez, kesinlikle yürütülmez. Bizim bir Türkçe hocamız vardı, Allah rahmet eylesin; Nurettin Bekiroğlu. Dilde mantık yürütülmediğini ifade etmek için bir tekerleme söylerdi. “Her isim müsemmasına uygun olsaydı; kazmaya kazan, kazana kızan, iğneye diken, dikene batan demek gerekirdi.” derdi. Dilde konulan mantığı yakalamak lazım, dilde mantık yürütmek kesinlikle doğru değil.

Feyz: Bu güzellikte sunulunca Kur’an daha çok lezzet veriyor, sadece meâl okumalarını aşan bir şey sizin tanımladığınız… 

Buna bir manada tefsirî meâl deniliyor.  bu kitabı dizen -benim zaman zaman yaptığım değişiklikleri veya açıklamaları veya zaman zaman değiştirdiğim ifadeleri bilgisayara geçen- arkadaşımız; “On cilde sığabilecek bir bilgiyi bir cilde nasıl sığdırdın?” dedi. Tabi dolgu cümlelerini aradan çıkararak, gerekli olan ifadeleri yan yana getirerek bu işi çalıştığınız zaman, doğru bir meâl ortaya çıkabilir. Bir de benim meâlimde, -biliyorsunuz sayfa sayfa yapılıyor meâller- bir sayfadaki Türkçe kelime sayısı diğer meâllerdekinin üç katı. Yani nereden çıkıyor bu, kendiliğimden mi uyduruyorum? Hayır, işte Kur’an’daki o mahzuf olan ifadeleri,  takdir edilmesi gereken, düşünülmesi gereken ifadeleri açığa çıkararak yazdığım için bu meydana geliyor. 

