İnsan Denen Muamma

Tüm insanlar hayatı boyunca "var olma" mücadelesi verirler. İnsanın doğuştan getirdiği en asil duygu; "varlığının alabildiğine farkında olma", "kendini kanıtlama" ve "varlığını sürekli kılma" güdüsüdür. Kariyeri, etiketi, sıfatı, makamı, titri, statüsü ne olursa olsun, genel olarak insan, bütün ömrü boyunca aslında bu temel ihtiyacın tatmini için çabalar durur. Zımnen, çevresindeki insanlara şunu haykırır: "Ey insanlar! Lütfen beni fark edin, bana değer verin, beni sevin, ne olur beni takdir edin, bana saygı gösterin…"

Bu beklentilerin karşılanma yolu; kişiden kişiye, kültürden kültüre, statülere göre farklılık taşıyabilir. Kişi, yeri gelir bu tatmin için zenginliğini kullanır, yeri gelir makamını... Bazen kibir modundadır bu çağrı, bazen de duygu sömürüsü görünümlüdür. Fakat nasıl olursa olsun, sonuçta varlığını kanıtlama derdindedir. Ortak payda, "kendini gerçekleştirme" güdüsüdür.

Çoğu zaman maske takar, insanlardan kaçar. Farkında değildir ama kaçtığı kişi aslında kendisidir. Kompleks tavırlar sergiler.

Kompleksin çok değişik tanımları yapılabilir. "Karmâşık duygular" olarak ifade edilse de aşağılık kompleksi, son kertede kişinin kendisini "yok" hissetmesidir. Doğuştan getirilen "varlık" duygusu ile sonradan arız olan "yokluk" duygusunun çatışması, insan için ciddi problemlere yol açabilir. Bu durum patolojik boyutlara ulaşmışsa tedavi gerektiren bir hâl almış demektir. Nevroz yahut psikoz boyutunda değilse belli dozlarda yararları da söz konusu olabilir aşağılık kompleksinin. Yetersizlik duygusu sayesindedir ki kişi her zaman kendisini geliştirmek, yenilemek isteyecektir. Bu ise dinamizmdir, ilerleme için kamçı demektir. Şayet maraz boyutunda ise, bir ömür boyu huzursuzluk ve mutsuzluk nedeni olacaktır.

Kendisini, bir başka kişi veya topluluk yanında yok hisseden yani aşağılık kompleksi olan insanlar, temelde iki davranış kalıbı geliştirirler: Eğer kişi aktif bir yapıya sahipse ve kendini yok hissediyorsa, bu insanın sergileyeceği davranış parametreleri; yanında komplekse girdiği kişiyi yok sayma, inkar etme, eleştirme, kıskanma, ayağını kaydırma çabaları vs. şeklinde tezahür edecektir. Dolayısıyla onu refüze etmeye, enterne etmeye çalışacaktır. Aksi takdirde kendisi var olamamaktadır. Karşısındaki kişi, kendisine gölge teşkil etmektedir. Onu bir biçimde yok edecektir ki kendisi var olabilsin. Buna "aktif kompleks" diyoruz.

Bir diğer kompleks tezahürü de "pasif kompleks" olarak adlandırılabilecek bir durumdur. Böyle bir yapıya sahip kişi aktif kompleksin aksine, karşısındaki kişiyi pasifize edemediği için kendini pasif kılma yolunu tercih etmektedir. Kendisini kendisi yapan ne gibi değerleri varsa inkar yoluna giderek karşısındakinin tüm değerlerini kendine taşıma yolunu seçmektedir. "kişilik ikamesi" de diyebileceğimiz bu patolojik durum, tam bir "taklit" hâlidir. Kendini kişiliksizleştirerek karşısındakinin kişiliğini giyinmeye çalışmaktadır. Onun değer yargılarını, inancını, niteliklerini vs. kendine taşıyarak var olma psikolojisidir. Sonuçta silik, sönük bir şahsiyet ortaya çıkacaktır.

Böylesi bir tezahür, kişiler için geçerli olduğu gibi, gruplar, topluluklar, hatta milletler için de söz konusu olabilir. Başka bir yazımızda bu konuya kısaca değinmiş, son iki yüz yıllık "batılılaşma" serencamımızın temelinde maalesef bu pasif kompleksin yattığını, kompleksli aydınlarımızı da örnek vererek ifade etmeye çalışmıştık.

