Prof. Dr. Mehmet Akif Aydın ile Osmanlı Üzerine Söyleşi

Feyz: Efendim, Osmanlı İmparatorluğu'nun sulh ve sulh için gittiği coğrafyalar geçen yüzyıl ve hala bu yüzyıl da dâhil olmak üzere kan ve gözyaşının hâkim olduğu bir coğrafya. Yeniden bütün dünyada eski sulh dönemlerine dair araştırma ve ciddi bir özlem başladı. Hele ki, son zamanlarda Osmanlının hangi idari anlayış çerçevesinde oraları sulh içinde idare ettiği hususunu fark ettiler. Osmanlı sulhu ve adaletine dair düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Prof. Dr. Mehmet Akif Aydın: Osmanlı devleti gerçekten hem İslam tarihinde hem Türk tarihinde çok büyük bir coğrafyaya yayılması ve çok uzun ömürlü olmasıyla dikkati çeken bir devletti. Ne Türk tarihinde ne İslam tarihinde Osmanlı kadar uzun yaşamış bir devletimiz yok. Bu bakımdan Osmanlı devletinin hem büyümesi hem de uzun süre kalmasının incelenmesi mutlaka yararlı. Tabi bir devletin büyümesini sağlayan dinamiklerle uzun yaşamasını sağlayan dinamikler farklı olmaktadır. Yani mesela bir devletin büyümesi her şeyden evvel büyük bir nüfus gücüne bağlıdır. Gelişmiş bir orduya, askeri bir güce bağlıdır. Lojistik bir desteğe bağlıdır, ekonomik bir güçle ilgilidir. Bunları sağlamadan, bir devletin büyük bir coğrafyaya hâkim olması mümkün değildir. Fakat bu imkânlar, bu güçler bu büyük devleti uzun süre tek başına ayakta tutmaya yetmez. Bunun tarihte birçok örnekleri vardır. Yani bu imkânı sağlamış, büyümüş fakat aynı hızla küçülmüş birçok devlet örneği vardır.

Bunların belli başlılarından birisi, bildiğiniz gibi İskender'in yapmış olduğu fetih hareketidir. Hakikatten Makedonyalı İskender çok kısa bir süre zarfında çok zor gerçekleştirilecek bir coğrafyaya yayılmıştır ama İskender'den sonra da aynı hızla küçülmüştür. Dolayısıyla Osmanlı devletinin büyümesi son derece önemli. Tarihçiler bunların sebepleri üzerinde uzun uzun durmuşlardır ama bunun kadar veya bundan daha önemli olan, 925 sene bu coğrafyada ayakta kalmasıdır. Aslında tarihçiler Osmanlı devletinin neden bu kadar büyüdüğünü, nasıl büyüdüğünü de tartışmışlardır. O konuya da kısa bir temas edeyim. Tabii Türk milleti harpçi bir millet, ta Orta Asya'dan itibaren hakikaten bu özellikleriyle dikkati çeken, idari özellikleri ile dikkati çeken bir millet; bu bir gerçek...

Abbasi halifesi Me'mun zamanında, kardeşi 3000 kadar Türk paralı askeri Bağdat'a getirdi. Bu 3000 asker çok kısa bir zaman içerisinde büyüyerek Abbasi devletine hâkim oldu. Enteresandır Ortadoğu'da kurulan ilk Türk devleti, Selçukluların Anadolu'ya girmesinden öncedir. Tolunoğulları Devleti, kayıt edildiği gibi onu takip eden İşitoğuları da yine bir Türk devletidir. Mısır'da, bizim şu anda yönetimimiz altında olmayan Mısır'da, Selçukluların Anadolu'ya girmesinden önce müstakil bağımsız devletler ve Abbasi hilafetine yarı bağımlı devletler kurmuşlardır. Şimdi bildiğiniz üzere Osmanlı devleti Anadolu Selçuklu devletinin bakiyesidir. Beyliklerden kurulmuştur, beyliklerden birisi olarak ortaya çıkmıştır. Tarihçiler bunu hep tartışırlar. Neden diğer beylikler Anadolu da büyümedi de, Osmanlı devleti şairin dediği gibi "aşiretten bir imparatorluk çıkardı." Bu konuda iki önemli tez vardır. Bunlardan birisi Fuat Köprülü'ye ait tezdir. Modern tarihçiler tabii bu iki tezi de birleştirmektedirler.

Köprülü, Moğol istilasının Osmanlı Devleti'nin büyümesinin en önemli sebebi olduğunu, çünkü Moğol istilasından kaçan Türk boylarının Anadolu'ya akın akın geldiklerini ve dolayısıyla Osmanlı beyliğinin büyümesi için gerekli olan nüfus zenginliğini sağladıklarını söylemektedir. Gerçekten de büyük millet olmak için büyük bir nüfusa sahip olmak gerekmektedir. Bu yüzden büyük Ermenistan, büyük İsrail, megalo idea gibi hayallerde oluşan büyüklükler nüfus hareketleriyle desteklenmediği için gerçek hayata taşınması zor olan veya gerçekleşmemiş olan ideallerdir. Köprülü tezinin önemli bir gerçeklik payı vardır fakat Avusturyalı tarihçi Paul Wittek'in buna mukabil başka bir tezi var. Modern tarihçiler bu iki tezin de etkili olduğunu söylemektedirler.

