FEYZ: Niçin özellikle bu eseri çevirmeye karar verdiniz?
Cevat Akşit Hocaefendi: Bizim halkımız gerçekten "muazzam insandır". Halk içinde öyle sözler var ki, söylendiğinde aynen isabet ediyor. Ne diyor halkımız ‘yarım doktor candan yarım hoca imandan eder'. Şimdi günümüzde bakıyorum dinde reform konusunu maalesef bazı ilahiyat hocalarına ihale ettiler. Halktan korkmasalar namazı kaldıracaklar. Şimdi öyle bir cereyan var. "Namaz, salât, dua demektir. Salat zaten Kur'an'da da dua anlamında var, cenaze namazı ile ilgili olarak...
Dua da ne zaman olursa olur." diyorlar Peygamber efendimizin fiilen uygulaması var. Efendimiz beş vakit namazı rükûsuyla secdesiyle kılmış, tevatürle günümüze kadar gelen uygulamaları var. Bu insanlar hadisi de kabul etmedikleri için, "şüpheli" diyorlar. Böyle acayip fikirleri var maalesef. Biz, bunu bildiğimiz için, Anadolu'da muhtelif yerlerde karşılaştığımız sorulara baktık; bunun için "Mebsut'u tercümeye karar verdik. El Mebsut orijinali 30 cilt, bizim tercümemiz 31 cild oldu yani ilave olarak da bir cild konu fihristi oluşturduk. Müellife saygı duyduğumuzdan eserin içeriğine müdahale etmedik, dipnotlar kullandık. Yan başlıklar koyduk, çabuk anlaşılsın diye, konu değişiminde parağraflara ayırdık. Fakat araya hiçbir başlık koymadık. O mübarek insan, kuyudan bunları anlatmış…
Halka farz-ı kifaye ama emr-i ma'ruf yapmak, biz hocalara farz-ı ayndır. Biz, vatandaşa dini öğretmek zorundayız. Öğretmezsek, beş vakit namazdan sonra da hesap vereceğiz. O nedenle Anadolu'dan, dünyanın her tarafından çağrıldıkça gidiyorduk. Tecrübe kazanıyorsunuz, hem görüyorsunuz. Yani hocanın ufkunun geniş olması lazım, tecrübeli olması lazım. Yalnız kitaplara bağlı, kapalı kalmaması lazım. O yönden de bize yararlı oluyordu. Gittiğimiz yerlerde malum şimdiki tv'ler, görsel iletişim araçları çok yaygınlaştı, televizyonun girmediği ev yok. Böylelikle dünyanın her tarafındaki her fikir, her olay evimize geliyor. Böyle bir durumda, Müslümanların bilgili olmaları lazım, artık "ninemden duyduğuma göre, dedem de hacı idi" gibi sözlerin devri geçti. Bir Müslümanın, kendi inancını, müslümanlığını koruyabilmesi için doğru bilgiye ulaşması gerekir, bu da yetmez, zaten vatandaş sorguluyor. Gittiğimiz yerlerde vatandaş "neden?" diyor. Bu soruları kim soruyor; komutan soruyor, adam Müslüman, İslam'a da saygılı fakat izah istiyor. Sorguluyor yani hükümleri. Hakim sorguluyor, doktor, mühendis sorguluyor, vatandaş da sorguluyor. Bugünün insanı neden ve niçin sorularını soruyor, buna gerek duyuyor, çünkü her fikir kendisine ulaşıyor. Bunları gördük ve dedik ki, bizim insanımız çok temiz, saygılı, güzel bir halkımız var. Fakat işin aslını da öğrenmek istiyor. Biz de bunu tatmin edelim ve müslüman olduğumuzdan beri sahip olduğumuz ehl-i sünnet ve'l cemaat inancının dayanak ve delillerini, Kitap ve sünnetten, kıyas ve mantık delillerini ortaya koyalım diye, bunun tam eseri olan El Mebsut'u tercümeye karar verdik. Mebsut, biliyorsunuz, Karahanlılar döneminde yaşamıış, Ebû Bekr Muhammed b. Ebû Sehl Ahmed es-Serahsî, -Sehl de derler ona- Yani kolay hoca…
Neden kolay hoca? Çeşitli fikirden insanlar Müslüman olmakla şerefyab olmuşlar, ülke sınırları genişlemiş, müslüman olmuş insanlar ama müslüman olurken 180 derece dönememişler. Kendi eski birikimlerini de getirmişler müslümanlığa…
İranlılar müslüman olmuş, mecusilikten bir sürü şeyler getirmiş, Afrikalı müslüman olmuş, bir sürü şey getirmiş, bunları bir çırpıda atamıyor, bunlardan bir çırpıda kurtulamıyor. Türkler de müslüman olmuş ama Şamanizmden bir sürü şeyler var. Bunlarla gelmişler. İşte bu nedenle İmam-ı Azam Hazretleri döneminde Bağdat'ın bir mahallesinde "haram" denilirken, öbür mahallede "helal" deniyordu. İşte o zaman bu büyük imamlar ortaya çıkmışlar. Bu olayları Kur'an ve Sünnete göre, yanlıştır ya da doğrudur diye gerekçeleriyle cevaplamışlar, açıklamışlar. Bunlar bir kişi değil. Bizin şimdi İslam âleminde dört tane mezhep peşinde gidiyoruz. Dört tane değil, çok var. Çok büyük olanlar 29 tane sayılıyor. Çok değerli âlimler. Olayları kendileri doğrudan doğruya Kur'an ve hadisten yorumlayan, hüküm çıkaran 29 kişi sayılıyor. Daha da çok da, meşhur olanları bunlar. Ama zamanında ses getirmiş, çevre edinmiş, vefat ettikten sonra yokolup gitmişler. Dört tanesi böyle olmamış, islam alemi bu dördünün peşinde kümelenmiş. Mezhepler böyle meydana gelmiş. Yani bu adamlar ben mezhep kuracağım diye ortaya çıkmamış. İnsanlar bakmışlar ki görüşleri Kuran ve Sünnet ışığında isabetli…
Mezheplerin görüşleri bu şekilde meydana gelmiştir. Bu da Kur'an'a uygundur. Kur'an-ı Kerim'de "Bilmiyorsanız, zikir ehline sorun" (Enbiya 7). buyruluyor. Kur'an-ı Kerim'de böyle iki yerde ayet vardır.
