Anlamsızlığı Anlamsızlıkla Dolduranlar

Kainat tasavvuruyla anlam dünyamız arasındaki birebir bağlantının insana sorumluk duygusunu verdiğini, buna mukabil bunu fark edememiş olmanın insanları gerçeklerden kopuk bir düşünce biçimine icbar ettiğini anlatmıştık. Hazır lokmaları yemeyi beceremeyenler, sindiremeyecekleri gıdalara talip olmuşlar da haberleri yok… İnsana ait bir beslenme biçimini terk edenler, başka başka varlıkların gıdalarını sindirmeye çalışıyor ki, zor mesele…

Günümüzü tanımlamak için "modern zamanlardan" bahsedilir. Dolayısıyla "modern insanlardan…" Çünkü hayatın aktif öznesi insan, üstelik de hayat, insan merkezli olarak tanımlanıyor. İnsan ve insana ait irade, hayatın birbirini tamamlayan cüzleri durumunda. İnsan, iradeye teslim… Peki insan iradesi neye teslim acaba? Yani insanın iradesiyle yapıp edegeldikleri şeyler neler? Yemesi, içmesi, oturması, kalkması, cinselliği, kazancının peşinden koşması, düşünmesi, davranması ve konuşması. Tüm bunlar için insanın parmağını kıpırdatmaya başlamasının temelinde ne var? Tabii ki niyetleri, yani kasdetmesi, amaçları ve bunlara verdiği değer. Sonuç olarak insan, neye değer verdiği ile hedefleri anlaşılır hale gelen bir canlı… Yani gayesiyle anlaşılır hale gelen ve değerlenen bir canlı.

Bu anlamda "anlamsızlık" bir "boşluk" demek. Boşluğu ise boşlukla doldurmak, saçmalıkların en başı olsa gerek. Hayatı anlamlı kılan en önemli şey ise sevgi. Sevmek, yukarıda saydığız her şeyi harekete geçiren saik olma özelliğinde insan duyguları içinde başat rolü üstlenmiş görünüyor.

Sevmek ise sevdiğini söylemeyi gerektiriyor. Yoksa sevgi biraz eksik kalıyor. Sevginin estetiğine yakışmıyor bu durum. Saymak, saydığını göstermeyi gerektiriyor. Evet, sevgi ya da saygının göstergesi, biraz da bunları göstermek. Aksi halde sevgi ya da saygı, imtihan edilmezdi, test edilmezdi. Ama her ikisiyle de imtihan olunuyoruz, test ediliyoruz. O içimizdeki sevgi ya da saygı özüyle eşyaya, insana dokunmamız, konuşmamız, irtibat kurmamız isteniyor. Eşya da, insan da bu çabaya müsbet bir cevapla geri dönüyorlar bize. Yani bizdeki cevhere, öze… Bu sayede ruhlarımız ruhlarımızla kucaklaşıyor, önceden tanıştıkları, biliştikleri halde buna ihtiyaç duyuluyor.

İrade ise insanda "ağırlığı" olan bir güç. İnsanın kendini zorladığı bir taraf var iradede. Sevgi ise, insanda "akan" ya da "çağlayan" bir güç. İradeden önce elimizdeki hazır lokma olan sevgiyi değerlendirmek gayet akıllıca bir yol. Sevgiyle başlayan ve irademizi ortaya koyduğumuz davranış tarzı ise kalıcı güzelliklere kapı açabilme kudretine sahip. Yani sevgi yollu yaklaştığımız her konuda irademizi ortaya koymak kolaylaşıyor. Günümüzde yaklaşık her konuda ümitsizliği kendine mihver edinmiş insanların en büyük kurtuluş kapısı, sevdiklerinden emin oldukları hatta sevdiklerini zannettikleri konularda bile doğrunun peşinden gitmeyi şiar edinmek olmalı. Bu sayede ümitlerini yeşertebilir, içlerindeki sevgi çağlayanını zorlanmadan müsbet bir fiile, iradeye dönüştürebilirler. Sevgi bir potansiyel, bizim için bir kolaylık. Çünkü insana verilen orijinal bir duygu bu. Geriye ne kalıyor? Neyi sevdiğimize dikkat etmek…

Çünkü insan sadece duygudan müteşekkil bir canlı değil. Doğruyla yanlışı ayırt etme gücü dediğimiz "akıl" melekesi de insana verilmiş önemli bir cevher. Akıl ise, "ilim" süzgecinden yani "neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmemizi sağlayan bilgiden" yararlanarak kendine doğru bir yol çizebilir, rotasını belirleyebilir. Akıl ve ilimdir ki, insanı harekete geçiren yani aksiyonu doğuran güçlerin en önemlileridir. Duygu yani bir bakıma sevgi ise akıl ve ilim süzgecinden geçmekle mantıklı ve insani bir aksiyonu, davranışı doğurabilir. Çünkü insanda akıl, kalbe bakar. Kalpte ise ne tür bir hikmet ya da garabet varsa, akıl, kendini o doğrultuda ortaya koyabilir. "Anlam" dediğimiz şey ise, aklın temiz bir kalpte ortaya çıkardığı hikmettir diyebiliriz. Daha sonra ancak, "hikmetli iş yapmak" dediğimiz davranışlar ortaya çıkar.