O da Osmanlıların o ilk dönemlerindeki gaza düşüncesine bunu bağlamaktadır. Türkler Müslümanlığı yeni kabul etmiştir ki; bir dini yeni kabul eden guruplar, kabilelerde olduğu gibi çok büyük bir arzuyla bu dine bağlanmışlardır ve Bizans hududunda bir boy, uç beylik kurulunca, bu yeni dini yeni ülkelere ulaştırmak büyük bir arzu olarak durmaktadır. Bu yüzden Anadolu içlerinde büyümeyi değil, -zaten Anadolu belli ölçüde Türkleşmiş ve Müslümanlaşmıştı- Batı'da, İslam'ın ulaşmadığı topraklarda büyümeyi tercih etmişlerdir. Bu düşünce de Anadolu'daki boy beyliklerinden birçok aynı arzuyu taşıyan ve Müslüman olmaları çok da eskiye dayanmayan yeni mücahitlerin, gazilerin Osmanlı topraklarına göç etmesi sonucunu doğurmuş ve bu düşüncedir ki, Osmanlı beyliğini diğer beyliklerden ayrılmıştır diyor. İşte bunu çeşitli argümanlarla birleştiriyor. Argümanlardan birisi Osmanlı beylerinin gaziliği en önemli bir sıfat olarak taşımış olmasıdır.

Hala bugün Osman Gazi, Orhan Gazi, Murat Hüdavendigar Gazi diye duymaktayız. 

Osmanlı Sulhu

Osmanlı devletinin büyümesinin şöyle enteresan bir tarafı da var. Tarihte var olan büyük devletler umumiyetle homojen bir topluluğa dayanmakta ve bu topluluk etrafında yavaş yavaş imparatorluk oluşmakta ve heterojen bir yapı devreye girmektedir. Yerleşik milletler, her zaman büyük imparatorluklar kurmuştur. Yerleşik milletlerde hanedanlar değişmekte fakat o halk yerleşik topraklar üzerinde yaşamaya devam etmektedirler. Büyük Roma İmparatorluğu İtalya'da doğmuştur. Latinlerin hâkimiyetleriyle sonradan heterojen bir yapıya bürünmüştür. Osmanlı devleti, bunun aksine bir gelişme büyüme çizgisi göstermektedir. Gerçekten her ne kadar Anadolu önemli ölçüde Türkleşmiş ise de, Osmanlı, Anadolu ve Rumeli'de aynı ölçüde büyümüştür. Büyümesi ile birlikte hemen başlangıçtan itibaren farklı dinleri, kültürleri, etnik yapıları kendi bünyesinde toplamıştır.

Bir Türk devleti bir Türk hâkimiyeti vardır. Ama mesela bir Sasani imparatorluğu veya bir Cermen imparatorluğu veya bir Roma imparatorluğu gibi çok uzun bir süre homojen bir millet, bir misaki hudut üzerinde büyümemiştir. Yani bakın, Ürgüp'ün, Osmanlı hâkimiyetine geçmesi İstanbul'un fethinden öncedir. Anadolu'daki bir çok şehir -aslında Türk şehirlerinin, Türkleşmiş olan şehirlerin- Osmanlı hâkimiyetine girmeden, Balkanlardaki -Sofya gibi, Üsküp gibi, Filibe gibi, Atina gibi, Selanik gibi- bir çok farklı kültürleri, dinleri, dilleri barındıran milletlerin yaşadığı şehirler, Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Öyle bir coğrafyaya -bu çok önemli bir noktadır; homojen bir yapı yoktur-Osmanlıların damgalarını vurmaları ve bu coğrafyada altı asır ayakta kalmaları son derece önemlidir. Çünkü Balkanlarda Bulgarlar var, Sırplar var, Arnavutlar var, Romenler var, Hırvatlar var, Rumlar var…

En az 6 tane farklı etnik yapı var. Ortodokslar var, Katolikler var, daha sonra Protestanlar da ortaya çıkıyor. Farklı mezhepler var, farklı dinler var. Böyle heterojen bir yapıyı idare etmek, huzur, sükun içinde yönetmek gerçekten çok zor. Aynı şeyi Ortadoğu için de düşünebiliriz. Yani bir Lübnan'ın karmaşıklığını ele alın; aynı şey belli ölçüde Doğu Anadolu için de söz konusudur. Gürcüler var, Ermeniler var, Kürtler var, Türkler var, Çerkezler var, Araplar var. Yani istediğiniz kadar bu sayıyı çoğaltabilirsiniz. Bu karmaşık yapı içersinde Osmanlı'nın gösterdiği bu yönetim becerisi, Osmanlı'nın hayata soktuğu dinamikler, mutlaka üzerinde durulması gereken önemli konulardır.Ben, Osmanlı'nın bu kadar uzun yaşamasının temelinde yönetim becerisini ve hukuk uygulamasını, hukuk anlayışını görmekteyim. Bu bakımdan gerçekten Osmanlı sulhu bugün daha çok dikkati çeken bir konudur. Pax Otomana gibi…

Osmanlılar bu problemli coğrafyayı altı asır yönetmişlerdir. İşte mutlaka bunun sebeplerini, dinamiklerini aramamız mutlaka gerekmektedir. Garip ve hazindir; bizde tarih kitaplarıyla tarih öğretimi, daha çok Osmanlı'nın askeri hareketlerini inceler. Sosyal yapısını veya dini yapısını ele almaz -bu bir fetih hareketidir veya onunla ilgili anlaşmalardır- o yüzden de lisedeki hayatımız tarihle pek barışık olmayarak geçmiştir. Karlofça anlaşmasının maddeleriyle Pasarofça anlaşmasının birbirine benzeyen maddelerini ezberlemeye çalışınca tarihten de kopuk bir nesil ortaya çıkardık. Bu hakikaten bizim eğitim sistemimizin bir problemidir. Şimdi bir devletin uzun bir süre yaşamasının sebeplerini şöyle belli başlı bir şekilde sıralayabiliriz. Osmanlı devleti geçmiş İslam devletlerini çok iyi incelemiştir. Ve bundan çok iyi dersler çıkarmıştır. Hem merkezi yönetim hem padişahlık idaresi, saltanat değişikliği, divan-ı hümayun, merkezi yönetimle taşra yönetimi arasındaki irtibatlar, bunlar, geçmiş İslam devletlerinden edinilen tecrübeler çok iyi incelendiğinde gerçekten Osmanlıya has bir yönetim şeması modeli ortaya konduğu ve bu modelin Osmanlının ayakta kalmasında etkili olduğunu söyleyebiliriz. 