Yani bir Müslüman bilmiyorsa "Aklıma göre, bana göre şöyle böyle olması lazım" diyemez. İşin uzmanı değilse, burnunu sokmaz oraya. İslam dini akıl dinidir, bu da aklın gereğidir. Mesela ben Akciğer kanseri hakkında "Bana göre şöyle olması lazım, ilacı şudur" dersem, beni Bakırköy'e götürürler, götürmeliler de... Ben hukukçu isem saham hukuk olmalı, bilmediğim konularda fikir yürütmem doğru olmaz. Bildiğim saha ile uğraşmam lazım. Bir ayakkabı ustası da Kur'an'dan bahsedemez. Efendim, ayakkabı ustası, Kur'an ilmi de öğrenmişse ona bir sözümüz yok. Nitekim âlimler zaten hiç kimseye yük olmamışlar. Kimisi iplikçi, kimisi derici, debbağ mesela. Hepsinin bir zanaatı var. Ama günümüzde öyle değil ki, adam ayakkabıcı, sadece anasından, ninesinden, ebesinden duyduklarıyla müslüman. Bu adam fetva veremez, Kur'an'da o nedenle diyor ki; "Bilmiyorsanız, zikir ehline sorun" (Enbiya 7). Çok ilginçtir, Kur'an'da "âlim" tabiri kullanılmamıştır. Tabi Allah kelamı… Bugün dünyanın en büyük alimleri –bizimkiler kızar ama- oryantalistler…
Evet, bunu itiraf ederiz. Oryantalistler de âlim... Mesela Yahudi Massignon, müthiş bir adam ama yahudi… Alim, ama biz ona soramayız, çünkü zikir ehli değil, -çok ilginç bu kelime- Müslüman değil. Bildiğine inanacak, yaşayacak; ehl-i zikir bu demek. Kur'an'ı yaşayacak demek, yaşayana diyor Allah (Celle Celalühü). İşte böyle insanlara soracağız. "Benim kanatime göre, mantığıma göre(!)", yok öyle şey… Çünkü bir insan herşeyi bilemez, herkesin mantığı Kur'an'ı anlamaya yetmez. Kur'an'daki bu husus şimdi çok istismar ediliyor. Ben de bugünlerde bir eser okuyorum. Reşid Rıza "Mezheplerin bir noktaya cem'i" demiş, bu eserde ona cevap veriliyor. Halk arasında soruyorlar, "Hepsi hak mezhep değil mi? Bir ondan bir bundan yapsak olmaz mı? Yani koalisyon kurmayalım mı? Telfik niye yapmayalım?" diyorlar. Maalesef bunu bizim Din İşlerimiz de benimsemiş görünüyor. Hac konusunda, diğer konularda, oruç konusunda… Bu caiz mi değil mi meselesi var. Şimdiki ilahiyatçılar kafalarını böyle şeylere vermişler. Dünyanın konjonktürü de sanki bunu teşvik ediyor(!) Yeni, "fikir adına" popüler olmak için nerede bir uç görüş varsa, onu dile getiriyor. Konjonktür onu gerektiriyor(!), maalesef onlar da buna uyuyorlar. Yoksa bunlar orijinal fikirler mi!..
Feyz: İhtiyaçtan mı doğuyor sizce hocam?
Cevat Akşit Hocaefendi: Bana göre değil. Bu konular bin yıl önce de vardı. Yeni değil… Benim en çok eleştirdiğim taraf budur. Bir ilahiyatçı TV'ye çıkıyor "Hayızlı kadın camiye girebilir, namaz kılabilir ve Kur'an okuyabilir." diyor. Bu yeni değil, bin sene evvel de söylenmiş… Tabi geçmiş itibariyle bir sürü mezhepler var. Fakat dese ki bu şu mezhebin görüşüdür, ben de buna katılıyorum diye söylese, benim söyleyecek bir sözüm yok, bilimsel usûl budur. Şu mezhebe göre dese, -bizim insanımız ehl-i sünnettir. Yani bizim camiye bile gitmeyen insanımız- ehl-i sünnet mayası olduğundan onu sever. Ama o öyle demiyor, yani insanımızı aldatıyorlar. "Doğrusu budur" diyorlar. Ben bunu doğru bulmuyorum. İmam-ı Azam döneminde ortalık o kadar karışmış ki, bu sadece pratik meselelerde değil, itikadi meselelerde de böyle. Biliyorsunuz itikatta da mezhep imamları çıkmış. Eşari, Maturidi ve diğerleri mutezile, kaderiyye gibi…
Yeni bir şey değil bu yaşananlar. Eskiden beri var. Olması da tabii. Çünkü insan düşünen varlık, bir fabrikanın standart mamulü değil. İnsan olmamız da buna bağlı zaten. Düşünebilen yaratığız biz. Düşüncenin de sınırı yok. Allah da (Celle Celalühü) bunu böyle yaratmış, terakki etsin, yükselsin diye. Ama tabi imtihan dünyası bu. Yükselirken sınırlar koymuş, inanca dair emirleri var Allah'ın (Celle Celalühü). Kur'an'da kendisine şükredilmesini, ibadet edilmesini emrediyor. Allahu Teala bazı hudutlar koymuş, ilerlerken, düşünürken bu sınırları aşmamak gerekiyor. Yoksa, dünyaya imtihan için gelmiş olan insan sapıtıyor, küfre düşüyor. Bazen sapık diyoruz, bazen kafir diyoruz Kur'an-ı Kerim'e göre…
Allah'ın bize sunduğu akıl nimetinden faydalanırken, heva ve heveslerimizle, "popüler olacağım, orijinal olacağım" diye sınırı aşmamalıyız. Bir sebebi de iletişim araçlarının her yere girmiş olmasıdır. İnsanımız da dünyanın her yerine gidiyor, gidiyor ve görüyor, iz bırakıyor. Bu durum, düşüncelerine yansıyor haliyle… O nedenle biz de karşılaştığımız sorulara da baktık, dedik ki müslüman olurken biz Türkler, -o zaman incelemişler, her türlü sapık mezhepler var, aşırı mezhepler var, incelemişler- itikadda inançta ehl-i sünnet inancını, amelde hanefiliği benimsemişlerdir. Burada tabi İmam-ı Azam'ın Türk olduğu kanaatine varılıyor. O zaman tabi Türklerin milli hisleri sağlam… Yabancıyı iyi görmüyorlar. Tabi bu iki imamın Türk olmasının da payı var bu konuda. İnsanın ırkçılık yapmadan kendi milletini sevmesi güzeldir. Milletin, insanlığın kişiliği için de önemlidir. Bir insanın kişilik sahibi olması gerekir. Kişilikli olmak çok önemli… Kur'an-ı Kerim'de de Allah (Celle Celalühü) bizden, kişilik sahibi olmamızı istiyor. Vasat ümmet, herkes ona tabi olacak, o herkese tabi olmayacak…
İşte biz, bu mütalaalarla bu eseri tercüme etmeye karar verdik. Mebsut; yaygınlaştırılmış ve genişletilmiş demektir. İmam-ı Azam Hz., bu karmaşalar içinde çıkmış, bu yapılanlar yanlıştır, bu doğrudur demiştir. Sebebi şu ayet, şu hadis… Bu ayet ve şu hadise göre bu mantık yanlış demiştir. Kimisi demiş ki, yok, yanlış değil; müthiş bir çarpışma başlamış... O zaman insanlar bakıyorlar, hangisi iyi, onun arkasında toplanıyorlar. Mezhepler böyle oluşmuş… Onlar böyle karmakarışık bir dönemde ortaya çıkan "hukuk güneşleri", büyük insanlar, dahi insanlar. İnsanları o karmaşadan kurtarmış insanlardır. Tabii ki, her insanın zekâ durumu, kabiliyetleri farklı, dedik ya, düşünen varlık… İmam-ı Azam da talebelerini toplar, onlarla müzakere ederdi. Buna eğitimde "aktif metod" denilir. Hoca ilmine güveniyorsa ancak böyle yapabilir.