Feyz: Kur’an en önemli hüküm kaynağımız, ama sadece Kur’an’dan yola çıkarak dini hayatımızda herşeyi yerli yerine koymak mümkün müdür? Bu okumalar esnasında “Bize sadece Kur’an yeter.” mantığına yenik düşen insanların metot hatalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şuradan girelim bu konuya. Kur’an-ı Kerim’i Allah öyle bir şekilde oluşturmuş ki çok manalı, az kelime ile okuma kolaylığı ve ezberleme kolaylığı sağlamış. Bir kelimenin otuz tane manası var, başka bir kelimenin elli iki tane manası var, en az manası olan kelimenin sekiz tane manası var. Şimdi, eğer siz doğru tercihler yaparak yani mahzufları, mukadderleri açığa çıkararak Kur’an’ı insanlara anlatırsanız, meâllendirirseniz veya benim yaptığım gibi tefsirî meâl nitelikli yazarsanız, Kur’an’daki ayetleri doğrudan hayata geçirmeniz, anlamanız mümkün. Ancak, lafzî tercümelere bakarak Kur’an ayetlerinden bir şey çıkarmaya çalışmak insanları sıkıntıya sokar. İkincisi, Kur’an-ı Kerim Peygamberimiz (sav) tarafından açıklanmış, birçok ayette ve “ve yüallimükümü’l-kitabe” “ve yuallimüke’l-kitabe” gibi ifadeler var. Buraya “Okuma yazmayı öğretir.” anlamı verilmiş. Halbuki “Sana kitaba vukufu öğretiyor.” manasındadır. Kur’an-ı Kerim’de namaz geçiyor, zekat geçiyor. Kur’an-ı Kerim’de namazın vakitleri belli edilmesine rağmen -beş vakit Kur’an’da var- o da dikkatli tercüme edilmediği için açığa çıkarılmamış. Eğer dikkatli tercüme edilse, doğru meâllendirilse, beş vaktin beşinin de Kur’an’da olduğu görülür. Birçok kimse üç vakit var da diğer iki vakit yok gibi ifadeler kullanmışlar. Bunlar var, ben web sayfamda -ahmettekin.net- bunları yazdım. Şimdi, bir kısım ifadeler, öyle kelimeler var ki bunların detaylarının Allah tarafından Hz. Peygamber’e öğretilmesi, Hz Peygamber’in de bize öğretmiş olması lazım. Mesela namazın kaç vakit olduğu Kur’an’da var; ama hangi vakitte kaç rekat kılınacak, nasıl kılınacak, nasıl kıyamda durulacak, nasıl rükûa varılacak, rükûda ne okunulacak, secdede ne okunulacak? Bunların hepsi Hz. Peygamber tarafından açıklanıyor. Yine, Kur’an’da zekat zikrediliyor; ama zekatla ilgili detayları Hz. Peygamber’in sünnetinden öğreniyoruz. Dolayısıyla peygamberlerin kendilerine indirilen kitabı, ümmetlerine açıklaması gerekiyor ve bizim Peygamberimiz de bunu açıklamış. Bunun adı sünnettir, bunun adı hadistir ve hadisler olmadan Kur’an’ın bir kısım hükümlerinin anlatılması da anlaşılması da fevkalade zordur. Ayrıca, Kur’an’daki hükümler kadar hadislerde de hükümler vardır. Bir de “Kur’an, İslam’ın birinci kaynağı, hadisler ise ikinci kaynağı.” diye bir şey yoktur. Kur’an da hadis de İslam’ın birinci kaynağıdır; hadis, Kur’an gibidir. Peygamberimiz (sav) buyuruyor ki: “Kur’an’daki hükümler kadar ben de hükümler koydum.” Bir kısım insanlar Hz. Peygamber’i veya peygamberleri “postacı” durumuna koymak istiyorlar, kesinlikle böyle değil. Eğer ortadan peygamberleri kaldırırsanız ve peygamberlerin tebliğini, teşriini dikkate almazsanız ortada din kalmaz. Kur’an yetmez hâle gelir o zaman. Çünkü Kur’an ile sünnet birbirini tamamlayarak din tamamlanmış oluyor. İmâm-ı Malik diyor ki -nakledilen hadisleri öğrenirken- “Dininizi sıhhatli kaynaklardan alın.” Din dediği şey hadis. Bu fevkalade önemli bir şey. Kur’an-ı Kerim’de Şûrâ sûresinin 52. ayetinde “Vekeżâlike evhaynâ ileyke rûhan min emrinâ mâ kunte tedrî me’l-kitâbu vele’l-îmânu velâkin ce’alnâhu nûran nehdî bihî men neşâu min ibâdinâ…” buyruluyor. Burada Kur’an’ın bir nur olduğu, Allah’ın insanlara o nur vasıtasıyla doğru yolu gösterdiği ifade ediliyor. Arkasından da “…veinneke letehdî ilâ sırâtin mustekîm” “Sen de doğru yolu gösterebilirsin. Sen de hidayet bilgilerini, insanların yolunu aydınlatan bilgileri verebilirsin.” manasına hüküm var.

Bir de Tevbe Sûresi’nin 29. ayetinde “Kâtilülleżîne lâ yu’minûne billâhi velâ bi’l-yevmi’l-âhiri velâ yuharrimûne mâ harramallâhu verasûluhu…” buyruluyor. Şimdi Allah ve Rasûlü’nün haram kıldığını haram saymayanlar, hem Allah’ın haram kıldığını hem de Rasûlü’nün haram kıldığını haram saymamış oluyorlar. Yani, Rasûlullah’ın hüküm koyma, şeriat koyma, kanun koyma yetkisi kesinlikle var. 

Bir de “Veekîmu’s-salâte veâtü’z-zekate veetî’û’r-rasûle…” (Nur, 24/56) ifadeleri var Kur’an-ı Kerîm’de. “Namazı erkânına, şartlarına uygun olarak aşikâre kılın, zekatı verin ve Rasûlullah’a itaat edin.” Burada “Rasûlullah’a itaat ediniz.” ne demek? Niçin namaz ve zekattan hemen sonra zikrediliyor? İşte, Rasûlullah’ın bu konuda koyduğu teşrii hükümlere riayet edin, itaat edin manasına geliyor. Bunlar fevkalade önemli şeyler. Şimdi biz, Rasûlullah ile şu anda muhatab mıyız, içimizde yaşıyor mu? Yaşamıyor… Peki Rasûlullah’a biz nasıl itaat edeceğiz? İşte, sünnetine itaat ederek,  koyduğu hükümleri kabul ederek itaat edeceğiz. Biz Allah ile muhatap mıyız doğrudan? Değiliz, Rasûlü muhataptı. Peki, “Allah’a itaat edin.” diyor. Burada da Kur’an var, O’nunla itaat ediyoruz. Dolayısıyla “Allah’a itaat edin”in arkasında “Rasûle itaat edin” derken, bize çok ciddi bir şey söyleniyor; “Rasûlullah’ın vakıf olduğu, size öğrettiği şeyleri kabullenin, size tebliğ ettiği şeylere itaat edin.” manası var burada, bunlar da önemli şeyler.  