Osmanlı Adaleti ve Hukuk Sistemi

Tabiatıyla bir de adil bir düzen kurmuş olması, adil bir hukuk sistemi uygulaması gerçekleştirmiş olması… Gerçekten İslam dünyasında adaletin son derece önemli bir yeri vardır. Ta Hz. Peygamber'den itibaren bu konu üzerinde çok durulmuştur. Bütün İslam hükümdarları bu konuda belli bir titizlik göstermişlerdir. Biz bu titizliğin, Osmanlı yönetimi tarafından da gösterildiğini biliyoruz.
Burada bir şundan bahsedebiliriz herkese yani bütün tebaya gösterdiği adaletli bir yaklaşım tarzı var. Osmanlı kadıyı, hâkimi bürokrasinin merkezine yerleştirmiştir yani küçük yerleşim birimlerinde kadıdan başka merkezi otoriteyi temsil eden daha üstün bir kimse yok. Büyük yerlerde beylerbeyi vardır. Fakat küçük yerlerde kadı merkezdedir. Kadı, bugün sadece hâkimlerin yaptığı görevleri yapan bir kimse değildir. Bugün kaymakamların ve belediye başkanlarının yaptığı görevleri, noterlerin yaptığı kimi görevleri de Osmanlı devleti kadıya yaptırmıştır. Bu iki şeyi sağlamıştır; birincisi, bürokrasi az insanla çalışmıştır.

Gerçekten Osmanlı devletinin başarısında biraz bunun da payı vardır. Yani bürokrasinin masrafı fazla değildir. Osmanlı devletini, çağdaşı imparatorluklarla karşılaştırdığımızda, Osmanlı bürokrasisinde çalışan memur sayısı çağdaş imparatorlukların üçte biri civarındadır. Bu, personeli idareli kullanma, ekonomik kullanma prensibinin bir sonucudur. İkincisi; hukuk adamını merkeze yerleştirmiştir. Böylece idare ettiği insanların hakkaniyet içersinde yönetilmesini, ezilmemesini sağlamıştır. Bu konuda kadıya büyük yetkiler vermektedir. Beylerbeyinin olduğu yerlerde bile, kadıların yazışmaları beylerbeyi aracılığıyla değil, merkezle doğrudan yapılırdı. Yani kadılar hiç bir zaman bürokrasinin yönetimi altında veya kontrolü altında olmamıştır. Tam tersine bürokrasi, buna beylerbeyi de dâhil kadıların denetim ve kontrolü altındadır. Bu son derece önemlidir. Şimdi Osmanlı kanunnamelerine bakarsanız, çok teknik bilgilerle sizi sıkmak istemiyorum ama, Osmanlı yönetiminin en orijinal taraflarından birisi halktan toplanılacak olan vergilerin, -halkın istifadesine sunulmuş olan arazilerin ki, bunlara mîri arazi denir- tâbi olduğu esasların, asayişi ihlal edecek suç işleyen kişilere verilecek cezaların, bu kanunnamedeki hükümlerle ayrıntılarıyla tespit edilmiş olmasıdır. Bugün de öyle geçmişte de öyledir.

Hukuk hâkimiyeti veya kanun hâkimiyeti adaletin sağlanmasında son derece önemlidir. Hukukun üstünlüğü önemlidir, hukukun üstünlüğünün olabilmesi için hukuk kurallarının belirgin ve belirleyici olması esastır. Eğer ortada yazılı hukuk kuralları yoksa keyfilik kapıda hazır bekliyor demektir. Osmanlılar baştan itibaren -bu son derece önemlidir- gerek kadıların gerek kamu yöneticilerinin tâbi oldukları hukukî, idarî ve malî esasları bütün ayrıntılarıyla belirlemeyi esas prensip edinmişlerdir. Bu neyi sağlamaktadır; herşeyin hukuk mevzuatı çerçevesinde uygulanmasını sağlamaktadır. Yani mesela bir bölgede vergi toplanılacağı zaman, bu vergi mutlaka bugünkü tabirle kadı marifeti adı altında toplanılmaktadır. Sipahi, kadının bilgisi olmaksızın kesinlikle vergi toplama yetkisine sahip değildir. Tüm inzibâti işler kadının marifeti içersindedir. Çarşı ve pazarların denetimi kadının marifeti altındadır, yani kadı Osmanlı devletinde son derece önemlidir ve herhangi bir usulsüzlük durumunda Osmanlı merkez yönetimi ilk önce kadıya hitap etmekte ve usulsüzlüğün düzeltilmesi için kadıyı devreye sokmaktadır. Bu bakımdan kanunnamelerin ta başından itibaren yayınlanması, halka duyurulması son derece önemlidir.