İmam-ı Azam da bir konuyu ortaya koyup bütün öğrencilerin görüşlerini alarak bir beyin fırtınası yapıyor ve neticede bütün görüşlere cevaplar verip, en son bütün talebeler ikna oluncaya kadar müzakeresine devam ediyor. Bin kadar talebesi var, bu talebeler yetişmiş ve ilmi itirazlarda bulunabilecek düzeyde. Hanefi mezhebinin kurucusu İmam Azam Ebû Hanîfe'nin yani Numan b. Sâbit'in (m. 699-767), ders halkalarındaki açıklamaları, verdiği fetvalar ve yaptığı ictihatlar seçkin öğrencisi İmam Muhammed eş-Şeybânî (m. 749-804) tarafından yazıya geçiriliyordu. Daha sonra bu notlar yine İmam Muhammed tarafından Kitâbü'l-Mebsût (Kitâbü'l-Asl), el-Câmiu's-sağir, el-Câmiu'l-kebir, es-Siyeru's-sağir, es-Siyeru'l-kebir, ez-Ziyadât, Ziyadâtü'z-ziyadât adlarıyla kitap haline getirildi. Tevatür derecesinde nakledilen bu kitaplar "zahiru'r-rivâye" diye bilinmektedir. Onun bu eserlerinin çok geniş ve hacimli oluşu daha az okunmasına yol açmış, bunun üzerine Hâkim eş-Şehîd el-Mervezî (m. 945), bunları özetleyerek el-Kafi'yi (el-Muhtasar) kaleme almıştır. İmam Serahsî, bu eserin de çok kısa oluşu nedeniyle anlaşılamadığından, okunmadığını fark ederek el-Mebsût'u yazdırmıştır.
İnsanı hayrete düşürecek derecede kuvvetli bir hafızaya ve üstün bir yeteneğe sahip olan Serahsî bu nedenle büyük bir üne kavuştu. Etrafına toplanan öğrenci ve hayranlarının çokluğu, bazılarını kıskandıracak dereceye vardı. O, aynı zamanda tok sözlü idi. Sonunda zamanın yöneticisi tarafından, Uzcend (Özkent) kalesinde bulunan hapishanenin köşesinde bir odadaki kuyuya hapsedildi. Fakat öğrencileri onu bırakmadılar. Hapsedildiği kuyunun başında toplandılar. Böylece dersler devam etti. Herkesçe beğenilen otuz ciltlik el-Mebsut, işte bu kuyudan, Serahsi'nin hiç bir kaynağa başvurmadan öğrencilerine yazdırmasıyla, on dört yılda meydana gelmiştir.
İmam Serahsi'nin kabrine gittim; oraya kadar gittim. İran Özbekistan sınır kasabası Serahs'ta doğmuş. . Tok sözlü bir kişi, sözünü esirgemiyor. Alim olduğu için etrafında çok talebe toplanıyor. Binler, yüzbinler… Günümüzde de olduğu gibi, iktidar sahipleri muhalefet istemiyorlar. Bu eskiden beri böyle. Zamanın Türk hükümdarı onunla ilgili bir fetva verdiği için hapsediliyor. Büyük adamların ortak derdidir bu, akranları çekemiyorlar onu. İmam-ı Azam'da, İmam Şafi'de hepsinde olmuş bunlar… 14 sene kuyuda kaldığını ve bu eseri kuyuda iken yazdırdığını kendisi söylüyor. Bilimsel toplantılarda bunu biraz abartılı buluyorlar tabi. Bir insan yıllarca kuyuda nasıl hayatını geçirecek, kar var soğuk var, ne yiyecek ne içecek var, ihtiyaçlarını nasıl giderecek diyorlar. Ben Kıbrıs'a gittiğimde Girne kalesine gittim. Kalede bir zindan gösterdiler, tam en karanlık köşede, zindanın dibi de kuyu şeklinde yapılmış. Işıklandırmışlar, bir de insan maketi yapmışlar, en azgın insanları kuyu dibine atarlarmış. Üstü kapalı karanlık ve korunaklı bir yer. Tamam dedim, bizim hocanın kuyusunu buldum, demekki heryerde benzerleri var dedim. Tabi Serahsi'nin tarif ettiği yere benzer bir yer. İşte o zaman tamam dedim ve makalelerimde yazdım. İlim camiasından kabul gördü, böyle kuyular her yerde mevcutmuş diyerek…
Talebeleri ilim aşığı, "Hocamızdan ilim okumamıza engel olamazsınız" diye ayaklanmışlar. Yanılmıyorsam, Hasan Han, zamanın hükümdarı... Bunun üzerine zindanın yakınına gelip ders okumuşlar, hoca aşağıda kuyuda, talebeler yukarıda. Serahsi 30 cildlik Mebsut denen eser, not tutmayla, imlaen yazdırma yolu ile yazdırıyor. Onun hafızasına oryantaller de hayran... Hadisleri senetleri ile birlikte sayıyor, ayrıca mezhep imamlarının görüşlerini ayrı ayrı anlatıyor. Buna rağmen yakınıyor. "Yanımda kitabım yok, kalemim yok, ah bir kitabım kalemim olsa idi ben bu söylediklerimi başka türlü söylerdim" diyor. Orada, imam-ı Azam'ın dayandığı hadisi, ta Peygamberden itibaren yanlışsız söylüyor. İmam Şafi'nin delilini de söylüyor. İmam Malik'in delilini de söylüyor, İmam Yusuf'un delilini de söylüyor. Diğer müçtehidlerin, üstazların dayandığı delilleri de söylüyor. Hem de yanlışsız. Müsteşrikler de buna hayret ediyor, imkansız, insan aklı bunu kaldıramaz diyorlar. O nedenle çok başlık yok eserde. Biz onları, fikir değiştikçe paragraf yaptık, yan başlık koyduk, yine metne müdahale etmedik. Sonra İmam Serahsi'nin değeri anlaşılmış, hapsedildiği yerden çıkartılmış, kendi zamanında değerli bir hoca olarak itibar görmeye devam etmiş. Daha sonra Fergana'ya gitmiş, ben de gittim oraya. Alimler yatağı orası. Ömrünün son kısımlarını orada geçirmiş ve orada vefat etmiş.
Özbekistan'da bir külliye yapmak niyetimiz var, Diyanet İşleri Başkanlığı "biz yapacağız" dediği için bekliyoruz. Yoksa biz şimdiye kadar çoktan yapardık. Müteahhit; "Diyanet yapacağım der yapmaz hocam, ben yapacağım bu işi, para da istemiyorum" dedi. Ben de Diyanet İşleri söz verdiği için bekliyorum. Bakalım ne olacak…
Feyz: Günümüzde bu eserin ne tür bir boşluğu dolduracağını düşünüyorsunuz?