İşte Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimizin; " Güdeni de güdüleni de ıslah et ya Rabbi." dediği güçler, "akıl ve kalptir." Yani "aklı da kalbi de ıslah et, ya Rabbi" diyerek dua ediyordu insanlığın güneşi, peygamber halkasının sonuncusu, Allah'ın (Celle Celalühü) sevgilisi. Akıl, dimağda, sevgi, kalpte, davranış bedende tezahür ediyor. Demekki akıldan kalbe dediğimiz yol, aynı zamanda kalpten akla doğru olan bir yoldur. Önemli olan o kanalın açık olmasıdır. Burada sevgi yani duygu, işimizi kolaylaştıran bir katalizör vazifesi görüyor. Sevgiyle yani kalbe ait bir enerjiyle ancak engellerimizi aşmak mümkün. Çünkü akıl, kalbe müteveccih… Kalbimiz bomboş ise vay halimize!..

Yani sevgiden yana, merhametten yana, tevazudan yana, iyilikten yana bir güzellik yoksa; korku ve endişelerimiz, vehim ve vesveselerimiz, kalp otağımıza çadır kurmuş da haberimiz yok demektir.

Günümüz insanının yani "modern insanın" kendini tanımak için bir yolculuğa çıkmayı düşünüyorsa eğer, tüm bunları algılaması, idrak etmesi, hissetmesi, kabul etmesi kaçınılmaz görünüyor. Bireyselleşmenin "bencillik" anlamına geldiği bir dünyada, "kalplerin boş olması" maalesef yanlış bir tesbit olmasa gerek. Oysa insanın bireysel olarak kendinin farkında olması, onun şu koca kainatta "Allah'a (Celle Celalühü) kul olması" itibariyle sorumluluklarının farkında ve önemli bir canlı olduğunun şuurunda olmasıyla başlamalıydı. Yani yerini, konumunu, kendini bilen bir canlı. İdraki olan, hikmet ve marifet peşinde koşan, aklını kullanan, ölüm ve ötesini tahayyül edebilen bir canlı. Hayatın sadece bu dünya hayatından ibaret olmadığını fark eden, yaşadığımız hayata "gerçek bir anlam" yükleyen, o anlam dairesinde huzurlu ve mutlu olmayı başarmanın mümkün olduğunu gören bir canlı. Nice hikmet erbabı vardır ki, hayatı birkaç güzel kelimeyle özetleyip atabilir. Yani kavranması hiç de güç olmayan, üstelik de kendini kandırmadan, başkalarını kandırmadan bu işi başaran nice insanlar gelip geçmiştir şu koca, yani aslında vermemiz gereken değer itibarıyla ahirete kıyasla şu "küçücük" dünyadan…

Yeter ki, dünyanın geçici ve küçük olmasına mukabil, insanın yani kendimizin ne muhteşem ve büyük, üstelik de ebedi, sonsuz bir hayata aday olduğumuzu iyi bilelim… Hz.Ali Efendimizin; "Ahiretle aramızdaki perdeler kalksa imanım zerre kadar artmaz." dediği keyfiyet, hikmet ve incelik… Daha insanı bundan başka ve bundan daha fazla "ne" harekete geçirebilir ki… Nedir bundan daha fazla anlamlı olabilecek ve hayatımızı doldurabilecek "anlam…" Tabii ki, "hiçbirşey."

Burada çok ama çok önemli olan ve hayatın anlamını oluşturan fiilî durum; bizi yaratan, bize "şah damarımızdan daha yakın", bizi bilen, bize acıyan ve merhamet eden, bizi ateşten kıskanan, bize ümit veren, bizi Cennetine davet eden, bizi kötülük ve rezilliğe, zillete düşmememiz hususunda uyaran, iyi, güzel, nezih, manen onurlu bir yaşamla hayat bulmamızı isteyen bir Rabbın, yani terbiye edicinin, yoktan varedicinin, hayat bahşedenin ve bahşedecek olanın varlığıdır.

Tüm bunlar, modern insanla GERÇEK İNSAN arasındaki mesafeyi ortaya koymakta. Hiç şüphesiz gerçekten insan olmak isteyenler için bu mesafe, aşılamayacak bir mesafe değil, tam aksine kolay hem de çok kolaydır. Sevgi, ümit, muhabbet ve gayretle aşılamayacak yol yoktur, bu böyle biline…