Kadının, erkeği yumuşatan, temizleyen, onu şefkat, sevgi ve merhamet gibi güzel duygularla dolduran başka bir hususiyeti daha vardır. Çok eskiden beri var olagelen bir kanaate göre, erkek ilahi aşka kadın sayesinde ulaşır. Evvela kadına âşık olan erkeğin ruhu hassaslaşır, kalbi yumuşar, zihni saflaşır ve daha evvel idrak edemediği yüksek ve kutsal gerçekleri kavrar hâle gelir. Böylece kadın aşkının mecazi olduğunu, bunun bir de hakikisinin bulunduğunu, onun da Allah aşkından ibaret olduğunu anlar. O halde mecazi aşk denen kadın aşkı, erkekler için bir ufuk, manevi bir basamak olabilir. İnsan ilahi aşka böyle alışır ve onunla tanışır. Sûfiler buna “ebced aşkı” derler. Küçük çocuk nasıl önce Kur’an alfabesini (ebcedi, elif cüzünü) okur, sonra Kur’an’a geçerse, insanlar da önce mecazi aşkı yaşar, sonra ilahi aşka geçerler; mecazi aşk geçmek içindir, kalmak için değil. Nitekim mecaz hakikate geçişi sağlayan bir köprüdür, denilmiştir.
İlk sûfilerden Fudayl b. İyaz eşkiyalık yaptığı sırada bir kadına âşık olmuş, sonra yaptıklarına pişman olup zühd ve tasavvuf yolunu tutmuştu (Attâr, 129). Fudayl’ı ilahi aşkı kabule hazırlayan, bu aşk macerası olmuştu. Abdullah b. Mübarek de bir cariyeye âşık olup onu çılgınca sevdikten sonra velilik mertebesine ulaşmış ve keramet sahibi olmuştu (Attâr, 246). Ünlü sûfi Ebû Hafs Haddâd’ın tasavvufa intisâb etmesine de bir cariyeye olan aşkı sebep olmuştu (Attâr, s. 391). Diğer taraftan bazı ses sanatkârı rakkaseler (müganniye ve mut ribeler) bu sanatlarını icra ederken intibaha gelmiş, tasavvufa yönelmişler, ehlullahın ve evliyanın arasına girmişlerdi. Tuhfe ve Râbia (bk. Câmî, s. 616) bunlardan İdi.
Benzeri aşk menkıbeleri ermiş hanımlar hakkında da anlatılır. Duhter-i Kâ’b (Kâ’b’ın kızı) diye tanınan bir hanım kendi kölesine âşık olmuştu. Tasavvuf büyüklerinin anlattıklarına göre, bu hanım sözleri ve şiirleriyle aslında ilahi aşkı terennüm etmiştir. (Câmî, 703) Bu örnekte de beşeri aşkla ilahi aşk birbirlerine bağlanmaktadır.
Bazen bir kişi tasavvuf yoluna girer, ama daha sonra bir kadına veya cariyeye âşık olur ve bu yoldan uzaklaşır; ama sonra daha güçlü bir biçimde ilahi aşka döner. “Ariflerin güzel yüze ve hoş sadaya ihtiyaçları vardır.” diyen Ruzbıhan Baklî, bir ses sanatkârı cariyeye âşık olmuş, evvelce Allah aşkından âhu vah ederken bu defa kadın aşkından âhu vah etmeye başlamış. Hâlinin yanlış anlaşılmaması için durumu çevresindekilere açıklamış. Hırkasını çıkarıp atmış, muganniye hanımın meclislerine devam etmiş. Evliyaullahtan büyük bir zatın abayı kendisine yaktığını öğrenen cariye tövbekar olup Baklî’nin sohbetine devama başlamış. Netice olarak, kadına duyduğu muhabbet de bu ermiş zatın gönlünden silinip gitmişti.
(Câmî, s. 300)
Bu örnek de beşeri aşkla ilahi aşkın ne kadar birbirine yakın, hatta iç içe olduğunu gösterir. Abid, zâhid ve veli olduğu ifade edilen, Şeyh-i San’an diye tanınan Abdurrezzak’ın, bir papazın kızına âşık olması da böyledir. (Ayrıca bkz. Câmî, Nefehâtü’l-Üns, 427).