Cevat Akşit Hocaefendi: Eseri halkımızın bilgisine ve değerlendirmesine sunuyoruz. Tercümesini sunduğumuz eserin, halkımızın büyük bir ihtiyacını gidereceğine inanıyoruz. Din görevlilerine, ilim adamlarına ve hukukçulara yararlı olacağını umuyoruz. Hedefimiz; aziz milletimize ve insanlığa hizmet ederek Allahu Teâlâ'nın rızasını kazanmak ve en büyük kurtuluşa ermektir. Tevfik ve hidayet Allahu Teâlâ'dandır. El-Mebsût, İslam Hukukunda, yer verdiği bütün görüşler hakkında tarafsız ve sistemli bir analiz, sentez yapan ilk eserdir. Müctehitlerin görüşlerini, dayandıkları delillerin senetlerini ve bunlardan hüküm çıkarırken kullandıkları mantığı, karşı görüş sahiplerinin fikirlerine de yer vererek bir arada gösterir. İmam Serahsi'nin, Hanefi mezhebinde genellikle Ebu Hanife (rh.a.)'nin görüşlerinin mantığını ve dayandığı delilleri ortaya koyarsa da, bazı meselelerde kendi görüşlerine yer verdiği de görülmektedir. Bu eserde hangi müçtehid imamın hangi konuya niçin helal, niçin haram dediği ve içtihad mantığı delilleriyle açıkça anlatılmaktadır. Biraz önce de dediğim gibi İslam fıkhında ilk analiz sentez yapan bir eser, özelliği bu… Alıyor, yoğuruyor, onları analiz ediyor, sonuca gidiyor. Kimseye de saldırmıyor. Onların delillerini ortaya koyuyor. Ben mesela İbni Teymiyye'yi de okudum, 37 ciltlik Mecm'ul fetavasını…O saldırıyor. Dönüp dönüp İmam-ı Azam'a saldırıyor.
El Mebsut da hem cevap veriyor, saldırmıyor da… Doktoram sırasında hayran kalmıştım. Hepsinin delillerini sayıyor, sana bırakıyor. İmam Serahsi gözümde büyüdü. İlim adamı, doğru bildiğini söyler, delilini söyler, ama saldırmaz öbür adama. Şu açılardan yanlıştır der. Bu nedenle Mebsut'u çevirmeye karar verdim. Bir de Türk bu adam. Karahan Türklerinden. Türk Arapçasıyla yazıyor. Ne demek yani, Arapça farklı mı, evet farklı… Arapların Arapçasıyla Türklerin Arapçası farklı. Bütün fıkıh kitaplarının diliyle Araplar pek bağdaşamıyor. Hatta buraya Riyad Emiri geldi bir vesileyle. Ben de bu eserle uğraşıyorum diye gösterdim. Dili hoşuna gitmedi, hiç sarmadı onu. Çünkü onlar, sokakta konuşulan dille alışveriş yapıyorlar. Bu eser ise, Arabistan'dan değil, tamamiyle sarf nahiv kurallarına uygun konuşuyor. Az, öz… Böyle farkı var. Onun için medrese kökenli… Osmanlı sistemi öyle değil, Kur'an ve hadisi, fıkhı anlamaya yönelik bir öğretim yöntemi var Osmanlıda. Türkler de öyle işte, Arapçayı ilim maksadıyla öğreniyorlar. Yoksa plaja gittim, otele gittim maksadıyla değil. Onun için tercüme sırasında çok titiz davrandık.
Eserin tercümesine 1999 yılında karar verildi. Kararımızı tercümanlara duyurduk. Çalışmaya katılmak isteyen otuz sekiz kişiden onsekizi seçildi. İslam Hukukunun temel kaynaklarından biri konumundaki bir eseri tercüme etmekte olduğumuzun bilinci içinde, yüklendiğimiz sorumluluğun ağırlığını düşünerek, titizlikle seçilen her iki tercüman için bir de yanlışları düzeltecek profesör belirledik. Çevirmenlerin profesörlerce yapılan düzeltmelere karşı çıkma haklarının olduğunu açıkladık. Böyle durumlarda tarafları vakfımızda buluşturup tartışmalarını sağladık. Tercümede uyulacak esaslar, ortak bir toplantıda belirlendi. El-Mebsut'un Beyrut, Dâru'l-Ma'rife baskısı esas alındı. Aynı zamanda İstanbul kütüphanelerindeki yazma nüshalardan en uygun görülenin örneği vakfımızca sağlandı. Gerektiğinde tercüman veya düzelticilere gönderildi. Tercümeye esas alınan metinde herhangi bir eksiklik veya yanlışlık olup olmadığı, yazma nüshalarla karşılaştırıldı. Eksik yerlere rastlandıkça, yazmasından tercüme edilerek yerine konuldu. Büyük bir yekün tutan bu eksiklikler bir makale halinde tarafımızdan yayımlandı. Müctehitlerin görüşlerini dayandırdıkları âyetlerin mealleri, tek metinden yararlanılarak yapıldı. Âyet meallerinin hemen yanında parantez içinde sûre adı ve âyet numarası yazıldı. Hadislerin kaynakları ise bilimsel yöntemlerle dipnotlarda gösterildi. Yazara saygı düşüncesiyle tercüme metninin arasına, onun koymadığı bir başlık konulmadı. Ancak konular kolayca anlaşılsın ve bulunabilsin diye, çeviri metni paragraflara ayrıldı. Paragrafın yanına, sayfa kenarında yan başlıklar konuldu. Metnin sağlıklı çevirisinin yapılıp yapılmadığını kontrol etmek isteyenler için, Arapça metnin cilt ve sayfa numarası belirtildi.
Bazı kelimelerin tercümesi yanına, parantez içinde Arapça aslı da yazıldı. Teknik terimlerin kısa anlamları, parantez içinde gösterildi. Ayrıntılı açıklamalara ihtiyaç duyulduğunda ise dipnotlarda bilgi verildi. Çevirmenin yaptığı ve kontrol edilen metin; Arapça aslıyla, gerektiğinde yazma nüshasına da bakılarak, satır satır, hatta kelime kelime karşılaştırılmak suretiyle, yorucu, zahmetli ve uzun bir çalışmayla bir kez daha tarafımdan baştan sona gözden geçirildi. Yan başlıklar ve paragraflar gerektiğinde yeniden düzenlendi. İfade birliğinin sağlanmasına, olabildiğince sade dil kullanılmasına ve kısa cümleler kurulmasına özen gösterildi. Eksik veya yanlış çeviri varsa tamamlandı, düzeltildi. Bazen sadece bir kelime için yurt dışında karşılaştığımız İslam âlimleriyle de görüş alış-verişinde bulunuldu.
Gözden geçirdiğimiz I. Cilt, meslek dışı deneyimli ilim adamlarına, memur ve esnaftan bazı kişilere de okutuldu. Metnin anlaşılıp anlaşılmadığı test edildi. Bu son metin, master ve doktora öğrencileri tarafından bilgisayara geçirilirken iki kez daha kontrol edildi. Gözden kaçan yerler tesbit edildiğinde yeniden bir araya gelindi. Birinci cild son şeklini aldıktan sonra düzelticilere ve bazı basım uzmanlarına dağıtıldı. Onlarla toplanılarak eser üzerinde değerlendirmeler yapıldı. Diğer ciltlerin buna göre hazırlanmasına karar verildi.
Kısaca İslam Hukukunun temel kaynaklarından biri olan El-Mebsut'u Türkçeye çevirirken, yanlış yapmamak için elimizden gelen gayreti gösterdik. Ancak insan olarak yanlış yapabileceğimizi de kabul ediyoruz. İyi niyetli okurlarımızın bize ulaştıracakları düzeltmeleri memnuniyetle karşılayarak gereğini yapacağımızı, gösterecekleri ilgi için kendilerine şükran borçlu olacağımızı burada açıkça belirtiriz.
Feyz: Efendim, bu eserin ilk yazıldığı dönem ve İmam Serahsi hakkında da bilgi verir misiniz?