Feyz: O, size ne getirdiyse alın… 

“…vemâ âtâkümü’r-rasûlü fehużûhü vemâ nehâküm ‘anhü fentehû…” (Haşr, 59/7) ayeti de var. Buradaki “âtâ” kelimesi Kur’an-ı Kerîm’de sorumluluk tevdi etmek manasına geliyor, asıl manası o. Bir şeyi vermek manasına da geliyor, yani birçok manalarından birisi de o. Burada, “Rasûlullah’ın size tevdi ettiği sorumlulukları alın.” manasına geldiği gibi, “Size verdiğini alın.” manasına  da geliyor. İşte, ganimetten, beytül maldan vs., size verdiğini de alın manasına geliyor. 

Bir de Müminûn sûresinin 60. ayetinde “Velleżîne yü’tûne mâ âte’v- vekulûbuhüm veciletün ennehüm ilâ rabbihim râci’ûn” ayeti var. Bu ayet,  bundan önceki müminler için önemli olduğu gibi bugünküler için de yarınkiler için de sorumluluk konusunda fevkalade önemli. Bu ayet, “Geçmiş nesillerin size tevdi ettiği emanetleri, sorumlulukları -dini sorumluluklar da var, başka sorumluluk da var tabi- gelecek nesillere aktarmaya devam edenler” manasına geliyor. Bir de “Acaba ben bu sorumluluğu yerine getirdim mi, getirmedim mi endişesi taşıyarak yerine getirenler” manasına geliyor. Bir de bunun ilahi huzurda hesabının verileceği ifade ediliyor. Bunlar da fevkalade önemli şeyler. 

Feyz: Kur’an ahlakı sözünden ne anlıyoruz? Kavramsal olarak kullanılıyor bunlar. Kur’an ahlakıyla ahlaklanmalıyız deniyor… 

Bakınız, Kur’an-ı Kerim’de Kalem sûresinde, “Veinneke le’alâ hulukin ‘azîm” ayeti var, Peygamberimiz için söyleniyor. “Sen yüksek bir ahlakı, büyük bir ahlakı, azametli bir ahlakı öğretmeye, yaşamaya, tebliğ etmeye memursun.” demek. Kur’an ahlakı, Kur’an’ın getirdiği kurallarla insanı ahlaklandırmak manasına geliyor. Bunun içinde sadece ahlaki kural değil, yani savaş kuralları da var. Yani sen azîm bir ahlak üzeresin derken; Peygamber’in insanlara sadece merhametiyle yaptığı muameleler değil, nezaket kuralları değil, savaşı da içine alan ahlaki kuralları, savaş ahlakına da sahip bir ahlak üzere olduğu ve bu ahlakı yaşamaya, öğretmeye, ondan sonra insanlara tebliğ etmeye memur olduğu açıkça ifade ediliyor burada. Bu ayet de eksik anlaşılıyor, Kur’an ahlakıdır diye söylenilerek. Yani sadece toplum içinde yaşanması gereken, uyulması gereken kurallar gibi algılanıyor. Halbuki milletler arası kuralları da içeriyor. O kadar geniş buradaki mana, öyle düşünmek lazım haliyle. Kur’an ahlakının manası, Kur’an’ın getirdiği esasları özümseyerek hayatımıza geçirmek manasına geliyor.

Feyz: Peki, çıkarmış olduğunuz tefsirî meâlin vasfedici özelliklerinden okurlarımıza bahseder misiniz? 