Yeni bir kanunname çıktığı zaman Osmanlı uygulamasında bu bütün kaza ve sancak merkezlerine gönderilir; bu kanunnameler bir pazar meydanında okunurdu. Açıkça ilan edilir ve sonradan halka bu kanunname metninin bir suretinin çok cüzi bir miktar karşılığında mahkemeden temin edilebileceği ilan edilirdi. Adaletnamelerde vardır, yani "kanunnameyi pazaryerinde ilan edesin ve isteyen de mahkemeden bunu cüzi bir ücret -zaten mahkeme kâtipleri de böyle bir şey için Allah Allah diyor- karşılığında edinebile." Çünkü halk eğer kanunnameye aykırı bir uygulama varsa bunu ancak kanunnameden öğrenebilmekte ve hakkını aramaktadır. Bu yüzden Osmanlı yönetiminde çeşitli bölgelerde mahalli idareciler bir zulüm, bir haksızlık yaptıkları zaman Müslüman olsun gayrı Müslim olsun Osmanlı vatandaşının, tebaasının ilk başvurduğu çare, merkezî yönetime başvurmaktı. Bize kanunnamemizi gönderin ki, bizden vergileri doğru mu topluyor bu adamlar, bizi cezalandırıyorlar hukuka uygun mu bunu bilelim... Kanunnamenin kenarında şöyle bir not vardır; "Bu kanunname reayayı ehli örfün zulmünden kurtarmak için hazırlanmıştır." Şimdi bakın her dönemde kamu yöneticilerinin vatandaşa karşı muamelesi problemlidir. Vatandaşın birbiriyle hukuki ihtilafı problemli değildir. İkisi de güçsüzdür, devlet o ikisini sulh eder. Taraflardan biri güçlü ise o zaman problem başlar. Yani güçlü insana karşı güçsüzü korumak, adalet o zaman ortaya çıkar. Şimdi Avrupa insan hakları mahkemesine her taraftan başvuruyorlar, bu mahkemeye gelen davaların taraflarından birisi kimdir; devlettir. Diğeri sade vatandaştır. Yani gidersiniz ülkeyi dava edersiniz, İngiliz vatandaşı İngiliz'i dava eder, Fransız vatandaşı Fransa'yı dava eder; niye?

Çünkü Avrupa çerçevesinde bir ideal olarak da olsa burada korunmaya muhtaç olan vatandaştır, bu her zaman böyle olmuştur. Kamu otoritesini elinde tutanlar her zaman bu otoriteyi şahısları için kullanabilmişlerdir. Bunun her devlette, her dönemde az veya çok örnekleri vardır. Osmanlı bu örneklerin az olması için gereken tedbirleri almıştır. Osmanlı adaleti bu yüzden önemlidir. Yani vatandaş, haklarının yendiğini düşündüğü zaman önce kanunnameye bakmakta, hakkı yenmiş mi gerçekten, yenmişse bu defa kadıya baş vurmakta, kadı hakkını alamıyorsa, divan-ı hümayuna başvurmaktadır. Böyle bir sistem kurmuş Osmanlı. Şimdi mesela kadıya başvuruyorsunuz, kadıya başvururken kadıyı da kontrol edecek bir sistem kurulmuş. Nasıl o, her bölgede medreseler var, medreselerde müderrisler var, müderrislerin en önemli bilgi alanı ve öğretim alanı İslam hukukudur yani fıkıh... Osmanlı uygulaması ve İslam tarihindeki uygulama genelde şöyledir. Mahkemeye giderken acaba meselenin hukuki yönü nedir diye gider bir de müftüye danışırsınız. Müftüye dersiniz ki; komşum benim bahçeme bahçesini sularken bahçeme su taşırdı, tecavüz etti, benim bahçe duvarımı yıktı, bunu tazmin edebilir miyim? Burada komşu suçlu mudur, suyu doğru bağlamış mı, bağlamamış mı? Müftünün vazifesi bu değildir. Müftü anlatılana göre sonucu belirler. İslam hukuk tarihinde de Zeyd, Amr gibi anonim isimler vardır. "Eğer Zeyd bahçesini sularken gerekli tedbirleri almamış, suyu taşırmış, bu da komşunun bahçesinde mahsule zarar vermişse, komşunun mahsulünü tazmin etmek zorunda mıdır?

El cevap: Allah'u âlem zorundadır" der. Şimdi bu hukuki cevabı aldıktan sonra mahkemeye başvurur, tazminat ister. Kadı adil de davranabilir, duygusal sebeplerle haksızlık da yapabilir. Bunun olması mümkün, insanoğlu her dönemde insanoğludur. İç dinamikler, ahlaki etik davranışlar etkili olur, olmaz, bunlar değişir. Şimdi eğer mahkeme fetvaya göre hüküm vermemişse, bunun iki sebebi vardır. Ya müftüden fetvayı alan kimsenin anlattığı gibi olay cereyan etmemiştir. Kadı onu araştırmak zorunda, ya da öyle cereyan etmiştir, kadı hak vermiştir. Bu durumda kadı hak yemiştir. Şimdi bunu en iyi davanın tarafları bilir. İşte mahkeme eğer hakkını yemişse, davacı veya davalı, divan-ı hümayuna -en üst mahkemedir- başvurma hakkına da sahiptir.

Bütün yerli ve yabancı araştırmacıların fikir birliği ettiği bir konu vardır Osmanlı devletinde rüşvetin, adam kayırmanın, haksızlığın olmadığı bir mahkeme varsa, o da divan-ı hümayundur. Bu bakımdan son derece önemlidir. Osmanlı tebaası kendi bizzat gelerek ya vekil göndererek veya yazılı olarak divan-ı hümayuna kadıyı, beylerbeyini, subaşıyı, sipahiyi şikayet eder ve haklı ise hakkını alır.