Cevat Akşit Hocaefendi: Türkler, İslam Dini ile VII. yüzyılın sonunda karşılaştılar. 926 yılında Karahanlılar devrinde, içtenlikle ve kendi istekleriyle kitleler halinde İslam'a girdiler. İtikat itibariyle, aşırılıklardan uzak bir yol olan Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat görüşünü; pratik, gerçekçi ve toleranslı olması nedeniyle de Hanefi Mezhebi'ni benimsediler. İslam, kısa zamanda milli bünyeye tamamen uygun bir din durumuna geldi. Devlet ve millet olarak Ehl-i Sünnet'in usanmak bilmez savunucusu oldular. Kısa zamanda aralarından Ehl-i Sünnet görüşlü büyük tefsir, hadis ve fıkıh âlimleri ve tasavvuf erbabı yetişti.
Türkler Müslüman olduğu zaman İslam Âlemi ve özellikle Ehl-i Sünnet kesimi, kritik bir durumdaydı. İslam Dünyasının yapısı, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat hukuku ve kabulleri üzerine kurulmuşken, bu yapıyı değiştirme ve bu kabullerden uzaklaştırma gayretleri vardı. Bunlar İslam dünyasının altını üstüne getirecekti.
Tuğrul Beğ (1040-1063), Alparslan (1063-1072) ve Sultan Melikşah (1072-1092) zamanında Ehl-i Sünnet otoritesi pekiştirilmiştir. Fakat bununla birlikte Türklerde mezhep bağnazlığı yoktur. Melikşah, Şafii mezhebine mensup bulunan veziri Nizâmü'l-Mülk'e ülkenin dört bir yanında "Nizâmiye Medreseleri" adıyla anılacak olan öğrenim kurumlarını kurma görevini vermiş, bu sayede fikirler bilimsel yollarla savunulur olmuş, düşünce özgürlüğü sağlanmış ve mezhep kavgaları önlenmiştir.
Ebû Bekr Muhammed b. Ebû Sehl Ahmed es-Serahsî İslâm fakihlerinden ve Hanefî hukukçuların en meşhurlarındandır. Şemsü'l-Eimme (imamların güneşi) olarak tanınan Serahsî, usulcülüğü yanında Kelam ve Münazara sahalarında da yetkin bir âlimdir. Bugün Merv ve Meşhet şehirleri arasında, Türkmenistan ile İran sınırında, eski bir Horasan beldesi olan ‘Serahs' veya civarında 400/1009 tarihinde doğmuştur. Küçük yaşta ilimle meşgul olmaya başlayan Serahsî, Buhâra'da ders veren büyük hukukçu Şemsü'l-eimme Halvânî (452/1060) başta olmak üzere es-Suğdi ve Ebu Hafs Ömer b. Mansur el- Bezzâz (rh.a) gibi âlimlerden ilim tahsil eder. Parlak zekâsı ile kısa zamanda temayüz eden büyük hukukçu, hocası Halvânî'nin ilim okuturken kullandığı post ile mükâfatlandırıldıktan sonra ‘Şemsü'l-eimme' lakabını da hocasından devralır. Serahsî, felsefe ve mantıkta zamanının en dâhî şahsiyeti durumuna gelmiş, kaleme aldığı eşsiz eserler ve yaptığı ilmî münazaralarla nâmı bütün İslâm âlemine yayılmıştır.
Evet, Şemsü'l-Eimme es-Serahsî gündüzleri oruç tutmuş, geceleri uzun nafile namazlar kılmış, soğuk-sıcak demeden birçok güçlüklere göğüs gererek ilmî faaliyetini yürütmüştür. Derslerini imlâ ettiği kuyu-hapishânede bir gün bir talebesinin mevcûd olmadığını fark etti. Sorması üzerine bir başka talebe, arkadaşının abdest almaya gittiği ve bizzat kendisinin de o gün hüküm sürmekte olan şiddetli soğuk sebebiyle bundan vazgeçtiği cevabını verdi. Bunun üzerine o büyük fakih, talebesine şöyle dedi: "Allah seni affetsin. Bu kadar soğuk yüzünden abdestten vazgeçmeye utanmıyor musun? Hâlâ hatırımdadır. Ben Buhara'da talebe iken bir gün ishalden muzdarib idim ve günde kırk defa helâya gitmeye mecbur kalıyordum. Her defasında da abdest tazelemek için ırmağa gidiyordum. Öyle soğuk idi ki, odama geldiğimde mürekkebi donmuş buluyordum, sonra onu bir müddet göğsüme sürüyordum ve göğsümün harareti onu eritince notlarımı yazmaya devam ediyordum."
Maveraü'n-Nehirde yetişmiş büyük bir Türk-İslam âlimi ve hukukçusu olan Serahsî'nin, Buhâra'da tahsil görmesi, orada ders vermesi, eserlerini Özkent hapishanesinde yazmış olması, hayatının H.480'den sonraki son ve serbest yıllarını bir Türk bölgesi olan Fergana (Mergınand)'da geçirmesi, eserlerinde özellikle Türklerden ve onların ergenliğe eriş çağlarından bahsetmesi onun Karahanlı âlimlerden olduğunu, Türk soyuna mensup olduğunu göstermektedir.
Feyz: Vaktinde kılınamayan namazlar kaza edilebilir mi?
Cevat Akşit Hocaefendi: Kaza namazı var. Hz. Peygamber bizzat kendisi vaktinde kılamadığı namazları kaza etmiş ve ashabına da bunu tavsiye etmiştir: Peygamberimiz Hendek savaşı sırasında harbin şiddetlenmesi nedeniyle ikindi namazını kılamamışlar; bunun üzerine "Bizi ikindi namazından alıkoydular. Allah onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun" demiş ve ikindi namazını akşam ile yatsı arasında kaza etmiştir.(Müslim, Mesacid ve Mevadi'u's-Salat,N. 627). Ayrıca Hayber Fethi'nden dönerken, bir yerde konakladıklarında gece uyuya kalmışlar ve vaktinde kılamadıkları sabah namazını güneş doğduktan sonra kaza etmişlerdir (Müslim, Mesacid ve Mevadi'u's-Salat, N. 680). Yine Peygamberimiz "Kim namazı unutursa veya uyuyup kalırsa hatırlayınca onu kılsın" buyurmuş ve "ekımi's-salâte li zikrî" (Taha, 20/14) âyetini delil getirmiştir.
Feyz: Günümüzde imanımızı koruyabilmek çok önemli. Üstelik bazı değerler de çok kolay tüketiliyor, değer aşınmaları var toplumda. Burada birbirimize söylememiz gereken, hatırlatmamız gereken çok şey olduğu gibi, dünyanın her yerinde Müslümanların söyleyeceği şeyler de var. Dinin küresel ölçekli mesajı açısından da, içerden dışarıya doğru bir oluş olarak, ilim, amel ve ahlak bütünlüğünü münferit olarak nasıl sağlayalım? Birbirimizi nasıl uyaralım?