Birey, toplum ve milletlerin huzur, refah ve mutluluğu için yukarıda izah etmeye çalıştığımız analizlerin mutlaka bilinmesi zarureti vardır.

Psikolog ve pedagoglar, insan şahsiyetinin, ilkokul öncesi çocukluk döneminin ilk 6-7 yıllık evresinde şekillendiğini ifade etmektedirler. Bu nedenle çocukluk dönemi büyük önem taşımaktadır. Gençlik ve yaşlılık dönemlerinin temeli, bu küçücük yaşlarda atılmaktadır. İnsan ne kadar sağlıklı bir çocukluk dönemi geçirirse, ilerleyen yaşlarda da ruh dünyası o derece sağlıklı olacaktır. Kaotik ve bunalımlı geçen bir çocukluk, önlem alınmazsa maalesef geleceğin de karanlık geçeceğine işaret ediyor demektir.

Bilim adamları; sağlıklı, kişilikli bir çocuk yetiştirmede anahtar kelimenin "sevgi" kavramı olduğunda hemfikirdirler. Sevgi ile yoğrulmuş, beslenmiş bir çocuğun geleceğini tanımlayacak kavram, "özgüven duygusu"dur. Şefkatsiz, sevgisiz büyütülmüş çocukların gelecekten fazla bir beklentisi olmayacaktır. Çocuklukta ne ekilirse yetişkinlikte o hasat edilecektir. Küçüklüğünde sevgi ekilen, büyüdüğünde güzellik biçecek, sevgisiz yetiştirilen çocuklar ise ileride bunalım ve mutsuzluk devşirecektir. Hayatın bumerang kanunu maalesef budur.

Millet olarak istikbale güvenle bakmak istiyorsak "geleceğimiz" dediğimiz çocuklarımızı çok iyi yetiştirmek zorundayız. En büyük yatırım insana yapılan yatırımdır. En değerli varlığımız olan çocuklarımızın sevgi ve şefkat ile, bilgi, görgü ve ahlaki erdemlerle donatılması en temel görevimiz olmalıdır. En az kendimiz kadar ailemiz ve çocuklarımızdan da sorumlu olduğumuz asla unutulmamalıdır.

İnsanlar mutluluğu para, şöhret, makam, marka vb. değerlerde arar hâle gelmişlerdir. Oysa bunlar birer serap, illüzyon konumundaki mevhum varlıklardır. Bedensel zevkleri mutluluk sanmak, çağımızın en büyük yanılgılarındandır. Zevklerin, hazların, mutluluğa belli ölçülerde katkıları olsa da esas itibariyle "mutluluk, ruhun hazzıdır." Ruh, insanda sonsuza açılan kapıyı ifade eder. Sınırlı ve sonlu objeler ancak sınırlı ve sonlu ihtiyaç ve zevkleri tatmin eder.

İnsanın en güçlü güdüsü "ölümsüzlük" duygusudur. Hiç kimse ölümü arzulamaz. Ateist bile olsa herkes aslında âb-ı hayat iksirini aramaktadır. Ölünce hiç olacağını düşünen nihilist bir ateistte bile "ebedilik" arayışları gözlemlersiniz: Kitap yazarlar, sanat eserleri vücuda getirirler; sinema, tiyatro yapıtları ortaya koymak isterler. "Yok olacaksan bıraktığın bunca eser neden?" diye sorsanız vereceği cevap, "adım anılsın, tarihte iz bırakayım…" biçiminde olacaktır. Madem yok olacaksın, tarihin derinliklerinde adın anılsa ne olur anılmasa ne olur? Bunu hiç düşünmezler.

Yine benzer şekilde, dünyada karşılaştıkları haksızlıkların mutlak anlamda pozitif hukuk kurallarıyla çözülemediğini bildikleri ve gördükleri için "Tarih yargılayacak, gerçekleri tarih ortaya çıkaracaktır." gibi garip savunmalarını da gözlemlersiniz. Bütün bunların izahı şudur: Allah (Celle Celalühü) insanın fıtratına ebediyet, sonsuzluk, ölümsüzlük duygusu kodlamıştır. Ateist, fıtratına savaş açan kişidir. Yaratılışta ruh bantlarına kodlanmış bu duygular hiçbir zaman yok olmaz, ancak bastırılır. Bastırılmış duygular ise bir şekilde mutlaka ortaya çıkar: Sanat eserleri vücuda getirerek tarihin derinliklerinde anılma arzusu, "ölümsüzlük" duygusunun dışa vurumudur. Aynı şekilde, mutlak adalet arayışındaki "tarihin yargılaması" beklentisi de İslami terminolojideki "Mahkeme-i Kübra" varlığının ontolojik yansımasından başka bir şey değildir.