Osmanlı devleti arşivinde yüz elli milyon belge vardır. Bu divan-ı hümayundaki yargılamalarla ilgili çok ayrıntılı bilgilere sahibiz. Burada şunu görüyoruz ki, gerçekten hakkı yenenler, divan-ı hümayuna veya padişaha serbestçe başvurma hakkına sahip olmuşlardır. Yahudi bir araştırmacı diyor ki; "Erzurum'da bir köylü beylerbeyi bize zulüm ediyor, haksızlık yapıyor diye Divan-ı Hümayun'a gidip şikâyette bulunmuş." Şimdi güzel bir yorum yapıyor diyor ki, burada beylerbeyini Divan-ı Hümayun hesaba çekmiştir ve kendisini cezalandırmıştır. Bu bizim için önemli değil, muhtemelen onu cezalandırmıştır. Burada önemli olan Erzurum gibi payitahta çok uzak olan bir bölgede bir alelade köylünün, bölgedeki en büyük mülkî ve askerî amiri şikâyet etme cesaretini kendinde bulmasıdır. Yani reaya, hiç aklına getirmiyor ben bunu şikâyet edersem beni burada kim kurtaracak, benim burnumdan getirir diye kesinlikle böyle bir korkuya sahip olmuyor. Bence bu verdiği karardan daha önemli diyor. Gerçekten de önemlidir. Nasıl başvururlardı divan-ı hümayuna? En çok başvurulan usul, padişah cuma günü umumiyetle saraydan çıkar, kendi yaptırdığı camii de cuma namazı kılar, buna "cuma selamlığına çıkma" denirdi. Cuma selamlığına çıkarken yolun iki tarafında insanlar padişahı, askerlerini, yeniçerilerini temaşa için toplanırlar. İşte o sırada görevli memurlar dilekçe toplardı. Dilekçe toplar, şikayetler padişaha ulaştırılır, padişah bunu sadrazamına havale eder, Rumeli kadı askerine havale eder ve padişah dava sonuçlarını da tek tek dinlerdi. Bununla ilgili bir çok kayıt var. Anlaşılıyor ki, bu cuma selamlığı son derece kalabalık geçiyor yani çok büyük bir insan topluluğu var. Tabii o gün televizyon yok, o yok bu yok, insanlar biraz da eğlenceye muhtaç, bazen dilekçelerin ilgili memura ulaşmasında problem çıkıyor. İşte o zaman küçük hasırlar var, böyle bir gelenek oluşmuş, adam küçük hasırı yakıyor, o bir küçük duman çıkarır. Bir yerde dumanın çıkması padişaha ulaşması bende padişaha ulaşması gereken dilekçe var anlamına geliyor. Hasırın dumanını gören yetkililer dilekçeyi hemen toplardı. Osmanlı mahkemelerinde yargılanma sırasında zaman zaman tarafların kadıyı tehdit ettiğini görüyoruz.

Bu; "Kadı efendi davana dikkat edesin, hasır yakarım ha!" demekti. Bu yüzden hakikaten Osmanlı yönetiminde kadıların dikkat etmeleri için böyle söylerlerdi. Tabi zaman zaman problemli yargılamalar mutlaka olmuştur. Ama kadılar genel olarak adil yargılamaya önem vermişlerdir. Müftüler kendilerini kontrol etme imkânına sahiptiler. Yargılama açık olurdu. Yargılamanın açık olduğuna dair şahitlik eden insanlar olurdu ve bunlar mahkeme defterine kaydedilirdi. Hakkı yenen kimse de divan-ı hümayuna her zaman ulaşabilirdi. Yani bölge kadısının gerek kendisinin -kadıların verdiği haksız kararlardan biz sorumlu olduğunu biliyoruz- gerekse mahallindeki kamu yönetimlerinin, merkeze bildirmediği zaman sorumlu olduğunu biliyoruz. Çünkü eğer haksızlık varsa Osmanlı merkez yönetimi ilk önce kadıyı hesaba çekiyor, "sen buradasın bunu niye bize bildirmedin" diyordu. Bu yüzden adaletnamelerde kadılara yönelik çok ağır ifadeler vardır."Haksızlıklara dikkat edesin, bize bildiresin ki, hakkından gel, gelelim, yoksa siz muhatap olursunuz" diyordu. Bu nokta son derece önemlidir. Bu sistemin uzun zaman Osmanlı yönetiminde işlediğini söylemek yanlış olmaz. Şimdi burada üzerinde durmamız gereken bir konu daha var. Osmanlı yönetimi altındaki gayri müslimlerin durumu. 

Gayr-i Müslimlerin Durumu

Osmanlı biraz önce ifade ettiğim gibi çok erken dönemden itibaren gayri müslim unsurları –bunların da oranları hayli yüksektir- bünyesinde taşımıştır. İstanbul'un fethinden sonra bu yoğunluk daha fazla artmıştır. Yani dönemlere göre farklılık var ama mesela gayri müslimlerin Osmanlılardaki oranı bir çok dönemde üçte birden daha fazladır. İşte Osmanlı burada, farklı kültür ve dinden, inançtan insanlara davranışıyla da Pax Ottomana'nın, Osmanlı sulhunun hayata geçirilmesinde çok etkin bir rol oynamıştır. Şimdi biraz önce söyledim. Gerçekten Osmanlıların Balkanlara yayılışı kolay olmuştur. Balkanlarda Osmanlı yönetimine karşı -bu son aşırı milliyetçilik hareketlerinin, ulus devletlerinin ortaya çıktığı dönemleri istisna edecek olursak- gayrı müslim unsurlar uzun asırlar hiç bir isyan hareketinde bulunmamışlardır. Çünkü gerçekten iyi bir yönetim altında yaşamışlar ve haksızlıklara karşı korunmuşlardır. Mesela gayri Müslimlere din ve vicdan hürriyeti sağlanmıştır. İstanbul'un fethiyle, Fatih'in Rum patriği tayin ettiği bir genelgesi var. Tabii Fatih İstanbul'u feth ettiğinde çok akıllı bir politika olarak Ortodoksların Katoliklerle birleşmesini engellemiştir. Tabiatıyla onlara hoş görülü davranmıştır. İstanbul'daki mallarını mülklerini korumaları için imkân tanımıştır ve inançlarını muhafaza etmelerinin -yani istediği gibi inanırlar, inandığı gibi yaşarlar, nesillerine öğretirler ve istiyorlarsa belli alanda kendi hukuklarına tabii olma hakkını tanımıştır- önünü açmıştır. Bu sayededir ki Osmanlı yönetimi altında bulunan gayri Müslimler başka topraklara göç etme lüzumu hissetmemişlerdir. Bu nokta önemlidir. Mesela Yahudi haham başı olarak tayin ettiği Moise Kapsali ve başka hahamların o sırada Avrupa'da çeşitli sıkıntılara maruz kalan Yahudilere gönderdikleri mektupları biz gördük.