Cevat Akşit Hocaefendi: Bu söylediğiniz o kadar önemli bir şey ki, başarmak çok zor bir iş. Tek başına olacak bir iş değil. Bir anda yapılabilecek bir iş değil. Ama Cenab-ı Hak lütfederse hepsi olur tabi de… Allah ne isterse istediği şekilde verir. Tabi Rabbimizin dilemesi ile olur fakat bize düşen çalışmak; bu İslam'ın kendinde var. Allah Kur'an'ı göndermiş ama biz anlayamıyoruz. Bugün medeni kanun türkçedir, buyrun anlayın bakalım! Olur mu? Anlamak için bu işin uzmanı olmak lazım. Bu konuda da Kur'an-ı Kerim'in ne dediğini, bize nasıl bir mesaj verdiğini anlamak için Allah-u Zülcelal Hz. bize Peygamberimizi örnek gösteriyor, O sizin örneğinizdir diyor. Ancak O (s.a.v) bize yaşantı boyutu ile bunu anlatabilir. Bizim de Kur'an'ı anlamak için Efendimizin(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) yaşantısına bakmamız gerekiyor. Hz. Aişe(r.a), Efendimiz(s.a.v) için "Yaşayan Kur'an'dı." diyor. Peygamberimizin davranışları, yaşayışı, sözleri, takrirleri (ses çıkarmayıp tasvip ettikleri) hepsi bizim seviyemizde Kur'an'ı açıklayan şeyler. Kur'an genel prensiplerden bahseder. Detaylara inecek olsaydı, nasıl taşıyacaktık onu, nereye koyacaktık, nereye sığdıracaktık… o genel prensipleri bizim seviyemize indirecek olan, Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimizdir. Kur'an'ı yaşayan birini kendimize örnek alacağız. Bu çok önemli.
Hz. Ebû Bekir (ra) dahi bir insan, Müslümanlık çığırını o açmış. Son derece cömert, son derece Peygambere bağlı. Devlet idaresinde de dahi olduğunu isbat etmiş halife olunca.. Ama akıl yetmiyor, biliyorsunuz hicret sırasında Sevr mağarasında Peygamberimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), kendine düşeni yapmış. Nasıl yapmış, "gidin Medine'ye"demiş, izin vermiş. Hz.Ebubekir'e ise sen dur demiş ve en sonunda haydi gideceğiz demiştir. Öğle sıcağında gitmiş ona söylemiş, gece karanlığında da güneye gidiyor, yanıltıyor takipçileri. İnsana yapması gerekeni öğretiyor. Orada 3 (üç) gün kalıyor, kaybettiriyor izini. Ama yine de buluyorlar biliyorsunuz. Mağaranın önüne geldiklerinde, orada bir sürü güzel mağaralar var, ama kendi sığındığı mağara- Ben zor sığdım oraya- demek ki Peygamberimiz atletik vücutlu birisi imiş… Ben 31 yaşında iken zor sığdım oraya.- kimsenin giremeyeceği, buraya kimse girmez denilen mağarayı seçmiştir. Güneye ters yöne gidiyor, gece karanlığında çıkıyor, umulmadık ters bir mağaraya giriyor, bunlar bir işi başarmak hususunda insana düşen şeyler… Kendine düşeni yapmış. Peygamber Efendimiz'i(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve Ebû Bekir'i(ra) arayanlar, iz sürerek, nihayet Sevr'deki mağaranın ağzına kadar geldiler. Ayak sesleri ve konuşmaları içeriden duyuluyordu. Hz. Ebû Bekir, başını kaldırdığı zaman onların ayaklarını görmüş ve heyecanla; "Yâ Rasûlallah, eğilip baksalar, bizi görecekler" demişti, bunun üzerine Peygamber Efendimiz; "Korkma, Allah'ın yardımı bizimledir.(130/2) İki yoldaş ki, üçüncüsü Allah'tır, hiç endişe edilir mi?" buyurdu.(131) Kur'an'ı yaşayan birini örnek alacaksınız, orada işte akıl yetmez. Orada Peygamberimiz düzeltiyor…
Tâkipçiler Sevr Dağı'na henüz çıkmadan, bir örümcek mağaranın ağzına ağ örmüş, bir çift beyaz güvercin yuva yapıp yumurtlamıştı. Bu durumda Kureyşliler mağaranın içine bakmanın ahmaklık olacağını düşünerek bırakıp gittiler. Evet, buradan anlıyoruz ki, bütün yapması gerekenleri yapıyor ve neticede tevekkül ediyor. Yapması gerekeni yapıyor. Orada Hz. Ebu Bekr (ra), çok akıllı olduğu halde Efendimizin uygulamalarına haliyle aklı yetmemiştir. İnsanların akılları bir değildir. Özellikle günümüzde akl-ı selim insanlara ihtiyaç var. Zikir ehline ihtiyaç var. İnsanların onlara bakarak kişiliklerinin gelişmesi için "rol model kişilik" gerekiyor. Ahlak eğitimi kolay değildir. Birisinin ona kendini göstermesi gerekiyor. Yoksa insanlar kendilerinde kusur bulmazlar. Hep doğru yaptığını zannederler. İlim, amel ve ihlas dediniz; üçünü birleştirmek kolay değil. İlim oluyor bir şekilde, bu bilim çağında amel de oluyor ama ihlası elde etmek nasıl olacak...
İnanç oluyor da amel olmuyor. Amel oluyor da ihlâslı olmuyor. Bunların hepsini birleştirmek bir insanın tek başına yapabileceği şey değil. Rehberimiz Peygamber Efendimiz(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) başta olmak üzere O'na uymalı, onun sünnetini yaşayan ehl-i zikir insanlarla oturup kalkmalıyız. Süper zeki olsanız bile böyle meziyetlere sahip birisinin yanında okuyacaksınız, oturacaksınız... Birinin örnek olması lazım, o örnek de Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)… O (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) irtihal buyurduktan sonra onun varisleri olan ulema… Nasıl ulema, ehl-i zikir ulema. İlmiyle âmil, bu, kıyamete kadar böyle. Böyle birinin yanında okuyacaksınız, süper zeki olsanız bile Kur'an'ı tam anlayamazsınız. Size Kur'an'ı nasıl anlayacağınızı anlatan bir hoca vardır.
