Herhangi bir olay veya soru karşısında Rasûlullahın tavrı konusunda değişik görüşler vardır. Mesela Ebû Dâvud'da şöyle bir rivâyet yer alır: "Bana vahiy indirilmeyen konularda, ben de aranızda ancak re'yim ile hüküm veriyorum." Bu rivâyetin Rasûlullahın içtihat ettiğini, bütün sözlerinin vahiy olmadığını ve dinde re'yine caiz olduğunu ispat sadedinde "hadis olarak üretildiğini" düşünüyoruz. Vahiy gelmeyen konularda Rasulullahın nasıl davrandığıyla ilgili olarak üç görüş ortaya çıkmıştır.
Bunlar:
1. İctihâd ederdi. İmam Malik, İmam Şafii, Ahmet bin Hanbel, hadis ehli ve alimlerin çoğu bu görüşü savunurlar.
2. İctihâd yetkisi yoktu: Sünnetin tamamınını vahiy oldu-ğunu savunanların görüşüdür. Ebû Ali el-Cübbâî (ö. 303/915), oğlu Ebû Hâşim el-Cübbâî (ö. 321/933), İbn Hazm (ö. 456/ 1063) bu görüşü savunmuştur.
3. Bu konuda susanlar. Meselâ Kadı Ebû Bekir Bakıllânî (ö. 403/1012) ve İmam Gazali bu konuda susmayı tercih etmiştir.
Bu üçünden bizim hiç tereddüt etmeden tercih edeceğimiz görüş, hiç şüphesiz birinci, yani onun bu durumlarda ictihad ettiği görüşüdür. İmam-ı Az'am, İmam Şâfiî veya bir başka âli-min onun tebliğ ettiği din hususunda içtihat etme yetkisi olup da vahye mazhar olan o yüce Rasûlün içtihat edememesi, bir durum veya sözle karşılaştığında, vahyin gelmediği durumlar-da susup cevap vermemesi, kabul edilir bir davranış değildir. Zaten tatbikat da onun bu gibi durumlarda vahyi beklediği, vahiy gelmediğinde içtihat ettiği, hattâ bâzen içtihadının İlâhî irâdeye uymadığı ve bu yüzden düzeltildiği şeklindedir. Nitekim Hanefî âlimlerden Serahsî, bu konuda çok güzel bir açıklama yapmıştır.
Bu açıklama özetle şöyledir: İçtihada baş vurma, vahiy olmadığı zaman, zaruret halinde olur. Bu durumda Rasûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), kendisine sürekli vahiy geldiği için, kıbleye yönelme konusunda Mekke'de yaşayan ve Kâbe'yi gören kimse gibidir. Kıble istikametinin araştırılması ancak Mekke'den uzakta olanlar için gereklidir. Bunun gibi, Rasûlullah da sürekli vahye mazhar olduğu için, hemen içti-haddan başlayamaz. Vahyi bekler, ondan umudunu kestiği anda kendi görüş ve içtihadıyla hareket etme durumunda idi. Nitekim ümmetten bir müçtehit de içtihat yapmadan önce Kitaba ve sünnete baş vurmak zorundadır.
Bu, yolculukta olup da yanında su bulunmayan kimsenin hâline de benzer. Bu kimse eğer su bulabileceğini ümit ediyor-sa, hemen teyemmüm yapmaz, bir müddet su arar; eğer su bulabilme ümidi kesilirse, bu durumda artık su ile uğraşmadan vaz geçer ve teyemmüm yapar. Rasûlullah, su bulabilme ümidi taşıyan yolcunun hali gibidir. Çünkü ona vahiy kapısı açıktır ve her an vahiy gelebilir. Ümmetin müçtehitleri ise su bulabilme ümidi taşımayan yolculara benzerler. Bunların vahiy gelir diye beklemelerinin bir anlamı olmaz. Ancak önce Kitaba, sonra sünnete baş vururlar. Burada bir hüküm bulamadıklarında bunlara uygun olarak içtihat ederler.
Rasûlullahın beklemesi için belirli bir vakit yoktur. İşin önceliğine göre, vahiyden ümidini kesmiş olması, hareket etmesi için yeterlidir.
Meselâ Peygamberimiz Ruh hakkında sorulan bir suâle cevap vermemiş, vahyi beklemişti. Havle bint-i Sa'lebe'nin sorusu üzerine vahyi beklemiş, sonunda vahiy gelmişti.
Rasûlullahın kendisine yöneltilen soru karşısında cevap vermeyip vahyi beklediği konusunda daha bir çok misâl vardır.
Bâzı tespitlere göre, Rasûlullah, usûl ve esaslara âit meselelerde, umumâ ait politikanın önemli meselelerinde vahyi beklemiş; tafsilatla ilgili ve aslı daha önce bildirilmiş olan konularda ise, daha serbest davranmıştır.