Özellikle ispanya'da Endülüs hâkimiyeti sona erdiği zaman sadece Müslümanlar değil Yahudiler de eziyet görmüşlerdir. Bunlar Fatih döneminde, ondan sonraki ikinci Beyazıt döneminde çok yoğun bir biçimde Osmanlı topraklarına göç etmişler ve gerçekten Osmanlı sulhundan yararlanmışlardır.

Şimdi bir berat verildiği biliniyor -tarihi kayıtlarda böyle bilgiler var- ama o beratı yani Ortodoks Rum patrikhanesinin yetkilerine, sahip olduğu hürriyete dair bir berat verdiği tarihi belgelerde zikr ediliyor- ama onun metni bugüne kadar gelmiş değil, ama çok da önemli değil. Niye? Galata Cenevizlerine Fatih'in verdiği berat var. Orda açık bir biçimde kimsenin zorla Müslüman yapılmayacağı, kiliselerin camiye çevrilmeyeceği, ayinlerine ibadetlerine karışılmayacağı belirtilmektedir. Metropolitlik beratı var, bu metropolitlik beratında da Hıristiyan din adamlarının İstanbul'un fethinden önce Bizans döneminde hangi hak ve imtiyazlara sahipseler aynı imtiyazları koruyacaklarını belirtmektedir. Bir yabancı tarihçi demektedir ki; "Fatih'in metropolitlere tanıdığı hak ve imtiyazlar Bizans imparatorlarının tanıdığından daha az değildir." Bu sebeple de gayri müslimler gerçekten Osmanlı tarihi boyunca inançlarını muhafaza etmişlerdir, dillerini muhafaza etmişlerdir, kültürlerini muhafaza etmişlerdir. Şimdi hakikaten zaman zaman zihnimizde dolaşır, -telaffuz edenlerimiz var- keşke Osmanlı bir asimilasyon programı izleseydi de şu 400 sene çok fazlasıyla yeterdi, Üsküp mesela 400 sene Osmanlı yönetiminde kalmıştır, Balkanlarda hiç bir problem yaşamazdık. Onların hepsi Türkçe konuşurdu. Bugün hepsi Müslüman olurdu- telaffuz ederiz ama Osmanlı, gerçekten İslam da böyle bir şeyi talep etmemektedir, böyle bir politika izlememiştir. Bir arkadaşım bir toplantıda; "O zaman Yugoslavya vardı. Ben Yugoslavca konuşuyordum" diyor. Bir Rus geldi, biraz latife yollu kızdırmak için; "Niye hala Osmanlılarla konuşuyorsun bu adamlar sizi sömürdüler asırlarca dedim" diyor. Yugoslav dedi ki diyor; "İyi ki onlar sömürdü, siz sömürseydiniz şimdi Rusça konuşuyor olacaktık." Cezayir de enteresan bir durum var. Bir Cezayirli Necip Fazıl'a "Siz Osmanlılar bizi sömürdünüz" diyor. Üstad ona cevaben diyor ki; "Eğer Osmanlılar sizi sömürmüş olsaydı, sen bu cümleyi bana Fransızca değil Türkçe kuruyor olacaktın." Son derece önemli. 400 sene…

Balkanlardan çekildiğimiz zaman Bulgarca konuşan Bulgarlar vardı. Sırpça konuşan Sırplar vardı. Hırvatça konuşan Hırvatlar, Arnavutça konuşan Arnavutlar vardı. Rumca konuşan Rumlar vardı. Ayrıca kendilerine ait kiliseleri vardı. Bu gerçekten bugün bile birçok milletin devletin çok konuştuğu, fakat hayata geçiremediği bir hoşgörüdür. Bir uygulama biçimidir. Yani böyle bir coğrafyada Osmanlı devletinin uzun sene problemsiz yaşamasının sırrı da buradadır. Şimdi gayri müslimlerle ilgili şöyle bir şey de var. Gayri müslimler tabiatıyla Osmanlı hukukuna tabidirler. Ancak dini kuralların ağırlıkta olduğu -bu evlenme boşanma gibi önemlidir. Bu Yahudi hukukunda da önemlidir. Yahudi hukukuna göre evlenmemiş veya boşanmamış bir insanın nesebi geçersizdir. Osmanlı mahkemelerinde boşanmak hiç bir şey ifade etmez bir Yahudi için. Yahudiler için aynı şey, katolikler için de geçerlidir- alanlarda Osmanlılar daha önceki İslam devletlerine bakarak gayri Müslimlere kendi mahkemelerine gitme ve kendi hukuklarını uygulama imkanı vermiştir. Bunlara biz "cemaat mahkemesi" diyoruz. Hıristiyanlar, işte Ortodokslar, Rum patrikhanesine, Ermeni ise Ermeni Gregoryan Kilisesinde, Yahudi iseler hahambaşına başvurmakta; kilise hukunun veya Yahudi hukukunun uygulanmasını talep etme hakları vardır. Osmanlı onlara bu imkânı tanımıştır fakat enteresandır bu konuda gayri müslimler özellikle Hıristiyanlar; Yahudiler de var, zaman zaman Osmanlı mahkemesini tercih ettiklerini görüyoruz. Bunun bir kaç sebebi var. Birincisi Osmanlı mahkemesinin harçları çok daha düşük, kilisenin topladığı mahkeme harçları çok daha yüksek. Osmanlı vatandaşı, tebaası mahkemeye başvurduğu zaman, ta Yıldırım'dan itibaren davanın türüne göre bir harç öder, bu harcın miktarı da kanunnamelerde belirtilmiştir. Mesela nikah harcı 15.yüzyılda 12 akçedir.. 12 akçe ödeyeceksiniz, mahkeme ya da sizin nikahınızı kıyacak hakime… -bu zat kendisi veya mahalledeki en büyük caminin imamına nikah kıyması için izin kağıdı verecek (izinname)- bu harç, cemaat mahkemelerinde çok yüksektir.