Biliyorsunuz İslam'da icazet geleneği var. O icazet sisteminde çok zeki olanları seçerler. Aynı zamanda icazet sadece bilgi sahibi olana verilmez. İcazetnamelerde yazar; bunun ilmi seviyesi, ahlakî seviyesi, müslümanlığı benimseme seviyesi, hal durumu benim tarafımdan kontrol edildi, ehil görüldü diye yazar icazetnamelerde... Bu güzel bir gelenektir. İslam'da sistem budur. Birisini örnek alarak eğitim görmemiz ve okumamız lazım. Yani ilim, amel ve ahlakı birleştiremezseniz, zor bir iş… Bizim hangi kulvarda koşacağımızı bize birisinin söylemesi lazım. Onun yanında terbiye, eğitim görmemiz lazım. İşte bundan dolayı ehl-i sünnet demişiz, bundan dolayı sistemler meydana gelmiş… Bu sisteme göre yola koyulmamız lazım. Yoksa hedefimize ulaşamayız. Nerede duracağımızı, nasıl koşacağımızı söylemesi lazım. Birisinin bize örnek olması gerekiyor. Günümüzde de bakıyorum, tanıdığım insanlar var; çok çalışkan, zeki, niyeti de güzel, ama bu tarafı eksik olduğu için ummadığın şeyler söylüyor. İcazet sistemiyle yetişmemiş, birisinin eğitiminden, birebir terbiyesinden geçmemiş... Benim tanıdığım süper zeka bir mühendis var, kendi kendine Arapça öğrenmiş…
Kur'an'ı okuyunca tefsir ediyor, hadisi tefsir ediyor. İlahiyatçılara taş çıkartıyor. Mükemmel bir yetenek. Fakat bir üstaz yanında diz çöküp İslam'ı öğrenmediği için, bir kitap yazmış, "Bu zaman teknoloji çağı, Efendimiz benim bildiğim kadar bilgi bilmezdi" deyiveriyor. "O bilgisayar kullanmasını bilmiyordu ki, bilmem kaç dereceli denklemi çözmeyi.bilmem kaç dereceli denklemi çözmeyi nereden bilecek. Benim çözdüğüm denklemleri nasıl çözecek" diyor. Mühendis ya kendisi… Kendisini tanıyorum, beş vakit namazını kılar, devamlı Kur'an okur. İbadetlerine düşkündür. Bu abuk sabuk konuşma neden? Sırf aklıyla yola çıktığı için… Birisini örnek alsaydı, birisi onu uyarsaydı, böyle olmazdı. Buna ihtiyaç var. Resulullah, usve-i hasene. Onu örnek alacaksın. Demekki İslam'ı anlamada yalnız akıl yetmez. Yalnız bilgi yetmez, ihlas sahibi, zikir ehli olacaksın…
İşte Fransız bilimler akademisi üyesi Prof. Mariece Bucaili, ben kendisi ile tanıştım. Mum gibi bir adam, İslam'ı, Müslümanların cömertliğini görerek İslam'ı seçiyor. Faysal'ı ameliyat etmiş, yüksek fiyat almış. Batıda biliyorsunuz, para vermeden hiçbirşey yapmazlar, kültür öyle… Parayı ver, düdüğü çal. Almış parasını, Faysal tedavi olmuş, ücretinin iki misli de bahşiş vermiş. Bucaili şaşırmış, ben ücretimi aldım, hem de fazlasıyla aldım demiş. Faysal ona, ben senden memnunum demiş, bizim İslam'da bu hediyedir. Sevdiğimi gösteriyorum. Bucaili şaşırmış, Faysal onu Riyad'a davet etmiş, dünyanın en meşhur Tıp profesörlerinden… Orada Arapça öğrenmiş. İlim adamı, bizzat gidiyor, kaynağından araştırıyor. Arapça öğreniyor, Kur'an'ı okuyor. Bakıyor ki, ana rahmindeki çocuğun dönemlerinden bahsediyor Kur'an… Adam da dünyanın en büyük tıp profesörü. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) diyor, tahsili yok, nereden öğrendi bunları diyor. Hidayete geliyor, mü'min oluyor. Sonra dünyanın bütün ilim adamlarını Paris'e davet ediyor. Meşhur ilim adamı ya… Hep geliyorlar. Çok saygın bir ilim adamı çünkü. Cenin hakkında tebliğ yapıtor onlara. Ayakta alkışlıyorlar, nasıl buldun bunları diye. Arkadaşlar, ben bunları bulmadım, bu, Müslümanların Kur'an'ında yazıyor diyor. Arkadaşlar, Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tahsil görmedi, tıp fakültesine gitmedi, ama şimdi hepiniz ayakta alkışladınız. Muazzam, bir gerçek yatıyor burada. Allah'tan olduğu belli bu Kur'an'ın. Ben "Eşhedü enlailaheillallahMuhammeden abduhu ve rasuluhu" dedim ve mü'min oldum diyor. Siz de deyin! Hidayet nasip meselesi, ayakta alkışlayan adamlarda çıt yok!.. Aklınızla buluyorsunuz ama ilminizi, amelinizi, ahlakınızı bağdaştırmak için bir örnek insan lazım.
Bugünkü ilim adamımızın eksiği rol model kişilerin olmayışı. İcazet sistemi olmadığı için, zeki arkadaş, dil öğrenmiş, çalışmış, profesör olmuş, özellikle din sahasında çalışanlar için söylüyorum; niyeti çok iyi ama abuk sabuk şeyler konuşuyor. Arif, salih ve muttaki kişilerin yanında yetişmemeleri neticesinde egoizmi bir türlü yenemiyorlar. Sadece ilimle olsa Massignon İslamı seçerdi.
Tayyib Okiç değerli bir insan, Massignon da onun arkadaşı. Büyük bir âlim ama Müslüman değil, bizim ilahiyatçılar onun eserlerini alarak prof. Oluyorlar. Ben de öyle oldum. Karısı da profesör. Karısına itiraf etmiş, bakmış müthiş bir din. Adam, akıllı adam. Durup düşününce, karısı, Massignon'un doğru düşünmeye başladığını anlamış. Karısı bundan sonra İslamî araştırma yasak sana demiş. Massignon, Tayyib Okiç beye " Benim hanım bana islamî araştırmaları yasakladı" diye yakınmıştır. Dinimizi iyi bilmiyoruz bir, bilsek de yaşamıyoruz iki, yaşamaya çalışsak da kendi kafamıza göre yorumlar yapıyoruz.
Kibir ve gururun önüne geçemiyoruz. İmam-ı Gazali ne büyük bir âlim, ama nefsini yenemiyor. Kibir, ucup ve riya gibi nefs hastalıklarını yenemiyor. Daha sonra ise, bunları yenmek için uzunca bir sene mücadele ediyor. Ciddi eserler yazıyor. Bu mücadeleyi günümüz âlimleri vermiyorlar. Gerçi bu gün ilahiyat fakültelerinde bilimsel erklik deniliyor. Gözlem ve gözleme dayalı akıl yürütme yoluyla dünyaya ilişkin olguları birbirine bağlayan yasaları bulma çabası benzeri olmaması, orijinal fikir olması gibi tarifleri var. Bu da İslam geleneğine aykırıdır. Sen nasıl mütevatir yolu ile bize ulaşmış naslara ters şeyler söylersin. Profesör olmak için bu erkliğe erişmesi gerekir. Profesör olduktan sonrada ben artık oldum deyip başlıyor insanlara nefsanî zehirler sunmaya… İmam-ı Azam öleli yüzyıllar olmuş, dünyanı dörtte üçü da hanefi. Şimdikilerin çenesi kuvvetli fakat kalp gözü nasıl, bilmek lazım. Bir takım kuru şeyler yapıyor kendi kendine, öldüğü gün de unutulup gidiyor. O yüzden hiç telaşa kapılmaya gerek yok, Allah'ın "yürü" dedikleri yürüyor arkadaş… İşte bu ruhu kavramamız lazım, akıl yetmiyor. "Yürü" demesi lazım Allah'ın, insanın önünün açılması için… Bu bilinci, profesör olsan da korumak lazım, bu da kolay bir iş değil… İmam Serahsi'ye "Bir mezhep de sen kur." demişler, gülmüş; "Siz, İmam-ı Azam'ın kim olduğunu bilmediğinizden bu teklifi yapıyorsunuz." demiş. Nice ilim ehli molla da var ki, benim hocam sahabiden üstündür diyor. Farkı görüyor musun arkadaş!.. Bu eksiklik var şimdi günümüzde…
Feyz: İtikadi alt yapı itibariyle de insanlarda bir zemin kayması var. Reenkarnasyon, kaderiyye, cebriyye gibi, bilmedikleri hatalara da düşüyor insanlar. Bu anlamda toplumum şu anki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cevat Akşit Hocaefendi: Türkler 926'da toptan müslüman olmuşlar. Ben ırkçı değicilim yanlış anlamayın ama, "Büyük Türk bilgini" deyince, bana kızıyorlar, ne diyeyim, Fransız mı diyeyim. Takılmış buna Kürt adam!... Benim hocam Kürt… Ben, Kürd'ün yoluna ölürüm. Mevlana Halid Bağdadi Hz., Süleymaniye kürtlerindendir. Bizde ırkçılık diye bir şey yok, İslam'da yok çünkü. Milletini sevmek, dinde var. Bu ırkçılık değil yalnız, ırkçılık yok. Ne diyeyim, Fransız mı diyeyim, adam Türk yahu!... Fransız, İngiliz mi diyeyim, Arap mı diyeyim? Arap değil!... Kafasına takılmış, neden Türk dedin diyor. Ne diyeyim!.. Bu hizmet yarışıdır, bu var. Irkçı falan değilim, yanlış anlamayın. Biz biliyorsunuz ordu milletiz. Saltuk Buğra Han Müslüman olmuş ve Abdulkadir adını almış, "Ben müslüman oldum, siz de müslüman olun." demiş ve ikiyüz bin çadır birden Müslüman olmuş. Biz ordu milletiz. Kumandan ne derse "he" deriz. Öyle bir yapımız. Araplarda bu yok, İngilizlerde bu yok, Fransızlarda bu yok. Bu anlamda millet var, özellik farklılığı var. Irk üstünlüğü diye bir şey yok ama karekteristik farklılıklar var. Allah da(Celle Celalühü) biribirinize yardım edesiniz diye sizi kabilelere ayırdık diyor.