Bunların anlatılmasından maksat, kendisini yokluğa mahkûm eden kimsenin, mutluluğu yakalamasının imkânsızlığını ortaya koymak içindir. Şu örnek sanırım konunun anlaşılmasına daha da yardımcı olacaktır: İdam mahkûmu birine, "Yarın sabah idam edileceksin, ancak bu akşam sana en mükellef ziyafet sofrası kurulacak, en şuh kadınlar sana sunulacak." dense, idam edilecek kişi bu teklif karşısında gerçek bir mutluluk duyabilir mi? Önerilenler gerçekleştirildiğinde kuşkusuz bedensel zevk ve hazzı tadacaktır, ama emin olun asla mutlu olamayacaktır. Çünkü yarın öleceğini bilen birinin her ne kadar kadınlarla birlikteyken veya yemek yerken zevk mekanizması çalışsa da mutlu olabilmesi asla söz konusu değildir. Çünkü ölümsüzlülüğünün yarın inkıtaya uğrayacağının biliniyor olması, ruhun hazzı olan mutluluğa kesinlikle imkân vermeyecektir.

Akl-ı selim için dünyanın durumu da aslında bu örnekten farksızdır. Zira herkes ölümlüdür. Öleceğini bilmektedir. Aradaki fark, birinin yarın öleceğini kesinlik boyutunda biliyor olması, diğerinin ise zaman konusunda emin olamamasıdır.

Burada inanan ile inanmayan arasındaki temel fark; inanan kişi için ölüm, bir yokluk değil, bir boyut değiştirmedir. İnançsız için ise "mutlak yokluk"tur. Mutlak yokluğa her geçen gün biraz daha yaklaştığını gören birisi, söyler misiniz nasıl gerçek anlamda mutlu olabilir? Olsa olsa günübirlik yaşayan, koruması gereken değer yargıları bulunmayan, emir-yasak kabul etmeyen, her an isyanda, amaçsız, idealsiz, bohem bir hayat süren kişi konumundadır. Mutluluğu bedensel zevklerde arayıp kendini, sevdiklerini ve dünyayı put edinmektedir.

Don Kişot'un yel değirmenlerine savaş açması gibi herşeyle ve herkesle kavgalıdır. Dıştan bakıldığında cesaret, özgüven gibi yansıyan bu davranışlarının altında, aslında iç dünyasında kopan korkunç yalnızlık ve isyan duygularının dışa vurumu sezilecektir. O kişi aslında kendisiyle kavgalıdır. Kendisiyle kavgalı olan birinin başkalarıyla barışık ve huzurlu olmaya çalışması ise ancak abesle iştigaldir.

Anarşizmin temelinde de bu gerçek yatmaktadır. "Öleceğini bilme gerçekliği"nin getirdiği hırçınlık, öfke, isyan hali, cesaret ve özgüven gibi yansımaktadır. Bilinçaltında yaşadığı kaos ve girdaplar kendisine müthiş ızdırap vermektir. Böyle bir insanın mutlu olabilmesi mümkün müdür? Oysa iman ederek söz konusu bunalımdan kurtulmak, huzuru elde etmek hiç de zor değildir.

İnanmak, aslında çok kolaydır. Komplike, bilimsel deliller sonucunda ancak ulaşılabilen bir keyfiyet değildir. Öyle bir durumda iman, yalnızca bilim adamlarının inhisarında bir şey olurdu ki bu da Allah'ın merhametine uygun düşmezdi. Oysa şöyle gözünüzü çevirip baktığınızda gördüğünüz her zerre Allah'ın varlığına bir delildir. Resim ressamın, nizam nâzımın, eser müessirin delili olması gibi, her varlık da var edenin delilidir. Bunu görmek ve bilmek için filozof olmak gerekmez. Vicdanlar, bütün duruluk ve saflığıyla bunu sezer ve hisseder. Bu mazhariyet, bir yanılsama değil hakikatin ta kendisidir. Her ne kadar "mutlak saadet" böylesi ulvi duyguların bir tezahürü olarak ortaya çıksa da dünyevi anlamda mutlu olabilmenin başkaca kriterleri de söz konusu olabilmektedir.
İktisatta "azalan marjinal fayda" denilen bir kanun vardır. Bu kanuna göre, diyelim ki siz çok açsınız ve elinizde bir miktar yiyecek bulunmaktadır. Yuttuğunuz ilk lokmanın faydası, dolayısıyla sağlayacağı mutluluk maksimumdur. Aldığınız her yeni lokma ile elde edeceğiniz fayda ve mutluluk gittikçe azalacaktır. Bu durum doyuncaya kadar böyledir. Belli bir seviyeye geldikten yani doyduktan sonraki her lokma size negatif etki yapacak, belki de kusmaya doğru götürecektir.
Bir kimsenin evi olmadığını varsayalım. Onu temin edinceye kadar tatlı bir telaş ve çalışma içerisinde bulunacaktır. Birikimi, ihtiyacını karşılamaya yetecek hâle gelip ev sahibi olduğunda o kişi, dünyanın en mutlu insanı olacaktır.