İslam hukukunun bazı imkânları gayri müslimler için daha avantajlıdır. Ayrıca Osmanlı mahkemelerinin adaletine daha çok güvenmektedirler. Bu sebeple gayri müslimlerin özellikle Osmanlı mahkemelerini bu konularda da tercih ettiklerini görüyoruz.

Bugün elimizde mahkeme defterleri var. Biz şimdi İslam Araştırmaları Merkezi olarak bu mahkeme defterlerini neşretmek üzere aldık. İstanbul deyince diyar-ı selase, üç şehirden ibarettir: Üsküdar, Eyüp ve Suriçi dediğimiz Fatih semtinden ibarettir. Biz Üsküdar bir numaralı defteri neşrettik, inşallah her 10 yıldan birer defter seçerek Üsküdar'ın bir asrını neşredeceğiz. Galata, Eyüp ve sur içi İstanbul'dan da 10'ar defteri çevireceğiz. Böylece 16. asrın yarısıyla 17. asrın defterleri Osmanlı'nın bir asrını ortaya çıkacak. Gerçekten burada gayri müslimlerin bir çok davalarında, evlenme boşanma ihtilaflarında, miras konularında Osmanlı mahkemesini tercih ettiklerini görmekteyiz. Bugünki araştırmacılar da gerçekten Osmanlı yönetiminin bu başarısını Osmanlı hukukçuların bu tarafsız yönetimini, zaman zaman tespit etmektedirler. Artık kayıtlara girmiştir. Mesela yakınlarda bir kitap neşredildi. "Osmanlı yönetimi altında Rumeli" diye. Bir Bulgar tarihçi Osmanlı kadısına tabi Osmanlı yönetiminin, kamu yöneticilerin zaman zaman halka iyi muamele etmediğini belirtiyor. Fakat Osmanlı kadısını Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesine engel olmaya çalışan Bizanslı Romalı valiye benzetiyor. Osmanlı kadısı diyor; kamu yöneticilerine karşı Bulgar Hıristiyanlarını hep kollamıştır. Bir örnek vereyim. Enteresandır…

Rumeli Beylerbeyi Faik Paşa bir Bulgar vatandaşını yargılama olmadan cezalandırmak istedi. Kadı "Ben daha yargılamadım, cezalandıramazsın" diyor. Beylerbeyi dinlemiyor, adamı idam ediyor. Sofya kadısı tedirgin oluyor. Çünkü sonradan nasıl olsa intikal eder bu, divan-ı hümayuna. O zaman kadı da hesap verir. Hemen atladığı gibi atına, soluğu İstanbul divanında alır. Faik Paşayı, Rumeli Beylerbeyini şikayet ediyor. Rumeli Beylerbeyi Osmanlı bürokrasisindeki en üst adam, onun üstünde vezirler var. Yani Rumelindeki mülki ve askeri amir...

Beylerbeyi apar topar İstanbul'a çağrıldı, suçlu bulundu ve idam edildi. Bir Bulgar Hıristiyan köylünün hakkını yediği, ona zulmettiği için Beylerbeyi idam edildi, Sofya kadısı da terfi ettirildi. Rumeli Beylerbeyinin merkezi Filibe'dir. Filibe kadısı yaptılar.

Söylediğim gibi 625 yılı değerlendirdiğimizde elbette hukuk uygulamakta zaman zaman problemler karşımıza çıkar. Meslektaşımız Osmanlı devletinde rüşvet, özellikle adli rüşvet 625 yıldaki arşivlere geçmiş rüşvet kayıtlarını toplayarak, Osmanlı adaletini "rüşvetçi" diye göstermiş ise de, mesela bir Yahudi tarihçi Haim Gerber buna karşı çıkmakta. Bu fevkalade yanlıştır. 625 yılda elbette onlarca rüşvet vakası bulabilirsiniz ama şikâyet defterlerine bakarsanız Osmanlı vatandaş ve tebası'nın en az şikâyet ettiği insan Osmanlı kadısıdır; rüşvet vakaları da sınırlıdır diye karşı çıkmaktadır.

Aslında Osmanlı sulhunun gerçekleşmesinde Osmanlı yönetiminin merkezinde bulunan kadının hakikaten adalet konusunda çok dikkatli davrandığı ve bu konuda merkezi yönetimin de her zaman dikkatli olduğu görülmektedir. Yeni araştırmalar, belli ölçüde başbakanlık arşivinde çıkan kayıtlardan yapılacak istatistikle, önümüzdeki yıllarda Osmanlı sulhunun ve barışının dinamiklerini daha iyi ortaya koyacaktır.