Alman filozof, İngiliz siyasetçi, Alman teknik… Türk, harbeder. Bu faklı özelliklerinizle birbirinize yardım edeceksiniz. Allah (Celle Celalühü) sizi faklı farklı karekterde yarattım diyor. Birbirinize yardım edesiniz diye… Hikmetini de söylüyor. Sizi millet millet yarattık, birbirinize yardım edesiniz diye. Kabiliyetleri farklı farklı… İşte böyle müslüman olduktan sonra öyle benimsemişler ki, birden Buhari çıkmış, Zemahşeri çıkmış, Türk adam; "Ey Araplar, Arapçayı benden öğrenin, buyrun hodri meydan " diyor. … Ama bu adam, Kur'an'ı tefsir ediyor biliyorsunuz. Keşşaf diye eseri var. Onu Mutezile bilirler, arı duru Müslüman o. Sonradan düzelmiş, gençliğinde öyleymiş. Çok muazzam bir adam Zemahşeri… Mutezile dediler hocalarımız ama öyle değil. Sonu çok güzel adamın… Ahmed Hamdi Akseki de öyle, eskiden Abduhçuymuş, ama arı duru müslüman olmuş… Gençlik döneminde böyle şeyler oluyor. Son önemli biliyorsunuz. İşte Buhari çıkmış, Zemahşeri çıkmış, Muhammed Bahauddin Hz. çıkmış… Yani hangi dala girdiysek güzellikler var. İmam-ı Azam çıkmış… Neden? Samimiyetle bir bağlanma var. Yaradılıştan gelen kabiliyetlerle bu samimiyet birleşince Cenab-ı Hak önünü açıvermiş… En büyükleri bizden çıkmış, böyle kalmamış, Batı demişler, Batı'ya gelmişiz. Evliyanın göstermesiyle gelmişiz Batı'ya…
Anadolu'ya, Avrupa'ya, hep Batı'yı göstermişler. Anadolu'ya gelmişiz, Fatih olmuşuz, yetmemiş İstanbul. Ta Viyana'ya dayanmışız. Bakıyorlar ki gavurlar, bunların önünde durulmaz. Bu kuvveti nereden alıyorlar, özlerinden… İmanlarından, samimi mü'minliklerinden… Bunu sulandıralım diyorlar. İştetanzimat odur. Girmişler. Bizim Osmanlı paşalarının çoğu masondur. Padişahlar hep kukladır son dönemde. Sadece Abdulhamid Han, üstün dehasıyla oyalamış; bir çarkı doğrudan doğruya tersine çeviremezdi. Genel bir gidiş var, o durdurmuş yani 30 sene. Üstün zekasıyla idare etmiş meseleyi. Padişahlar kukladan ibarettir tanzimat döneminde. Ordan girmişler içeri, özümüzü bozmuşlar. Cumhuriyet'in İsmet Paşa döneminde Allah demek yasak,. Muhammed ismi yasak, İslam ismi yasak… Belgesi var. İsmet paşa zamanında İlahiyat Fakültesi kurulmuş. Tayip Okiç Hocamız anlatırdı; köşten paşa telefon açar, "Muhammed'den bahsetmeyeceksiniz, Allah demek yok!.." der imiş. Felsefe, mantık, sosyoloji, pedagoji fakülyesi olmuş İlahiyat…
İlk kuruluşunda, nenemin, ebemin öğrendiği kadar ilmihal bilgileri var, o kadar. Öyle uğraşmışlar, "Allah" demek bile yasaklanmış… Fakat Osmanlılar ne büyük devletmiş ki, öyle bir eğitim sistemi, 633 sene, kurmuşlar ki, -İsmet Paşa döneminde camiye gitmek yok!.. Allah demek yok!.. İslam'dan bahsetmek yok!.. Belgesi var, uğraşmış böyle- fakat bizden imanı alamamış İsmet Paşa. Adam sarhoş, beynamaz ama ehl-i sünnet… Çok ilginçtir, ben Semerkand Buhara'ya kaç kere gittim. Komünizm ordakilerin herşeyini almış. Ama Osmanlı idaresinde kalan yerlerdeki Anadolu insanı her türlü günaha düşmüş ama ehli sünnetten ayrılmamış. Bana telefon ediyor; "Hocam, ben hiç camiye gitmem, her akşam içerim. Sen ruhumu okuyor, özümü söylüyorsun." diyor.
Bakın bu Buhara'da yok, Semerkand'da yok. Komunizm bitirmiş orada. Ama Osmanlı nasıl eğitim yaptıysa, bunu sökememiş… Buna rağmen bakın, sarhoş, özünü kaybetmiyor. Anadolu insanı İslam ahlakı ile yoğrulmuş. Bunu sökememişler. Hala devam ediyor. Ama korkarım ki bunu hocalara yaptıracaklar. Ben ondan çekiniyorum, korkuyorum. Benim tanıdığım ilahiyatçılar var. "Peygamber, bana inanın demedi ki, zorla müslüman olun demedi ki kimseye!.."diyor!. Güya Kur'an'ı 1000 senedir anlamamış kimse, bu yeni bulmuş!.. Hocalara yaptıracaklar bu işi böyle giderse…
Onlara ihale edildi. Bundan korkuyorum. Milletimizi bilinçlendirmek için gayret sarf etmemiz gerekiyor. Allah hidayet versin. Allah'ın dediği gibi olur.
Bilgi için: www.gayevakfi.org
Röportaj; Osman YİĞİT