İktisat kanunları da esas itibariyle sonuçta sünnetullah dediğimiz ilahi yasalardır. Azalan marjinal fayda kanununun bize verdiği mesaj, insanların mutluluğu ile ihtiyaçlarının karşılanması arasında bir illiyetin söz konusu olduğu gerçeğidir. İhtiyaçlar giderildikçe insanlar mutlu olmaktadır, ama bir yere kadar. Sınır aşıldığı takdirde kanun tersinden çalışmakta, bu sefer mutsuzluğun yolu açılmaktadır.

Buradan hareketle şöyle bir mutluluk tanımı yapılabilir: "Mutluluk; zaruri ihtiyaçların karşılanma, mutsuzluk ise ihtiyaçsızlaşma düzeyidir." Burada paradoks gibi gözüken gerçekten ilginç bir durum söz konusudur. İnsanların ihtiyaçları azaldıkça uğrunda efor sergileyecekleri, mücadele verecekleri bir "değer" kalmamakta, bunun sonucunda kendilerine yapay uğraşlar, ihtiyaçlar edinmektedirler. Hayat monoton, sıradan ve rutin bir hâl almaktadır. Bu panoramayı, azalan marjinal fayda kanunundaki kusma olgusuyla karşılaştırabilirsiniz: Doyumdan sonraki her çaba negatif etki nedenidir. Bunun sosyal hayattaki yansıması "değerler erozyonu" olarak karşımıza çıkmaktadır. Herşey kararında ve kıvamında güzeldir. Limitler zorlandığında birtakım komplikasyonlar oluşabilmektedir.

Allah (Celle Celalühü) insanları, her an bir ihtiyacı olacak biçimde yaratmıştır. Bu ihtiyaç maddi veya manevi boyutta olabilir. İhtiyaçlarının karşılanmasına matuf her eylem ve söylem, insan için niyetine göre amel veya ibadet şeklinde tezahür edebilir. Hedefine ulaşıncaya kadarki tüm çalışmalar, cehd ve gayretler o kişi için bir mutluluk egzersizidir. İhtiyaçlar çalışma, çalışmalar da mutluluk vesiledir. Tersi bir durum mutsuzluk nedenidir.

Ne enteresandır ki her türlü ihtiyacı karşılanan dünya çapındaki birçok ünlü starın intiharı seçmesi gerçekten ilginç bir durumdur. Para, şöhret, cinsellik vb. yönlerden doyuma ulaşan insanlar, sırf değişiklik olsun diye farklı zevklere, sapkınlıklara yönelmekte: homoseksüellik, lezbiyenlik, fetişizm, hedonizm, nihilizm, "new age" akımlar gibi arayışlara sürüklenmek... Bu hâl, sahip oldukları nimetlere teşekkür etmesini bilmeyen insanlara karşı kurulmuş bir tuzaktır, Allah'ın mekridir.

Kendisini herşeyden müstağni addeden insan, mutsuzluk anaforuna kapılmaktan kendisini kurtaramaz. Şükürden uzak her türlü tatmin ve ihtiyaçsızlık, kişinin azgınlık ve şımarıklığını tetiklemekten öteye bir sonuç doğurmaz. İnsan her zaman kendisini, Yaratan'ına karşı muhtaç hissetmek durumundadır. Fıtratı, hilkati bu şekilde dizayn edilmiştir. Kulluk kalitesi de bu sırra mebnidir. İhtiyaçsız olan yegâne varlık Yüce Allah'tır. Çünkü O Samed'dir: Hiçbir şeye muhtaç olmayan, aksine herşeyin kendisine muhtaç olduğu Zat'tır.