Sünnetin vahiy olduğunu savunan İmam Şâfiî, Rasûlullah'ın vahiy dışında içtihat ettiğini de kabul eder. Bu konuda şöyle der: Rasûlullah bir hususta vahiyle hükmettiğinde bunu açıklamıştır. Bunun da örneği insanlara helal ve haram kıldıklarıdır. Ama insanlar arasında hüküm verirken, onların delillerine dayanarak zâhire göre hükmetmiştir. Bunun delili de Ümmü Seleme hadisidir. Bu hadiste Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Ben bir beşerim. Sizler davalarınızı bana getiriyorsunuz. Belki biriniz delilini diğerinden daha güzel sunar da ben de ondan işitti-ğime göre hükmederim. Kime kardeşinin hakkı olan bir şey hususunda onun lehine hükmetmişsem, sakın onu almasın. Çün-kü bununla ona ancak Cehennemden bir parça vermiş olurum."
Pezdevî (ö. 483/1090) Rasulullahın vahiy gelmeyen konularda içtihat yaptığını kabul eder ve onun içtihadında hata üzere bırakılmayacağını söyler. İmamü'l-Haremeyn lakablı el-Cüveyni (ö. 478/1085), Rasûlullahın temel kurallarda ve esaslarda içtihadda bulunmayıp, vahiy beklediğini; ayrıntılarda ise kendisine tasarruf ve içtihat izni verildiğini söyler.
Serahsî ise (ö. 490/1097) Rasûlullahın her sünnetinin vahiy olmadığını, onda vahye benzeyen bir söz ve davranış biçiminin bulunduğunu söyler. O da Rasûlullahın re'y ve içtihadıdır. Rasûlullah herhangi bir konuda hüküm beyan etmek için vahyi bekler, vahiy gelirse onunla hükmeder, gelmezse kendi içtihadı ile karar verir. Bu karar kesin delil olur.
Alimlerin, Rasûlullahın dünyayı ilgilendiren meselelerde içtihat etmesinin câiz olduğu konusunda görüş birliği içerisinde olduklarını; fakat dinle ilgili içtihat etmesinin câiz olup olmadığı konusunda görüş ayrılığı içerisinde olduklarını söyleyen İmam Gazâlî de (ö. 505/1111), Rasûlullahın ictihad etmesinin câiz olduğu kanaatindedir. Gazâlî, aksi görüşte olanların ileri sürdükleri delilleri de cevaplandırır.
Kâdı İyaz (ö. 544/1149),
İbni Haldun (808/1405),
Molla Hüsrev (ö. 885/1480) gibi âlimler de, Rasûlullah'ın içtihat etmesinin câiz olduğunu söyler.
Muhammed Hamidullah (1908-2002) ise bu konuda şöyle der: Bazen acil bir mesele olduğunda ve konu hakkında hiçbir vahiy bulunmadığında, Rasûlullah, toplumun yararı ve Rabbinin rızasını elde etmek için sağduyuyla akıl yürütme çabası gösterirdi. Bazen Allah onu olaydan sonra onaylıyordu. Fakat bazen de böyle yapmıyordu. Bunun bizzat Kur'ân'da zikredilen birçok örneği vardır. Böyle durumlarda ümmet, Peygamber'den de gelse, beşeri düşünceyle yanılgıya düşmesin diye, uygulanacak doğru kuralı Allah'ın hemen vahyetmesi gerekli idi....
Her iki uygulamanın sonuçları fazla önemli değildir. Çün-kü Muhammed'in Allah tarafından onaylanmamış şahsî düşüncesi, uygulanmadan önce hemen düzeltiliyordu. Onun Allah tarafından (ikaz edilmemekle) zımnen onaylanmış şahsî görüşü ise, fiilen Allah'ın buyruğuna dönüşüyordu.
Bu alanda dikkat çekmek istediğimiz bir diğer husus, vahiy gelmeyen konularda Rasûlullahın içtihat etmesinin bir zorunluluk olup olmadığı konusudur. Her iki görüşü savunan âlimler de olmuştur. Maverdî, bu konuda Allah hakkı ve kul hakkı diye alan ayırımı yapmış, Allah'ın hakkına giren konularda vahiy gelmediğinde içtihat etmesinin câiz; kulların hukukuna bakan konularda ise vahiy gelmediğinde ictihad etmesi-nin farz olduğunu, çünkü insanların ancak onun ictihadıyla haklarını elde edebileceklerini söylemiştir.
Bu konuya son verirken bir ilim adamımızın Rasûlullahın içtihatlaıyla ilgili olarak aynen katıldığımız bir değerlendirmesine yer verelim: Evrensellik arzetmek zorunda olan bir nassın ideal uygulamasının her zaman ve mekan için tek olduğunu söylemek yanlıştır. Rasûlullahın içtihadî çözümleri doğru ve isabetli çözümlerdir; ancak Onun yolundan giden alimler Kuran ve sünnet rehberliğinde içtihat yapmaya devam etmişlerdir.