Şimdi bakınız, bu “Lügatlı Kur’an-ı Kerim Meali”ni nasıl hazırladım, Kur’an’ın sayfa sistemini bozmadım, bu önemli. Her iki sayfanın arasına bir yaprak ilave etmek suretiyle, sağdaki sayfanın lügatini sola, soldaki sayfanın lügatini sağa koydum. Bu lügat sayfalarıyla ana sayfaların sayfa numaralarını da aynı yaptım. Siz de baktığınız zaman göreceksiniz… 

Kur’an’ın bütünüyle ilgilenmeyebilirsiniz. Fakat birkaç ayetle, muhtelif sûrelerden 5-10 ayetle ilgilendiğiniz zaman, hemen o metne, o meâle ve o lügate, o ayetlerin lügatine bakmanız mümkün. Lügatlerde alternatif manalar da yazdım. Sonra, bazı kelimeler var ki, 30 manası olan bir kelimenin Kur’an-ı Kerim’de 16 manası kullanılmış. Bu 16 mananın 16’sını da geçtiği yerlerde yazmadım. O geçtiği yerde hangi manası tercih edilmesi gerekiyorsa onu yazdım. Mesela, “âbid” kelimesi bir yerde ibadet eden manasına kullanılıyor, ben de öyle yazdım. Başka bir yerde kölelik eden manasına kullanılıyor, orada da onu yazdım. Yani, niye “âbid”e burada kölelik, diğer yerde ibadet eden yazdık? Çünkü başka bir yerde de “inkar eden” manasına kullanılmış; “İnne fî hâżâ lebelâġan likavmin ‘âbidîn” (Enbiyâ, 21/106) ayetinde olduğu gibi “inkar edenler ve samimi kulluk edenler” manasına kullanılmış; orada da onu yazdım. Şimdi bu lügatte “âbid”e hangi manaları verdiğimi görmek isteyenler “Mu’cemü’l- Müfehres”i önüne açacak o “âbid” kelimesinin geçtiği yerleri görecek ve buradan da bakıp otuz tane manayı toplayabilir. Fakat ben şimdi, bir yere otuz mana yazmaya kalksaydım, otuz mana bu sayfanın yarısını doldurur ve öğretme zorluğu, öğrenme zorluğu ortaya çıkardı. Bu zorluğun önüne geçmek için bu sistemi uyguladım. Bir de lügatte, sülasideki kökleri göstermedim; sebebi de şu: Elimizde artık, lügat eksik değil. Hem Arapçadan Türkçeye hem Türkçeden Arapçaya birçok kimsenin elinde lügat var. Şimdi de on dilde, yani Rusça, Fransızca, Almanca, İngilizce, Arnavutça, Gürcüce, Türkmence, Uygurca, Kazakça, Kırgızca, Azerice gibi dillerde, bu lügatleri yapmak istiyorum. Çünkü İSAM’da, bu saydığım dillerin konuşulduğu ülkelerden gelip doktora yapan, doçentlik çalışması yapan arkadaşlar var. Onlar, “Hocam, bizim, Türkiye’dekilerden daha çok ihtiyacımız var. Türkiye’de bu mesele ala külli hal de olsa biliniyor, bizde hiç bilinmiyor.” dediler. Şimdi, Arapça-Türkçe-Arnavutça, Arapça-Türkçe-Rusça, Arapça-Türkçe-Almanca, lügatleri üzerinde çalışıyorum. Umuyorum ki bu çalışmayla, Almanya’daki dört-beş milyona yaklaşan ve bir kısmı kaybolmaya yüz tutmuş neslimizi koruma imkanı doğmuş olur. 

Feyz Dergisi’nin de vasıtasıyla insanlarımıza duyurulsun, herkes alsın okusun. Kur’an okumak ibadettir. Anlamadan okumak da ibadettir, ama anlayarak okumak daha büyük ibadettir. “...Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9) Kur’an kendisi söylüyor. “Bilerek yapılan işle bilmeyerek yapılan iş bir olur mu? Bilerek yapılan ibadetle bilmeyerek yapılan ibadet bir olur mu?” manası var. Şimdi, Hz. Peygamber’in hanımları eğer bir suç, bir günah işlemiş olsalardı -hâşâ- cezaları iki kat olacaktı… Peki niye? Biliyorlardı da onun için. Yani siz bilerek bir iş yaparsanız sevabınızı, mükâfatınızı da ona göre artıracaksınız.  

Feyz: Çok teşekkür ediyoruz.

Ben de teşekkür ederim.