Beşeri aşktan ilahi aşka geçişin bir başka şekli de şöyledir: Bir insan bir kıza veya kadına âşık olur. Onun için yanar tutuşur, ah vah eder. Hicran hâlini sona erdirip vuslat hâline ermek için her türlü fedakârlığa katlanır, aklı başında bir insanın yapamayacağı sıkıntılara girer ve onun için adı deliye çıkar. Sonra sevdiği kadından çok, aşkının daha önemli ve değerli olduğunu fark ederek gönlündeki aşka yönelir. Sevgiliden ayrı ve uzak kalmanın aşkını kamçıladığını ve sevgi ateşini körüklediğini anladığından, sevdiği kadına kavuşmayı istemez. Buradan bir sıçrama yaparak ilahi aşk alanına atlar. Beşeri ve mecazi aşkı, ilahi ve hakiki aşka dönüşür. “Leylam, Leylam!” derken, “Mevlam, Mevlam!” demeye başlayan Mecnun’un aşkı böyledir. Bu tür menkıbeler de erkeği ilahi aşk alanına kadının taşıdığını göstermesi bakımından önemlidir.
Mecnûn ve Leyla aşkının tersi durumlar da vardır ve bu durumlarda kadını ilahi aşk alanına taşıyan erkektir. Nitekim Züleyha, Hz. Yusuf’a tutulur ama aşkına karşılık bulamaz. Zamanla Hz. Yusuf, Züleyha’ya âşık olur; ama bu sefer de Züleyha artık beşeri aşk köprüsünden geçip ilahi aşk sahasına ulaştığından, dönüp Hz. Yusuf’a bakmaz bile. Şöyle der Züleyha: “Seni, O’nu tanımadan önce seviyordum. Şimdi ise O’nun sevgisi başka sevgiye yer bırakmadı.” (bk. Kû tu’l-Kulûb, II, 103; Câmî, Heftevrenk, Tahran, 1337).
Görüldüğü gibi erkeğin kadın sayesinde yaşadığı aşkın benzerini kadın, erkek aracılığıyla yaşar.
Uzri ve afif denilen bir aşk türü daha vardır ki buna platonik aşk da demek mümkündür. Esas itibariyle beşeri nitelikte olan bu temiz ve saf aşka da tasavvufta büyük önem verilir.
Yukarıda anlatılan hususlar sebebiyle tasavvufta ilahi aşk ile beşeri aşk o kadar birbirine girmiş ve girift bir hâle gelmiştir ki Hâfız-ı Şirâzi ve Fuzûli gibi büyük şairlerin beşeri aşkı mı, yoksa ilahi aşkı mı tasvir ettiklerini edebiyat uzmanları bile bazen ayırt edemez.
İbn Arabî’nin Allah’a duyduğu sevgiyi, Rekînuddin’in kızı Nizam’a hitaben söylediği şiirlerle terennüm ettiği, Tercümânu’l-Eşvak’ın bu şiirleri ihtiva ettiği bilinmektedir. İbn Fâriz de meşhur Taiye’sinde ve Hamriye’sinde Allah’a olan aşkını dile getirirken, sevgilisine müennes ifadelerle hitab etmektedir. Bütün bunlar, erkeğin esin kaynağının kadın olduğunu, en güzel şiirleri ve besteleri kadınların erkeklere ilham ettiklerini gösterir. Kadın, nefs-i mülhimedir âdeta, erkekler için ilham perisidir.
Şa’rânî, el-Bahru’l-Mevrûd’da (Kahire, 1308, s.281) diyor ki: “Alımlı ve edalı bir dilberle evlendiğiniz zaman amacınız şehvet olmasın; maksadınız, onu yaratanın tecellilerini onda temaşa etmek olsun. Onu böyle seyrederseniz tarifi imkânsız bir haz alırsınız. Bu, Allah’la olmanızı da sağlar. Bunu gerçekleştirebilenin büyük meblağlar ödeyerek güzel kadınlar almasında bir sakınca yoktur; hatta ona bunu yapması emredilir. Zira nimet ve haz arttıkça şükür ve sevap da artar. Böyle bir dilberin kara gözlerine, uzun kirpiklerine, gül yanaklarına ve al dudaklarına, servi boyuna baktıkça Allah’a şükreden kul daha çok sevap kazanır. Hayvanlarda da var olan şehvet alanının ötesine geçmeyenler, bu sözlerin anlamını kavrayamazlar.”
“Hayrı, güzel yüzlülerde arayınız.” (Aclûnî, 1,136).