Rasûlullahın İçtihatları
Peygamber Efendimiz, Rabbimizin bildirdiği üzere Kur'-ân'ı her bakımdan açıklamakla görevli idi. Onun bu görevini hakkıyla yaptığı konusunda hiçbir şüpheye yer yoktur.
Öyle ise karşılaşılan problemlerle ilgili olarak vâhiy beklemiş, beklediği vahiy geldiğinde bu bâzen Kur'ân'ın açıklamasına yönelik olmuş; bâzı zamanlar da ise beklediği ve çok arzu ettiği halde vahiy gelmemiş, bu durumda da Rasûlullah, Kur'ân'ı açıklama görevine bağlı olarak kendisi içtihat yapmıştır. Rasûlullahın idâre, siyâset ve iktisat alanlarında içtihat ettiği konusunda âlimler arasında fikir ayrılığı bulunmamaktadır. Fakat dinî konularda da içtihat yapıp yapamayacağı konusunda âlimler arasında fikir ayrılığı yaşanmıştır. Meselâ İmam Gaz-zâlî (ö. 505/1111), Rasûlullahın dinin asıllarında değil de furuat kısmında içtihat yapabileceği görüşünü savunur. Serahsî de onun içtihat yoluyla ancak önceden vahiyle konulmuş olan hükümlere benzer olanları katabileceği görüşündedir.
Meselâ, "Kim bir namaz kılmayı unutursa, onu hatırladığında kılsın. Çünkü Allah, ‘Beni anmak için namaz kıl' buyurmuştur" şeklindeki rivayet, bu çeşit bir içtihada örnektir.
Yine hac yolculuğu sırasında kurbanı önceden gönderme konusunda kendi içtihadıyla hareket etmiştir.
Daha önce yer verdiğimiz gibi, münâfık Abdullah bin Übeyy'in cenâze namazını kılmak istemesi de, onun kendi içti-hadıyla aldığı bir karardı. Rasûlullah, örneklerini sunduğumuz gibi, tamamen müstakil içtihat yapmanın yanı sıra, bâzı ölçüleri esas alarak da ka-rar vermiştir.
Bunlar:
1. Mevcut hali koruma
Vahiy gelmeyen bâzı konularda Rasûlullah, câhiliyye ade-tini aynen devam ettiriyordu. Çünkü Câhiliyye devrinin bütün uygulamaları İslâm'a ters değildi. Zaten bir ölçüde Hz. İbra-him'in dinin kalıntıları halen devam etmekte idi. Meselâ cünüplük sebebiyle yıkanıyorlardı, sünnet oluyorlardı, tırnakla-rını kesiyorlardı, misâfir ağırlıyor, düşkünlere, musibete uğrayanlara yardım ediyorlardı. Kızlarla, annelerle evlenmek yasaktı. Dolayısıyla İslâm'la değiştirilme zamanı gelen bir uygu-lama, vahiyle veya bir tatbikatla hemen değiştiriliyordu. Meselâ Cahiliyye devrinde evlatlık alınanların boşadıkları hanım-larla evlenmek doğru karşılanmıyordu. Rabbimiz, Rasûlüne, evlatlığı olan Zeyd'in (r.a.) boşadığı hanımla (Zeyneb bint-i Cahş (r.a.) evlenmesini emrederek, bu yanlış âdeti kaldırdı.
Yine Câhiliyye devrinde bir erkek hanımına "zıhar" yaptığında, bununla hanımı ondan boş olurdu. Havle isimli bir kadın Rasûlullaha gelip kocasının kendisine zıhar yaptığını söylediğinde, Rasûlullah, boşanmanın gerçekleştiği hükmünü vermişti. Ancak sonradan inen âyetle, bu olaya yeni bir hüküm getirildi.
2. İstişare
Rasûlullah karşılaştığı bâzı durumlar karşısında da Allah'ın "Onlarla iş konuşunda istişare et" emri gereği, hakkında vahiy gelmeyen konularda Ashabıyla istişâre ediyor, onlarla görüş alış verişinde bulunuyordu. Böylece ümmetine de hakkında Kur'ân'da ve sünnette bir delil bulunmadığı zamanlarda, istişare etmeleri dersini veriyordu. Meselâ, Namaza çağrı hususunda bir esasın belirlenmesi konusunda,
Hanımı Âişe vâlidemize iftira edildiğinde nasıl davranması gerektiği hususunda, Bedir, Uhud, Hendek savaşları esnasında. (Bedir'de Ensarla düşmanla savaşıp savaşmama hususunda; Uhud'da düşmanın karşılanacağı yer konusunda; Hendek'te nasıl davranılması noktasında Sahabîlerle istişare etmişti.)