Konuyla ilgili sorularınız olursa durum, daha iyi ortaya çıkacaktır.

Feyz: Efendim, bu bahsettiğiniz hususlar genelde klasik Osmanlıya ait, anladığım kadarıyla Tanzimatla birlikte bunda önemli değişiklikler oldu. Tanzimattaki değişikliği normal bir değişim olarak görüyor musunuz? Daha iyisi olabilir miydi?

Prof. Dr. Mehmet Akif Aydın: Bazıları bunu söylüyorlar. Şimdi şöyle ifade edeyim tabiatıyla Osmanlıyı anlatırken hasta adam olarak nitelendiği dönemi göz önüne alarak anlatmamız doğru olmaz. Aliço büyük pehlivandı derken 70 yaşındaki Aliço'yu anlatmıyoruz. En mükemmel dönemini anlatıyoruz. Ama burada şu nokta önemli; bu dönem ne kadar sürmüştür? Bu dönem çok uzun sürmüştür. Aksi halde bu devlet bu kadar uzun yaşamazdı. Yani 625 sene bu kadar farklı bir kültürlerin, farklı etnik yapıların, problemlerin olduğu bir coğrafyada 625 sene yaşamış olması zaten Osmanlı sulhunu sağlayan dinamiklerin uzun süre var olduğunu, ayakta olduğunu gösterir. Son devre gelince tabi son devir ayrıca ele alınması gerekir. Osmanlı 19. asrı, imparatorluğun gerçekten en uzun yüzyılıdır. Tabi Osmanlı aslında sanayi inkılabını gerçekleştiremedi. Yani sanayi inkılâbı bizim dışımızda gerçekleşti. Sanayi inkılabının bizim dışımızda gerçekleşmesi, ister istemez Osmanlının bu inkılabı başlangıçta iyiye yorumlamaması gibi bir sonuç doğurdu. Onun doğurduğu gelişmelere Osmanlı gerektiği gibi ayak uyduramadı.

Yoksa Osmanlı son dönemde bile yönetim olarak çok kötü değildi. Ama tabi dünya değişiyor, bu değişen dünyadan siz de etkileniyorsunuz. Bir defa ekonomisi bozuluyor, ipek yolu eski gücünü kaybediyor. Sanayi, endüstri devrimi gerçekleşmemiş, bunun doğurduğu olumsuz etkiler var. Tarım toplumları sanayi toplumlarına dönüşüyor, şehirleşme var. Bunlar çok çeşitli değişiklikler, aynı zamanda çok farklı problemler meydana getiriyor. Buna Osmanlı o dönemde tam olarak cevap verememiştir. Tabiatıyla İbn-i Haldun'u burada anmak gerekiyor. Bütün medeniyetlerin de bir ömrü var. Bütün devletlerin belli bir ömrü var. Bu ömrü ilânihaye devam ettirmek şimdiye kadar hiç bir devlete nasip olmadı.

Ama Osmanlı da kendisi bugünü görebilseydi kendisi küçülebilseydi.. bunu beklemek de çok zor. Biz bugün geçmişe bakarak bu değerlendirmeyi yapıyoruz. Kendisi küçülebilseydi daha büyük bir toprak parçası elimizde kalırdı, daha homojen olurdu. Biz şimdi suyun çekilmesi gibi, Orta doğu ve Balkanlardan çekilirken geride büyük veya küçük gölcükler bıraktık; doğrusu bize, insanımıza bizim gösterdiğimiz hoşgörü gösterilmedi. Balkanlar bunun tipik örneğidir. Mesela son Bosna Hersek olayında Sırpların en önem verdikleri şey şudur: Osmanlı kültür eserlerini ortadan kaldırmak…

Amerika'da Harward fotoğraf direktörünün bir konferansını dinlemiştim. O, Saraybosna'da nasıl, kültürün yok edildiğini anlatıyor fotoğraflarla… 

Anlatırken şöyle bir anekdot nakletti dedi ki; Sırp topçusu oteli bombalayınca bu otel Saraybosna'da yabancı gazetecilerin, televizyoncuların kaldığı oteldir; bunlar protesto ediyorlar.

Diyorlar ki; "bizim burada kaldığımızı biliyorsunuz, bizi niye bombalıyorsunuz?" Sırplar özür diliyor; "Yanlışlıkla oldu biz aslında orada Hacı Hüsrev mahallesini bombalayacaktık, yanlışlıkla bomba size düştü." diyor ve onun üzerine fotoğraf direktörü şu beyanatı yaptı:  "Sırp topçusunun en önemli hedefi, Osmanlı kültür kalıplarını, mirasını ortadan kaldırmaktı." Maalesef böyle bir şey var. Osmanlının etnik ve Türk unsurlar hâkimdi ama Osmancı ulus devlet değildi. Tabiatıyla Osmanlının Müslüman unsurlara farklı bir bakışı vardı. Gayri müslimlere bakışından farklı bir bakışı vardı ama gayri müslimleri asimile etmek, dinlerini ortadan kaldırmak gibi bir hedefi yoktu.

Bu bakımdan elbette Osmanlı coğrafyasını 600 sene bir arada tutan dinamiklerden ben sadece hukuk yönünü anlattım. Burada belli ölçüde inanç birliği var, kültür birliği var, müşterek idealler hedefler var. Bunların göz önüne alınması, bugün çektiğimiz, bildiğimiz birçok problemi çözmeye daha fazla yardımcı olur...